6 Ocak 2025 Pazartesi
KARANLIĞI DELEN IŞIĞIN ÇOCUĞU
BÜYÜK İSKENDER VE SAKAL TRAŞININ ZAFERİ
Muharebesi'nin arifesinde ordusunu bir araya toplamıştı. Karşısında, devasa büyüklükteki Pers ordusu duruyordu. Sayıca üstün bir düşmanla yüzleşmek, bir imparatorluk hayali kuran bu genç lider için yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi temsil ediyordu. Ama İskender, sayılarla değil, akıl ve stratejiyle savaşı kazanacağını biliyordu.
Savaşın öncesinde, İskender gökyüzüne baktı. Rüzgâr kurumuş otları sürüklüyor, gece yavaş yavaş çökmekteydi. Yunan tanrılarına sessiz bir dua fısıldadı. O gece, efsaneye göre korku tanrısı Phobos’a bir kurban sunmuştu. Phobos, savaş meydanlarında askerlerin kalplerine korku salan bir tanrıydı. Ancak İskender için bu ritüel, korkunun yalnızca kontrol edilmesi gereken bir gölge olduğunun bir ifadesiydi. Ordusuna korkuya teslim olmamaları gerektiğini, her bir kişinin savaşta kendine düşeni yerine getirmesinin zaferin anahtarı olduğunu söyleyerek bir kez daha hatırlattı.
Sabaha karşı, subaylarından biri yanına yaklaştı. Yüzündeki kaygı açıkça görülüyordu. "Başka bir hazırlık yapmamız gerekiyor mu, efendim?" diye sordu. İskender, kendinden emin bir tebessümle karşılık verdi: "Makedonyalıların sakallarını kesmek dışında hiçbir şey."
Bu söz, önce şaşkınlık yarattı, ardından ordu içinde yankılanan bir emir haline geldi. Subaylar, askerleri sırayla topladı ve herkes sakalını tıraş etti. Bazıları bunun İskender’in kendisini örnek almak isteyen bir liderin emri olduğuna inandı. Tıraşlı yüzler, birlik duygusunu pekiştiren bir sembol haline gelmişti. Diğerleri ise bu emrin altında yatan pragmatik sebebi fark etti: Yakın dövüşte, uzun sakallar düşman için bir avantaja dönüşebilirdi. Ayrıca askerler uzun sakallı Perslerden kendilerini ayırt edebilirdi. İskender, detaylara önem veren bir stratejistti ve düşmana karşı hiçbir koz vermeye niyetli değildi.
Muharebe günü geldiğinde, Pers ordusunun tozu dumana katan adımları ufukta belirdi. Ancak Makedon askerleri, İskender’in verdiği ilhamla ve kalkanlarının ardındaki kararlılıkla dimdik duruyordu. İskender’in planı bir satranç oyunu kadar kusursuzdu; askerlerini düşmanın zaaflarını kullanacak şekilde konuşlandırdı. Kendisi, savaş arabalarının yarattığı kaosta, ordusunun önünde bir yıldırım gibi parladı.
Granikos, kan ve terle yoğrulmuş bir zaferin adı oldu. Makedonlar, sayıca az olmalarına rağmen, disiplin, cesaret ve İskender’in dâhiyane stratejisi sayesinde Pers ordusunu bozguna uğrattı. İskender’in zaferi sadece bu savaşı kazanmakla kalmadı; aynı zamanda, bir imparatorluğun temellerini atarak tarih sahnesine adını altın harflerle yazdırdı.
Zafer sonrası, İskender’in tıraşlı yüzü, Helen dünyasında bir akım başlattı. Artık yalnızca bir askeri taktik değil, bir ideoloji, bir kültür haline gelmişti. Temiz yüzler, yeni bir dönemin sembolüydü. İskender’in sakallarını kesme kararı, bir askeri zaferin ötesine geçti; bir devrim, bir çağın başlangıcı oldu.
İşte o çağı başlatan savaşın yaşandığı alan Çanakkale'nin Biga ilçesinin yaklaşık 10 kilometre kuzeyinde gün yüzüne çıkarıldı.
Arkeolog ekibinin lideri ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi'nde arkeoloji profesörü Reyhan Körpe, Live Science'a yaptığı açıklamada, "Granikus Muharebesi, sadece İskender'in hayatındaki en önemli dönüm noktalarından biri olmakla kalmadı, daha sonra kendisine 'Büyük' lakabı kazandıran bu savaş, aynı zamanda dünya tarihinde de önemli bir an oldu," dedi.
Türkiye bu tarihi zenginliği değerlendirmeli.
İyi bir tanıtım yapılırsa, o savaş alanı her yıl binlerce turist çeker.
GEZEGENLERİN DANSINI İZLEMEYE HAZIR MISINIZ?
5 Ocak 2025 Pazar
BU SOHBETE BAYILACAKSINIZ
Datça yarımadasının üç yakasında, üç ayrı köyden üç dost... Çocukluktan tanırlar birbirlerini. Aynı toprağın kokusunu içlerine çekmiş, aynı dereden su içmiş, aynı rüzgârın savurduğu papatyalara takılmış gözleri.
Batı Datça'dan(Yazı Köy) Sinyor Günay Kaptan, Doğu Datça'dan(Emecik) Bekir Cümen ve Orta Datça'dan(Reşadiye) Y. Ziya Özalp.
Onlar, birbirinden farklı aksanları, şiveleri ve tabii ki birbirinden ayrı kahkahalarıyla Datça'nın renkli mozaiğini oluştururlar.
Günlerden bir gün, bu üç eski dost Reşadiye meydanındaki kahvede buluşur. Ortalık cıvıl cıvıl, herkes kendi gündemiyle uğraşırken, onlar masanın köşesinde hararetli bir tartışmaya tutuşmuşlardır.
Konu: “NEREYE GİDİYORSUN?” sorusunun en güzel şekilde nasıl söyleneceğidir. Çünkü her biri, kendi şivesinin diğerlerinden daha doğru ve tabii ki daha "ince" olduğuna emindir.
Sinyor Günay Kaptan, bir elini bardağındaki çaya, diğerini burnunun altındaki bıyığa götürerek konuşmaya başlar:
“Bakın şimdi, esas ‘nereye gidiyorsun?’ şöyle söylenir: ‘NEREYE GİDİİYRUUUN?’ Böyle bir uzatma, böyle bir ahenkle Datça’nın rüzgârını, denizin dalgasını içinde hissedersin. Bu, şivemizin asaletidir!”
Bekir Cümen, sandalyesini ileri kaydırır ve parmağını masaya vurur.
“Yok ya! Hadi ordan! En doğalı, en samimisi benim söylediğimdir: ‘NEREYE GİDİCİSİN?’ Hem kısa, hem net. Lafı dolandırmadan, mertçe sorarsın. Bir kere Datça’nın efeliği bu konuşmada var.”
Y. Ziya Özalp, diğer iki dostuna bakarak hafifçe gülümser. Her zamanki gibi sözünü sakınmaz.
“İkiniz de yanılıyorsunuz, ağalar. Esas güzellik, ‘NEREYE GİDİPDURUUUN?’ demekte. Bir düşünün! Hem soruyorsun hem de karşı tarafın haliyle meşgul olduğunu hissettiriyorsun. Biz Reşadiyeliler, karşıdakinin halini hatırını göz ardı etmeyiz.”
Üçü de kendi söyleyişini birbiri ardına tekrar ederken, meydanda toplanan kalabalık kahkahayla izlemeye başlar.
Biri, "Bunlar bu tartışmayı kırk yıldır yapıyor!" derken, bir diğeri, "Gene başladılar!" diye ekler. Ama kimse müdahale etmez. Çünkü bu üç Datçalı'nın dostluğu, köylerin ayrılığına rağmen Datça’nın ruhunu temsil eder.
Akşamüstü, kahveci çay ocağını kapatırken, üç arkadaş hâlâ “nereye gidiyorsun” üzerine tartışmaktadır. Sinyor Günay, Cümen ve Yusuf Ziya… Bu üç Datçalı, ne kadar farklı olsalar da aynı gökyüzünün altında büyümenin güzelliğini bilir.
Onlar, Datça’nın üç rüzgarıdır; biri kuzeyden eser, biri doğudan, biri batıdan. Ama nihayetinde aynı denize ulaşırlar.
Ve o akşam Datça’da bir kez daha gülüşmeleri yankılanır:
“Ee hadi bakalım, nereye gidiiyruuun? Nereye gidicisin? Nereye gidipduruuun?”
YAZIKLAR OLSUN HEPİMİZE
4 Ocak 2025 Cumartesi
ÇİTLERİN GÖLGESİNDE
Sonra bir gün, her şey değişti. Adı unutulmuş, yüzü çoktan tarihin tozunda silinmiş bir adam, elinde birkaç kuru dal ve bir avuç kibirle bir toprak parçasının ortasında durdu. Gözlerini ufka dikerek, “Burası benim” dedi. "Bu toprak, bu ağaç, bu su... Hepsi bana ait." Kuru dallardan bir çit yaptı, sınırlar çizdi, toprağı kendi ilan etti.
Etrafına toplanan insanlar, şaşkınlık ve şüpheyle ona baktılar. "Toprak nasıl senin olabilir?" diye sordu biri. "Toprak herkesindir, kimseye ait değildir. Ne yağmur birine aittir ne de rüzgâr."
Adam kibirle güldü. "Çünkü ben çit çektim" dedi. "Çünkü bunu ilk ben yaptım. Ve şimdi bu sınırın içinde kalan her şey benimdir. İstersem paylaşırım, istemezsem saklarım. Kimse buna itiraz edemez."
Bazı insanlar bu sözlere inandı, ya korkudan ya da anlayışsızlıktan. Onu desteklediler, onun kurduğu çitleri savundular. Azınlık isyan etti. Kalabalığın arasından bir adam öne çıktı, ellerini havaya kaldırarak haykırdı:
"Dinlemeyin bu adamı! Toprak kimsenin değildir, ağaçlar kimsenin değildir! Çit çekmek, yalanın ilkidir. Mülkiyet dediğiniz şey, hırsızlığın ta kendisidir! Bu çitlerin arkasında sadece açgözlülük ve sahtekârlık vardır. Meyveler herkesindir, toprak herkesindir. Eğer bu yalana inanırsanız, yıkımımızın başlangıcı bu olacak!"
Ama sesini çok az kişi duydu. Çoğunluk, çitlerin ardında sunulan sahte güvenlik ve sahiplik duygusuna teslim oldu. İnsanlar toprağı paylaşmak yerine bölmeyi, özgürce dolaşmak yerine sınırlar içinde yaşamayı seçti. Çitler büyüdü, sınırlar sertleşti, toprağın özgürlüğü hapsedildi.
Zamanla mülkiyet kutsallaştırıldı, çitler medeniyetin temel taşları ilan edildi. Artık herkes kendi küçük çitlerini çekiyor, kendi "benim" dediği sınırların içinde yaşamaya mahkûm oluyordu. Ancak kimse görmüyordu: Çitler yalnızca toprağı değil, insanın ruhunu da kuşatıyordu.
Bir zamanlar özgür olan dünya, şimdi çitlerin gölgesinde yaşıyordu. Toprak, artık yalnızca güçlülerin mülkiyetiydi. Ve her bir çit, özgürlüğün mezar taşı oldu.
İyi pazarlar.
Görsel: Yapay zeka
3 Ocak 2025 Cuma
KNİDOS'UN ÇIĞLIĞI
2 Ocak 2025 Perşembe
CENNET KAPISI, EMEVİ CAMİİ
GOLAN TEPELERİNİN LANETİ
TEL ÜSTÜ SOHBETLERİ
Kumrular, insana benzeyen bir içgüdüyle, doğanın bir parçası olduklarını hissettiriyordu. Birazdan köyden dumanlar yükselecek, tarlalardan insan sesleri duyulacaktı. İnsan, bu toprakların efendisi gibi görünse de, kumrular bu düşünceye karşı çıkıyor gibiydi. Tellerin üzerine tünemiş bu iki kuş, insanla doğa arasındaki bağın sessiz bir tanığıydı.
Köyün küçük çocuğu Ali, avluda koştururken onları fark etti. O sabah, dedesi ona doğanın nasıl bir bütün olduğunu anlatmıştı. Dedesinin kelimeleri hâlâ aklında yankılanıyordu: "Kuşlar özgürdür, torunum. Ama insan, kendi yaptığı şeylerle zincirlenir. Toprak onun değildir, o toprağın bir parçasıdır."
Ali, kumrulara baktı ve içini bir huzur kapladı. O kuşların gözünden, insanoğlunun kendini doğadan nasıl ayırdığını görmeye çalıştı. Kumruların bir telde, bu kadar yakın ama bir o kadar da özgür duruşu, ona insanın kaybettiği bir şeyi hatırlatıyordu. İnsan, doğayla yan yana durmayı unutmuştu. Oysa kuşlar, tellerle gökyüzü arasında gidip gelirken, her şeyin bir arada var olabileceğini gösteriyordu.
O sabah kumrular, tellere tünemiş basit iki kuş gibi görünüyordu. Ama gerçekte, insana ait olmayan bir dünyanın, birliğin ve uyumun şarkısını söylüyorlardı. Ali bunu anladı, dedesinin dediği gibi, toprağa bakıp eline bir avuç toprak aldı. Belki insan, bu toprağı sadece kirleten değil, onunla yeniden uyum içinde yaşayan biri olabilirdi.
Kumrular kanatlandı. Gökyüzüne doğru süzülürken, bir an için tarlaların, dağların ve köyün tamamını kucakladılar. Ve insan, bu iki küçük kuşun ardında bıraktığı sessiz mesajı anlamayı bekliyordu. Belki de her şey, yeniden bir parçası olmaya karar verdiğimizde değişecekti.
RÜZGARIN ÇAĞRISI
YETERİNCE EĞLENMEDİNİZ Mİ?
AHLAT AĞACI UYANINCA
1 Ocak 2025 Çarşamba
GERÇEK BİR HİKÂYE
HER ŞEY BU ADAMLA BAŞLADI
YÜZYILLIK YALNIZLIK VE BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK
DEFNE YAPRAKLARI ARASINDA 6 KELİME
KOZMİK YILBAŞI AĞACI
BİR ZAMANLAR KAPILARA BALIKLAR ASILIRDI
Datça’nın taş kokulu dar sokaklarında, zamanın geriye doğru akan sularında kaybolmuş bir hikâye yaşanır.
Evlerin giriş kapılarının üzerindeki demir çengeller, bu hikâyenin sessiz tanıklarıdır. Şimdilerde sadece unutulmuş birer ayrıntı olarak hatırlansa da, bir zamanlar bu çengellere hayat asılırdı. Kurutulmuş soğanlar, sarımsaklar, yağdanlık şişeleri, bazen de denizin derin maviliklerinden gelen tazecik balıklar.
Akşam olunca, tarladan yorgun argın dönen ev sahipleri kapılarının üzerindeki çengelde asılı bir kese balık bulurlardı. Evin kadını, bu beklenmedik hediyeyi bir ödül gibi kabul ederdi. El çabukluğuyla balıkları temizler, tuzuyla, baharatıyla harmanlar, kızgın ateşte pişirirdi. Ocağın üstünde çıtırdayan balıkların kokusu, taş evin içine yayıldıkça herkes sofraya toplanır, balıkların tadını çıkarırdı.
Balıklar Bozburunlu ya da Bodrumlu balıkçıların getirdikleriydi. Ama kim asmış, kim getirmiş, kimse sorgulamazdı. Zaten sorgulamanın bir anlamı da yoktu; deniz ne verdiyse balıkçı onu tutar, kapıya bırakırdı.
Amq balıkların karşılığı ise o an verilmezdi. Peki, bu balıkların hesabı nasıl görülürdü.
Aslında bu hesap çoktan yazılmış bir denklemdi. Bir kilo balık, bir kilo zeytinyağına eşitti. O yıllarda Datça Yarımadası'nda para, rüzgâr kadar uçucu ve nadirdi. Balıkçılar, zeytin zamanı geldiğinde köyün zeytinyağı işliğine uğrar, önceden hazırladıkları listeleri bırakırlardı. Listelerde, hangi evin ne kadar balık aldığı yazardı. İşlik sahibi, zeytin üreticilerinden balık karşılığı alınacak yağları belirler, tenekeleri sıraya dizerdi.
Hiç kimse bu düzene itiraz etmezdi. Zeytin üreticisi, balıkçının hakkını verirdi. Balıkçı, yağ tenekelerini alıp giderken üreticiyle yüz yüze bile gelmezdi. Basit bir alışveriş, ama hayata dair derin bir anlam taşırdı.
Bu düzen içinde kimse şikâyet etmezdi. Hayatın ve doğanın ritmine uyum sağlamış bu insanlar, mutluluğu sadelikte bulmuştu.
Bir kilo yağ, bir kilo balık. İsimler, markalar, para birimleri, hepsi gereksizdi. Balıkçı memnunfu, ev halkı memnun zeytin üreticisi memnun. Herkes, hayatın kendine sunduğu paydan razıydı.
Datça’nın kapı üstü çengelleri, bir dönemin unutulmaz hikâyesini sessizce taşır. Şimdi, o taş evlerin çengellerine baktığınızda, belki de hala denizden gelen bir esintiyle bu hikâyeyi duyabilirsiniz. Ve o basit, ama bir o kadar anlamlı denklem aklınıza gelir: Bir kilo balık, bir kilo zeytinyağı…
Not: Mesudiye'den emekli öğretmen Tuncer hocanın Garaville yazarı Hasan Doğan'a anlattıklarından derlenmiştir.
Görsel: Yapay zeka
Öne çıkan
KARANLIĞI DELEN IŞIĞIN ÇOCUĞU
Fırtına, geceyi delip geçen şimşeklerle Hırvatistan Smiljan köyünün ufkunu aydınlatıyordu. Küçük bir taş evin içinde bir kadın s...
-
Tarih MÖ 1184 ’tü. Truvalı Paris , o dönemin en güzel kadını olarak kabul edilen Sparta Kralı Menelaus ’un karısı Helen ’i...
-
"10 Kasım'da her yer kapalıydı, genelevler kapalı mıydı bilmiyorum?" diyen her devrin iktidar borazanı, sözde gazete...
-
Fikret Kızılok, Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli. Aynı dönemin müzisyeniydiler. Halk türküleri yaktılar. Sevda, barış, kardeşlik türküleri. B...