31 Ocak 2025 Cuma

ŞUBAT'TA DATÇA'DA OLUN. UMUTLAR ÇİÇEK AÇACAK


Yıl 1890.
Vincent Van Gogh’un kardeşi Theo, bir oğul kucakladı. Ona, amcasının adını verdiler: Vincent.

Bu isim, ressamın yüreğinde yankılandı. Bir hayat sona ererken, bir diğeri başlıyordu.
Yeni bir başlangıç, yeni bir umut, yeni bir nefes…
Ona bir armağan bırakmalıydı.

Şubat ayının soğuk rüzgarları Arles sokaklarında dolaşırken,
Van Gogh gözlerini badem ağaçlarına çevirdi.
Dallar çıplaktı ama umut çiçek açmıştı.
Bembeyaz çiçekler, kışın içinde baharı müjdeliyordu.
O an kararını verdi: İşte bu tablo, yeğenine sunulacak en güzel hediyeydi.
Ve fırçasını badem çiçeklerinin narin hatlarında gezdirerek,
"Almond Blossoms"u, badem çiçeklerinin zarif dünyasını,
yeniden doğuşun sessiz hikâyesini resmetti.

Ama badem çiçekleri yalnızca baharın değil, hüznün de çiçeğidir.
Bir zamanlar, efsanelerin fısıltılarla anlatıldığı devirlerde,
bir başka aşkla, bir başka kaderle filizlenmişti bu narin çiçekler.

MÖ 1200.
Truva Savaşı’nın ardından, kazananlar yorgun gemileriyle
savaşın külleri arasından yeni limanlara doğru yol aldılar.
Bir liman… Trakya kıyıları…
Ve bir aşkın, kaderle boy ölçüşmeye hazırlandığı an.

Thracia Kralı Lycurgus, zafer kazananları onurlandırmak için
bir şölen düzenledi.
Ve o gece, savaşın kahramanlarından Demophon gözlerini kralın kızı Phyllis’e kaldırdı.
Göz göze gelişleri bir hikâyenin başlangıcı oldu. Sonsuzluğa açılan bir pencere gibi.
O gece oturdukları masadan, ertesi gün el ele kalktılar.
Ve sonra bir gün daha, bir gün daha…

Fakat vakit geldi, Demophon Atina'ya dönmek zorundaydı.
Sözler verildi, yeminler edildi.
Döneceğim.” dedi Demophon, “Beni bekle.”

Phyllis, limanda, her geçen gemiye umutla baktı.
Bekledi…
Bekledi…
Bekledi…

Ama Demophon’un gemisi bir türlü görünmedi.
Günler haftalara, haftalar aylara dönüştü.
Ve umut, zamanın içinde yavaş yavaş solmaya başladı.

Sonunda Phyllis, umutsuzluğun gölgesinde kendini asarak
bu dünyadan göçtü.
Fakat tanrılar, aşkın hatrına onu unutmadılar.
Athena, Phyllis’i yapraksız bir ağaca dönüştürdü.

Ve bir gün, Demophon nihayet geri döndüğünde,
sevdiğinin artık yalnızca bir kuru gövde olduğunu gördü.
Sarılıp ağaca yaslandığında,
mucize gerçekleşti.

Yaprakları olmayan o ağaç, bir anda çiçeklerle bezendi.
Bembeyaz badem çiçekleri…
Aşkın ve hüznün çiçekleri…

Şimdi yine bir kış vakti.
Rüzgarlar soğuk, dağlar karla örtülü.
Ama Datça’da badem çiçekleri açıyor.
Tıpkı Phyllis’in aşkını yeniden hatırlatır gibi.

Aziz Nesin’in dizelerindeki gibi:

"Sen ağaçların aptalı,
Ben insanların.
Seni kandırır havalar,
Beni sevdalar.
Açalım yine de çiçeklerimizi."

Ve Datça’nın tarlalarına, ovalarına, sokaklarına
bahardan önce yağan bu beyaz örtü,
bize şunu hatırlatıyor:

Bazı çiçekler umut için açar.
Bazıları hüzünle çiçeklenir.
Ama her biri, hayatın içinde bir yeniden doğuş hikâyesidir.

Şubat’ta Datça’ya gelin.
Datça Belediyesi'nin düzenlediği Badem Çiçeği Festivali'nde  badem çiçeklerinin dansını izleyin.
Belki de, rüzgarın fısıltısında, Phyllis’in sesini duyarsınız.

GÖKOVALI DESTANI

Evvel zaman içinde, rüzgarın bilge sözler fısıldadığı, güneşin tanrılarla dans ettiği topraklarda, bir ozan doğdu. Adı, Şadan’dı. Gökova’nın kadim rüzgarları onun kaderini daha beşiğinde fısıldamış, Anadolu’nun bilge gölgeleri başucunda nöbet tutmuştu. 

Homeros’un destanlarını mırıldandığı, Herodot’un zamanı kayda geçirdiği, Thales’in yıldızlara göz diktiği bu topraklar, bir bilge daha yetiştirdi. 
Şadan Gökovalı, güneşin altında gölgeye ihtiyaç duymayan Diyojen gibi hakikatin izinden gitti. Anaxagoras gibi gözlerini göğe dikti, yıldızların ve tarihin sırlarını çözmeye koyuldu. 

Fakat onun destanı, mitlerin anlatmadığı bir savaşla başladı. O, kahramanların kılıç kuşanmadığı, ancak ölümle ve hastalıkla savaşan bir babanın oğluydu. Gökova, bir zamanlar tanrılar tarafından lanetlenmiş bir diyar gibi, bataklıklarla, sıtma ve ölümle boğuşuyordu. O çocukken, dört kardeşini bu lanete kurban verdi. Ancak babası, Prometheus’un ateşi insanlığa getirdiği gibi, Gökova’ya umudu getirmeye and içmişti. 

Kaderin iplerini kendi elleriyle dokuyan bu adam, tanrıların bile kıskanacağı bir azimle valilere, bilginlere, ziraatçilere danıştı. Çaresi yok sanılan bu bataklık, okaliptus fidanlarının mucizevi dokunuşuyla kurutulacaktı. Ancak bu kutsal ağaçlar Anadolu’da yoktu. O vakit, Bodrum’un bilge denizcisi, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir devreye girdi, yabancı diyarlardan fidanlar getirtti. 

Ve köylüler, bir mitin doğuşuna tanıklık edercesine, günlerce, haftalarca el ele vererek bataklığı kuruttu. Bu, yalnızca bir coğrafyanın kurtuluşu değil, aynı zamanda Şadan Gökovalı'nin kaderinin şekillenişiydi. O topraklar, onu bilgelikle, doğayla, kültürle yoğurdu. 

Edip Cansever’in dediği gibi, "İnsan yaşadığı yere benzer"di. Ve Şadan Gökovalı, toprağı gibi bereketli, suyu gibi berrak, dağı gibi vakur, yıldızları gibi bilge oldu. 

O, sadece bir insan değil, zamanın içinde bir kitap, Homeros’tan Herodot’a, Dede Korkut’tan Yunus Emre’ye uzanan bir kütüphaneydi. Mitolojiyi şiire, destanı kelimelere dönüştüren bir büyücüydü.
Cevat Şakir ona şöyle demişti: 

"Ölsem, ölüm beni yenemeyecek, çünkü Şadan var." 

Ve bu sözler, bir vasiyet gibi, tarihin sayfalarına kazındı. Gökovalı, yalnızca yaşamadı, yüzyıllara sığacak kadar yazdı, anlattı, öğretti. Akademisyen, ozan, yazar, tarihçi, mitolog, gazeteci… Kaç hayat yaşadı bilinmez, ancak kesin olan bir şey var ki, o bir masalın başkahramanıydı. 

81 yıllık ömrüne 81 asır sığdırdı. Knidos’tan Efes’e, Bergama’dan Fethiye’ye, tanrılar ve bilginler yurdu Anadolu’nun her taşına dokundu. Ve son nefesine kadar aynı şeyi söyledi: 

"Ben her şeyden önce öğrenmeyi sevdim.

Tıpkı Prometheus’un ateşi insanlığa armağan etmesi gibi, o da bilgiyi halkına sundu. Ve ardından şu dizeleri bıraktı: 

"Ben halkım, hey!
Feleğin sillesini çok yemişim.
Kalem vermemişler elime.
Diyeceklerimi türkülerle demişim." 

Ve işte böyle, Gökovalı’nın destanı, Anadolu’nun rüzgârlarıyla, kuşaklar boyunca anlatılacak bir efsaneye dönüştü.
Dört yıl önce bugün kaybettik.
Unutulmayacaklar listemde baş sıralardadır.

30 Ocak 2025 Perşembe

HASTA KUŞUN RÜYASI

Tamer Ertuna, hayatı boyunca doğanın ve sanatın izini süren bir gezgindi. 5 Şubat 1958'de İstanbul’un gri göğü altında doğduğunda, kaderi çoktan çizilmiş gibiydi. Bulgaristan’dan göç eden ailesinin yükü sırtında, hesapların, rakamların, defterlerin içinde bir ömür geçirmek yerine, doğanın büyük defterinde kendine bir satır arıyordu.

Muhasebenin soğuk rakamlarıyla uğraşırken, içindeki sanatçının yüreği hep başka yerlere akıyordu. Sahaf dükkanlarının küf kokan raflarında, geçmişin fısıldadığı hikâyeleri dinler, eski kitap sayfalarının arasında kaybolurdu. Ama asıl kayboluşu, derin mavinin ve yüksek dorukların kollarında yaşayacaktı. Önce suyun altına daldı; mercanların kırmızı nefesinde, yosunların yeşil sarhoşluğunda başka bir dünya buldu. Sonra, gözlerini göğe çevirdi; dağların tepesinde, sislerin ardındaki büyük sessizlik ona başka bir sır verdi.
Yıllar geçtikçe doğaya olan aşkı, onu sanatın derin sularına çekti. Emeklilik, birçok insan için bir duraksa da, Tamer Ertuna için yeni bir yolculuktu. Datça’nın taş sokaklarında, denizin tuzlu kokusunda, güneşin sarı ve mavi tonlarında kendini bir paletin içinde buldu. Geçmişin izlerini ararken, doğanın her anını resmetmeye başladı. Ama sıradan bir ressam değildi o; renkleri, hatıraları ve rüyalarıyla yoğuruyordu.
Zamanla tablolarında kendini hasta bir kuş olarak çizmeye başladı. Yalnız bir kuş, sırtüstü uzanmış, evrenin sonsuz boşluğuna bakıyordu. Gecenin karası ile gündüzün sarısını aynı resme sığdırıyor, güneşle ayı bir araya getiriyordu. Çünkü biliyordu ki, coşku ile çöküş, yaşam ile ölüm, nefes ile fırtına hep aynı anda var oluyordu.
Tamer Ertuna eserlerinde sonsuzluğu merkezine alarak, iç içelik ile karşıtlığı aynı kompozisyon içinde ustalıkla harmanlıyordu. Bu yaklaşımı, onun hem coşku dolu hem de melankoliye meyilli ruh halinin bir yansımasıydı; uçlarda gezinen duygularını tuvaline incelikle işledi.
Yaldızlı kalemlerin farklı kalınlıkları ve renkleriyle çalışan sanatçı, figüratif anlatımı tercih etti. Yalnızca sergilerle değil, kitap ve dergilerde yer alan eserleriyle de sanat dünyasında kendine özgü bir iz bıraktı. Hem yurt içinde hem de uluslararası platformlarda sergilenen çalışmaları, izleyicisine derinlikli bir görsel deneyim sundu.
Renkleri, kalemlerin ucu kadar keskin; ironisi, dalgaların kıyıya vurduğu taşlar kadar ağırdı. O, doğanın sonsuz büyüsüne kapılmıştı ama bir o kadar da insanlığın hoyrat ellerinden yaralanıyordu. Tablolarına baktıkça, hasta kuşun gözlerinde hep aynı soru vardı: "Bu dünya gerçekten bizim mi, yoksa biz mi ona emanetiz?"
Bugün, Datça’da atölyesinde, rüzgarın taşıdığı fırça darbeleriyle çalışmaya devam ediyor. Belki de bir gün, hasta kuş kanatlarını yeniden açar ve sonsuz gökyüzüne doğru süzülür…

29 Ocak 2025 Çarşamba

ZİNCİRLERDEN ÖNCE ZİHNE VURULMUŞ PRANGALAR KIRILMALI

Özgürlük, sanıldığı gibi yalnızca fiziksel sınırların kalkması değildir. İnsan, en sert duvarların ardında bile özgür kalabilir ya da en geniş topraklara sahipken bile tutsak olabilir. Çünkü özgürlük, aslında insanın kafasının içindedir.

Bir hapishane hücresinde bile düşünebiliyorsanız, hayal kurabiliyorsanız, kelimeleri bir araya getirip yeni dünyalar yaratabiliyorsanız özgürsünüzdür. Ama dışarıda olup da korkularınız, kaygılarınız, öğretilmiş çaresizlikleriniz yüzünden düşünmekten bile çekiniyorsanız, gerçekte tutsak olan sizsinizdir. Özgürlüğü yalnızca dış koşullarda arayanlar, içsel zincirlerini göremedikçe hiçbir zaman ona ulaşamazlar.

Toplumlar, iktidarlar bireyleri kontrol altında tutmak için bazen fiziki duvarlar örer, bazen de görünmeyen ama çok daha güçlü olan zihinsel duvarlar inşa eder.
Öyle ki insan, bir süre sonra zincire bile ihtiyaç duymadan kendi kendini sınırlamaya başlar. “Bunu düşünmemeliyim,” “Bunu söylememeliyim,” “Bu konuda fikrim olamaz” dediğimiz her an, kendi zihnimizin gardiyanı oluruz. Oysa gerçek özgürlük, tüm baskılara rağmen düşünebilme, sorgulayabilme ve kendi yolunu çizebilme cesaretinde saklıdır.

Tarih boyu büyük filozofların, düşünürlerin,  gazetecilerin,  sanatçıların çoğu baskılar altında yaşamış ama düşüncelerini durdurmayı reddetmişlerdir. Zihinsel özgürlüğünü koruyabilen biri, yasakların, baskıların içinde bile yolunu bulabilir. Çünkü asıl mahkûmiyet, zincirler değil, zihinlerde yaratılan korkulardır.

Bir kuşun kafesi açık olduğu halde uçmaya cesaret edemediğini düşünün. Çünkü ona yıllarca kafesin dışının tehlikeli olduğu öğretilmiştir. O artık yalnızca bir kafeste değil, kendi zihninde hapsolmuştur. Oysa özgürlük, kanatların açık olup olmamasıyla değil, uçmaya cesaret edip etmemekle ilgilidir.

İnsan, her şeyden önce zihnini özgürleştirmeli. Ancak o zaman bedenini, yaşamını ve geleceğini özgürce şekillendirebilir. Çünkü zincirlerden önce kırılması gereken şey, zihne vurulmuş prangalardır.

28 Ocak 2025 Salı

ARTIK KORKMA SIRASI SENDE


Gri bir sis, kentin üzerine çökmüştü. Eskiden cıvıl cıvıl kahkahalarla dolan sokaklar, şimdi suskun birer mezarlığa dönüşmüştü.
Başkan Kranos, devasa sarayının camlarından dışarı bakarken her şeyin ne kadar sessizleştiğini fark etti. Bu sessizlik, onun için bir zaferdi. Ancak derinlerde, bu sessizliğin aslında bir tehdit olduğunu biliyordu.

Hükümetin korkusu, bir gazetecinin kaleminden damlayan mürekkeple başlamıştı. Genç bir gazeteci olan Hermes, iki yıl önce bir makale yazmıştı: “Halkın Sofrasındaki Kuru Ekmek.” Hermes, ülkenin dört bir yanını dolaşmış, insanların boş tencerelerine, çöpten topladıkları yemek artıklarına tanık olmuştu. Makale, okuyan herkesin kalbine bir kor gibi düşmüştü. Ancak Başkan Kranos için bu, devlete bir saldırıydı. Hermes, gece yarısı evinden alınmış ve bir daha kimse onu görmemişti. Ardından çok gazeteci Hermes'in kaderini paylaşmıştı.

Hermes’in tutuklanmasıyla başlayan süreç, adeta bir domino taşı gibi devrilerek genişledi. Muhalif siyasetçiler de birer birer susturuluyordu. Bir muhalefet lideri olan Hektor, mecliste yaptığı bir konuşmada “Halk aç, insanlar çöpleri karıştırıyor” dediği için tutuklandı. Onun hapse atılmasıyla birlikte ülkedeki tüm siyasetçiler daha temkinli konuşmaya başladı. Hükümet ise, her geçen gün daha da paranoyaklaşıyor, en ufak eleştiriyi bile bir “ihanet” olarak görüyordu.
Sanatçılar, tablolarına ve şarkılarına Kranos'un korkusunu çiziyordu. Bir ressam, Başkan Kranos'un kocaman bir kafesin içinde küçücük bir adam gibi göründüğü bir tablo yapmıştı. O tablo, sadece bir gece sergide kalabildi. Ertesi gün ressamın adı, gözaltına alınanlar listesine eklendi. Şarkılar yasaklandı, filmler sansürlendi. Çünkü sanat, halkın korkularını dile getiriyor, Kranos'un yarattığı sahte sessizliği bozuyordu.
Halk ise susmaya mahkûm edilmişti. İşçi bir kadın olan Helen, pazar yerinde bir gün ekmeğin fiyatına isyan etti: “Bizi aç bıraktılar!” dedi. Bu söz, pazar yerindeki diğer insanların dahi nefesini tutmasına neden oldu. Birkaç dakika içinde pazar yerine gelen polisler, Helen’i gözaltına aldı.
Uzaklarda bir köyde 70 yaşındaki nine Pandia, doğasını talan etmeye çalışan madencilere direniyordu. "Tanrınızdan bulun aç gözlü haramiler" diye bağırdı. Hemen tartaklandı, gözaltına alındı. O an herkes anladı ki, konuşmanın bedeli çok ağırlaşmıştı. Her kesimden politik/apolitik yüzlerce insan tutuklanıyordu.

Ülke, Kranos'un korkusuyla inşa edilmiş bir kafese dönüşmüştü. Ama bu kafesin en büyük özelliği, içindeki insanları değil, kafesi inşa eden Kranos'u hapsetmesiydi. Kranos, sarayında her gece aynaya bakarken bir yüz değil, arkasında beliren hayaletleri görüyordu: Hermes'in makalesi, Hector'un sözleri, Helen’in çığlığı, Pandia'nın bedduası… Ve en çok da halkın sessizliği.

Sessizlik, başta bir zafer gibi görünmüştü. Ancak zamanla, bu sessizlik, fırtına öncesindeki huzursuz bekleyişe dönüşmeye başladı. Sarayın devasa sütunları bile halkın büyüyen öfkesine dayanamıyordu. Kranos bunu hissediyor, ancak korkusu yüzünden önlem alamıyordu. Çünkü o artık sadece halktan değil, kendi gölgesinden bile korkan biriydi.

Bir gece, saraydan dışarı baktığında, o gri sisin içinde yavaş yavaş parlayan binlerce ışık gördü. İnsanlar, ellerindeki fenerlerle sessizce toplanıyorlardı. Halk konuşmuyor, bağırmıyordu. Sessizlik içinde yürüyen bu kalabalık, Kranos’a sadece bir mesaj veriyordu:

Artık korkma sırası sende.”

KARANLIK DALGALARDA KAYIP BİR HAYAT; MARİA

Karadeniz, o gece kapkaraydı. Yıldızlar, bulutların ardına saklanmış, ay ışığı dahi cesaret edememişti denize dokunmaya. Rüzgarın uluması, dalgaların hiddeti ve bir takanın tahtadan iniltileri... İşte Maria'nın kaderi bu karanlık gecenin kollarında yazıldı. 

Maria, sarı saçları ve mavi gözleriyle bir masaldan fırlamış gibiydi. Ama bu masalın sonu, kimsenin hayal edemeyeceği kadar karanlıktı. Odessa’nın sokaklarında neşeyle dolaşan o genç kız, artık idealist bir aşkın peşinde, Karadeniz'in soğuk sularına doğru sürükleniyordu. Yanında kocası Mustafa Suphi ve onun 13 yoldaşı vardı. İnanmışlardı. Bir dünya hayal etmişlerdi; eşit, adil, sevgi dolu bir dünya. Ancak karanlık, bu hayali boğmaya çoktan hazırdı. 

Takalarının yolunu bir başka tekne kestiğinde, Maria'nın kalbindeki umut ilk kez kırıldı. Gelenler... Karanlık sular kadar acımasız, ölüm kadar soğuktu. Silahların parlamasıyla kocası ve yoldaşları, mezbaha soğukluğunda birer birer yere düştüler. Maria’nın gözlerinin önünde, sevgisi, inancı ve umudu parçalanıyordu. Kocasının son nefesi Karadeniz’in dalgalarına karışırken, Maria canlı kalan tek kişiydi. Ama yaşamaktan ziyade, bir hayalet gibi hissediyordu artık. 

Kader, Maria’yı kurtarmadı. Karaya adım attığında, onu bekleyen cehennemin yalnızca başlangıcıydı. Yahya Kahya’nın eline düşmüş, bir kapatmaya dönüştürülmüştü. Onun evi bir zindandı, her gece ise tarifsiz bir azap. Dayak, tecavüz ve aşağılanma... Maria’nın ruhu her geçen gün biraz daha tükeniyordu. Ama bu yetmedi; o, bir nesne gibi elden ele dolaştırıldı. Zengin sofralarının aşağılık eğlenceleri, çetelerin karanlık gece alemleri... Maria'nın bedeni, paranın ve gücün kurbanı oldu. 

Yıllar sonra Maria, ne bir kadın, ne bir insan gibi hissediyordu. Sokaklarda aç, beş parasız ve yalnız... Akıl sağlığı yitip gitmiş, yalnızca acının izlerini taşıyan bir bedene dönüşmüştü. Bir gün, kimse fark etmeden, bir köşe başında son nefesini verdi. Sessizce... Sanki hiç yaşamamış gibi. Onu kimsesizler mezarlığına gömdüler, ismi bile unutuldu. Ama o, Karadeniz’in karanlığında boğulan bir hayal olarak kaldı. 

Mustafa Suphi ve 13 yoldaşı, Maria’nın gözlerinden gitmeyen hayaletlerdi. 28 Ocak 1921 gecesi, Erzurum'dan Trabzon'a sürüklenmiş, her durakta biraz daha onurlarından koparılmışlardı. Halkın öfkesi, linç girişimleri ve çığlıklar... Bu öfke nereden geliyordu? Onları kim böyle kışkırtmıştı? Kimse bilmiyordu. Belki de biliyordu ama susuyordu. 

Değirmendere'de Yahya Kahya ve adamları, Mustafa Suphi ve arkadaşlarını zorla bir takaya bindirdiler. "Batum’a gidiyorsunuz," dediler. Ancak Karadeniz, bu yalanı çoktan yutmuştu. Takanın ardından bir başka tekne... Daha büyük, daha hızlı, ölümle dolu bir tekne... Gece, Karadeniz'in hırçın dalgaları arasında iki tekne çarpıştı. Silah sesleri yankılandı, çığlıklar sulara karıştı. Mustafa Suphi ve arkadaşları, onurlarıyla son nefeslerini verdiler. Ve Karadeniz, onların cesetlerini karanlıklarına sardı. 

Yahya Kahya Trabzon’a zaferle döndü, yanında Maria ile birlikte. Ancak zafer, sonsuza kadar sürmezdi. Katliamın yankıları Ankara’ya ulaştığında, gözler Trabzon’a çevrildi. Ali Şükrü Bey, mecliste bu korkunç katliamın hesabını sormaya çalıştı. Ancak tarihin karanlık elleri devreye girdi. Yahya Kahya bir gün faili meçhul bir cinayete kurban gitti. Onun ardından Ali Şükrü Bey, Topal Osman tarafından boğularak öldürüldü. İpler daha da karıştı, hakikat gömüldü. Ve böylece Mustafa Suphi ve arkadaşlarının hikayesi, Cumhuriyet tarihinin ilk faili meçhul cinayeti olarak tarihe geçti. 

Ama ya Maria'nın hikayesi? O, tarih kitaplarında bir dipnot bile olmadı. Onun adı, sadece Karadeniz’in karanlık dalgalarına fısıldandı. Ve bu hikaye, bir kadının hayaletini, bir halkın vicdanını ve bir denizin sessizliğini anlatır oldu. 

O karanlık gecenin özeti Nazım Hikmet'in mısralarına şöyle yansıdı. 

"Karadeniz
on beş kere açtı göğsünü,
on beş kere örtüldü.
onbeşlerin hepsi
bir komünist gibi öldü."
#28kanunisani
#28ocak

26 Ocak 2025 Pazar

DATÇA'NIN DEVRİMCİ DALGASI


Rüzgarın, denizin tuzlu kokusuyla harmanlandığı Datça kıyılarında, her şey bir fikirle başlamıştı. Bir kıvılcım gibi bir akıl, bir yürek, bir cesaret...
Bu fikir, Necati Sağır’ın denize aşık ruhundan doğmuştu. Okyanusların derinliklerinden yükselen devrimci bir dalga gibi, küçük bir kıyı kasabasında yankı bulmuştu. Yıl 2006'ydı. Bir avuç insan, bir hayalin peşine düşmüş, soğuk kış sularına meydan okuyarak Datça Açık Deniz Kış Yüzme Maratonu’nun ilk kulaçlarını atmıştı. O gün kimse bilemezdi, bu fikrin bir gün bir fırtına gibi büyüyüp Arşipel'i ve Mare Nostrum'u saracağını.

Ama fikirler böyledir; bir kez doğduklarında, ne fırtınalar, ne dalgalar onları durdurabilir. 19 yıl içinde o küçük kıvılcım, uluslararası bir ateşe dönüştü. Bugün, dünyanın dört bir yanından yüzücüler, denizin ve dostluğun çağrısına kulak verip Datça’ya akın ediyor. 500’e yakın sporcu, o mavi sulara kendilerini bırakıyor; kimileri yarışıyor, kimileri bir ideal uğruna kulaç atıyor.
Necati Sağır’ın hayali denizle başlamıştı, ama kökleri çok daha derinlere uzanıyordu. Trabzon’un Karadeniz’i kucaklayan Araklı ilçesinin Kalecik Köyü’nde büyüyen bir çocuktu o. Sabahın erken saatlerinde, okula gitmek için bazen beş kilometrelik yolu yüzerek kat ederdi. Denizin her dalgası, her kıpırtısı, onun ruhuna devrimci bir cesaret aşılıyordu. Belki de o yüzden, hayatının her döneminde bir köprü inşa etme sevdasına kapıldı.

1960’ların sonunda, Hakkari’nin Zap Suyu üzerine bir köprü hayaliyle başlayan hikayesi, onun devrimci kimliğinin simgesiydi. Devletin göz ardı ettiği köylülerin derdine derman olmak için bir avuç devrimci gençle birlikte kolları sıvadı. "Boğaza değil, Zap Suyu’na köprü!" diyerek başlayan kampanya, dayanışmanın ve emeğin gücünü gösteren bir destana dönüştü. Üç ay gibi kısa bir sürede Zap Suyu Köprüsü tamamlandı. O köprü, yalnızca iki yakayı birleştiren bir yapı değildi; aynı zamanda halkın umudunu, gençliğin cesaretini ve devrimin özünü temsil ediyordu. Necati Sağır, bu köprünün mimarlarından biri olarak tarihe geçti.

Ancak, köprüler sadece fiziksel yapılar değildir; bazen insanlar arasında da kurulur. Necati Sağır, ömrünü barışın ve dostluğun köprülerini inşa etmeye adadı. Datça’da yalnızca bir yüzme maratonunu hayata geçirmekle kalmadı, aynı zamanda Türkler ve Yunanlılar arasında barış kulaçlarını mümkün kıldı. 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde, Datça ile Simi Adası arasında denize bırakılan her kulaç, iki millet arasında atılan bir dostluk köprüsüydü. Denizler, savaşlara tanıklık etmiş olsa da bu defa barışa ev sahipliği yapıyordu.

Necati Sağır yıllardır Datça’da yaşıyor. Gözleri denizle buluştuğunda, yüzünde bir devrimcinin gururu, bir denizcinin sükûneti beliriyor. Çünkü o, hayatta en çok şuna inanıyor: Bir fikir, yeterince güçlü bir yürekle birleştiğinde, dünyayı değiştirebilir. Denizlere köprü kurmuş bir adamın hikayesi, işte bu yüzden bir masal değil, bir hakikattir.
Datça Açık Deniz Kış Yüzme Maratonu'nu her izlediğinizde bu hikayeyi anımsamanız dileğiyle.
Görsel katkı: Evren Ersoy

25 Ocak 2025 Cumartesi

BİR PROTEZ BACAĞIN ANLATTIKLARI

Datça’nın Sındı Köyü, bir öykü saklar. Çam ağaçlarının serin gölgesinde, taş evlerin arasında dolaşan bu öykü, Hasan Uysal'ın adını taşır. 1900 yılında burada doğan Hasan, hayata ayak basarken kimse onun bir milletin onuru ve fedakarlığının sembolü olacağını tahmin edemezdi.
Genç Hasan, 20’li yaşlarının başında, Anadolu’nun dört bir yanında yankılanan çağrıya kulak verdi. Kurtuluş Savaşı’nda vatan toprağını savunmak için cepheye koştu. Ancak savaş, Hasan’dan çok şey aldı; iki bacağını.
Onun hikayesi burada sona erdi sananlar yanıldı. Hasan, düşen bir çınar gibi toprağa kök saldı. Devletin verdiği tahtadan yapılmış, kösele deri ve demirle desteklenmiş protezlerle hayata tutundu. Bu tahtadan bacaklar, sadece birer protez değil; Hasan’ın inadının, umudunun ve mücadelesinin birer uzantısıydı.
O protez bacaklarla tarlalarda çalıştı, çocuklarını büyüttü. İki evliliğinden doğan 11 çocuğuna sadece ekmek değil, azim ve onur miras bıraktı. Her adımında yitirilmiş bir gençliğin, ama kazanılmış bir bağımsızlığın ağırlığını taşıyordu. Protezleriyle yürüyemediği yolları çocuklarına hayal ettirdi, belki de torunlarına bir milletin fedakarlık öyküsünü anlattı.
1974 yılı geldiğinde Hasan Uysal, ardında derin bir sessizlik bırakarak bu dünyadan göçtü. Ama hikayesi, torununun kalbinde yaşamaya devam etti. O protez bacak, sadece tahtadan bir eşya değildi artık; dedesinin mücadelesinin ve vatan uğruna feda edilenlerin simgesiydi.
Hasan’ın torunu Sedat Uysal bir gün protezi eline aldı, uzun uzun baktı. Parmaklarını yıpranmış kösele deride gezdirirken, dedesinin yorgun nefeslerini ve kahramanlık dolu sessizliğini hissetti. "Bu protez sadece bizim ailemizin değil," dedi kendi kendine, "bir milletin hatırası." Dedesi adına gururla dolarken, bu emaneti daha çok insanın görmesi gerektiğini düşündü. Bir müzede, Hasan Uysal'ın protezi, onun hikayesini bilmeyen gözlere ilham olabilir, unutan kalplere hatırlatıcı bir yankı bırakabilirdi.
Datça’da bir etnografya müzesi hayal etti torunu. Hasan Uysal’ın tahtadan protezinin sergilendiği bir müze... Yalnızca dedesinin değil, bu toprakların nice kahramanının, emekçinin, fedakar insanının izlerini taşıyan bir yer. Çiftçinin sabanı, balıkçının ağı, terzinin makası, annenin ekmek tahtası... Her bir eşya, kendi hikayesini anlatan sessiz bir ağıt, bir direniş destanı olabilirdi.
Bir etnografya müzesi, Datça tarihinin arasında saklanan nice hikayeyi gün yüzüne çıkarabilirdi. O protez, bir gün hak ettiği yerde, bir müzede, bir milletin fedakarlığını anlatan bir sembol olmalıydı. Çünkü bazı hikayeler, unutulmamak için anlatılmalı, saklanmalı ve paylaşılmalıydı.
Bazı kulaklar "müze gerekli" seslerini duymalıydı.
Not: Evren Ersoy'un Demirören Haber Ajansı'nda yaptığı haberden kurgulanmıştır.

KORKU KRALLIKLARI DA YIKILIR


MÖ 500’lerin Sicilyası... Bugünkü İtalya'nın güneşli topraklarında, bereketli vadilerin gölgesinde kan kokusu duyulurdu. O topraklarda Phalaris adında bir tiran hüküm sürüyordu. Gücü kadar zalimliğiyle de nam salmıştı. Halkın üzerine demir yumruğunu indirmiş, ordusunu paralı askerlerle donatmış ve kendini sarayındaki altın işlemeli duvarların ardına kapamıştı. Sokaklarda açlık ve sefalet kol gezerken, sarayında şarap fıçılarından taşar, sofralarında kuş sütü eksik olmazdı. Ama bu lüks, Phalaris’in içindeki korkuyu dindiremezdi. Çünkü her tiran gibi o da bilirdi: Korku, en çok korkanların silahıdır.
Bilge diyor ya.

"Topluma korku salanlar, aslında en çok kendileri korkanlardır."

Pharalis de korkuyordu.
Halkın gazabından korkuyordu.
Bu nedenle zulmü, baskıyı daha da artırmalı, topluma daha çok korku salmalıydı.

Sicilya’nın halkı suskundu; konuşanın dili koparılır, başı kesilirdi. İşkenceler Phalaris’in düzeninin temel taşıydı. Ancak bu düzeni daha da korkutucu hale getirmek için bir şeyler gerekiyordu. İşte burada, Atinalı bronz ustası Perilaus sahneye çıktı. Perilaus, sanatını vicdanına değil altına satanlardandı. Tiranın sarayında, kanlı dehasını gösteren bir eser yaratmıştı: Bronz bir boğa. Heykel devasa, parıldayan bir canavar gibi duruyordu. Ancak bu sıradan bir sanat eseri değildi. Boğanın içi boştu ve yan tarafında bir kapak bulunuyordu. Tiranın düşmanları, bu metal canavarın içine hapsedilecek ve altına ateş yakıldığında, acı çığlıkları boğanın burun deliklerinden kızgın bir hayvanın böğürtüsü olarak yankılanacaktı.

Perilaus eserini tanıtırken, sesindeki gurur ve çılgınlık birbirine karıştı:
“Ey büyük Phalaris! İşte düşmanlarınıza korku salacak bir mucize! Bu boğa, onların iniltilerini böğürmeye çevirecek. İzleyenler hem korkacak hem de sana hayran kalacak.”

Tiran, heykeli hayranlıkla inceledi. Ama bu metal canavarın vaadini görmek istiyordu. Deneme kurbanı, başka biri değil, Perilaus’un kendisi olacaktı. Phalaris, sanatçısına döndü ve soğuk bir emir verdi: “Haydi, senin eserinle başlayalım.” Perilaus, boğanın içine sokuldu. Kapağı kapatıldı ve altına ateş yakıldı.

Kısa bir süre sonra, bronz boğanın burun deliklerinden dumanlar yükseldi ve Perilaus’un çığlıkları kızgın bir boğanın böğürtüsüne dönüştü. Saray buharlı bir cehenneme dönmüştü. Phalaris’in gözlerinde bir tatmin parıltısı vardı. Ama tiran, Perilaus’u kavrulmaya bırakmadı. Onu canlı canlı çıkarttırdı, sadece daha ağır bir ceza için. Sanatçısını uçurumdan attırarak, sadakatini ödüllendirdi!
Yalakalığın sonu buydu.

Yıllar boyunca, bronz boğa Sicilya’da bir ölüm sembolü oldu. Muhalifler, suçlanan masumlar ve tiranın keyfine dokunan herkes o ateşin içinde can verdi.
Ancak tarih, tiranların ebedi olmadığını hatırlatır. Halkın sabrı taşar, öfke alevlenir ve bir gün korku krallıkları yıkılır. Sicilya halkı, Telemachus adında bir liderin önderliğinde ayaklandı. Sarayın duvarları yıkıldı, askerler kaçtı ve Phalaris yakalandı.

Adaletin tecellisi, demirden yapılmış o boğanın içinde gerçekleşecekti. Phalaris, kendi eserine hapsedildi ve altındaki ateş körüklendi. Bronz boğa, bu kez tiranın kendi böğürtüleriyle yankılandı. Duman, saraydan gökyüzüne yükseldiğinde, Sicilya halkı sonunda derin bir nefes aldı.

Phalaris’in korku krallığı sona ermişti. Bronz boğa ise bir zamanlar zulmün sembolü iken, şimdi zalimlerin kaçınılmaz sonunun sessiz bir tanığı olarak tarihin tozlu raflarına kaldırıldı. Bugün Brüksel İşkence Müzesi’nde sergilenen bu boğa, insanoğlunun hem dehasını hem de zulme karşı direnişini hatırlatan bir sembol olmaya devam ediyor.

23 Ocak 2025 Perşembe

ŞÜKÜR Kİ VARLAR! YAŞASIN ADALETLİ YÖNETİMİMİZ

Ah, ne mutlu bize ki bir refah döneminde yaşıyoruz! Her sabah gözlerimizi açtığımızda, yepyeni bir zam haberiyle karşılaşıyoruz. Elektrik, doğalgaz, su, temel gıda… Hepsi bir lüks olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Böylesine kıymetli bir yaşam standardına erişmek için çabalamak, bir milletin en büyük erdemi değil midir? 

Asgari ücretlilerin durumuna bir bakalım. Onlar, kutsal bir fedakarlığın timsali. Aylık birkaç kuruşla hayatta kalmayı başarmak, modern dünyanın çözemediği bir matematik mucizesidir. Çocuğunun beslenme çantasına bir dilim ekmek koyarken bile içi rahat; çünkü ekmek fiyatı arttıkça, onun değerini daha iyi anlıyoruz. Yoksulluk mu? O, bizim dayanışma ruhumuzu güçlendiren, bizi birbirimize kenetleyen bir armağan! 

Emeklilere gelince, ne büyük bir lütufla karşı karşıyayız! Hayatları boyunca çalışmış bu insanlar, günlerini artık huzurla geçirebiliyor. Tabii, huzurun tanımını değiştirirsek… Market reyonlarında en ucuz ürünü ararken bile şükrediyorlar, çünkü yönetimimiz onlara “şükür” etmenin güzelliklerini hatırlatmayı hiçbir zaman unutmuyor. 


Zamlar sadece bir ekonomik araç değil, aynı zamanda halkımıza yeni hedefler koyuyor. “Bugün margarin, yarın tereyağı” diyerek hayallere tutunuyoruz. Hayat pahalılığı dediğiniz şey, aslında hepimize “azla yetinme” ahlakını öğreten büyük bir yaşam dersi değil de nedir? 

Ve işsizlik… Tabii ki modern dünyanın bir mucizesi! Çalışmaya gerek duymadan yaşamayı öğretiyor bizlere. “Çalışmak zaten eski dünyanın alışkanlığı, teknoloji çağındayız!” der gibi, iş bulamayanlara huzur dolu bir bekleyiş hediye ediliyor. İş arama sürecinin insanı olgunlaştırdığı da unutulmamalı. 

Ah, ne şanslıyız ki bu altın çağda yaşıyoruz! Her sabah açlığımızı, yoksulluğumuzu ve çaresizliğimizi hatırlatan bir yönetimimiz var. Biz bu çilelerle yoğruluyor, bir gün hepsini "şükrederek" aşacağımıza inanıyoruz. Daha ne olsun? 

Ne mutlu bizlere ki, dünyanın gıpta ile baktığı bir yönetim anlayışına sahibiz. Hukukun üstünlüğünü, bireylerin haklarını ve özgürlüklerini bu denli kararlılıkla göz ardı edebilen bir irade kolay bulunmaz! Bu cesur tutum, toplumun farklı kesimlerini susturmak ve aynı hizaya getirmek için büyük bir gayretle çalışıyor. Ne de olsa çeşitlilik kargaşa demektir, değil mi? 

Aydın düşmanlığı mı dediniz? Hadi canım siz de! Bu yanlış bir ifade olur. Onlar yalnızca farklı düşünenleri "hatalarından döndürmek" için çaba sarf ediyor. İster bilim insanı, ister yazar olun, eğer yönetimin vizyonuyla aynı doğrultuda düşünmüyorsanız, elbette ki bir "rehberliğe" ihtiyacınız vardır. Bu rehberlik de bazen bir soruşturma, bazen bir gözaltı, bazen de bir tutuklama şeklinde kendini gösterir. 

Ah, ne mutlu bize ki, basın özgürlüğü konusunda dünya çapında örnek alınan bir ülkeyiz! Bizde ifade özgürlüğüne öyle bir değer veriliyor ki, gazetecilerimiz bir kelime bile yanlış yazmasın diye büyük bir özenle takip ediliyor. Nezaketle dolu bu dikkat, elbette ki basın çalışanlarının doğru ve "uygun" haberler yapmasını sağlamak için. Çünkü yanlış bilgi yaymak tehlikelidir, değil mi? 

Gazetecilerimizin güvenliği de ön planda. Mesela hapishaneler... Onlar için adeta bir koruma kalkanı! Yanlış anlaşılmasın, bu yerler cezalandırma değil, "dinlenme tesisleri" olarak görülmeli. Yıllarca haber peşinde koşturup yorulan gazeteciler, bu tesislerde kendilerine vakit ayırma fırsatı buluyor. Çelik parmaklıklar, sessiz ortam ve günlük rutininizden uzaklaşma fırsatı… Kim istemez ki böyle bir kaçamağı? 

Sansür mü? Hayır efendim, sansür değil bu, yalnızca bir rehberlik hizmeti. Yanlış haberler yaparak "halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme" tehlikesine karşı, haber içeriklerine bir "ince ayar" yapılıyor. Bu hizmet sayesinde gazeteciler, doğru ve "olması gerektiği gibi" haber yapmayı öğreniyor. Özgürlüğün tanımı zaten budur: Doğru yolu seçmek. 

Sosyal medya da bu özenli sürecin bir parçası. İnsanların bir cümle yazmadan önce defalarca düşünmesi, onların daha bilinçli bireyler olmasını sağlıyor. Bir tweet atmadan önce on kere düşünmek, hem beyin jimnastiği yapmanızı sağlar hem de ruhunuzu arındırır! Örneğin, “Merhaba dünya” yazmadan önce yanlış anlaşılma ihtimalini sorgulamak ne güzel bir disiplin değil mi? 

Bir gazeteciyseniz ve muhalif bir ses çıkarıyorsanız, ne güzel! Yönetimimiz, sizinle özel olarak ilgileniyor. Davalar, soruşturmalar ve gözaltılar, sizi eğitmek ve daha iyi bir vatandaş olmanızı sağlamak için yapılan önemli katkılardır. Çünkü farklı düşünmek, toplumun uyumunu bozabilir. Aynı hizmetlerden yazarlar, akademisyenler ve sanatçılar da faydalanabiliyor. Çünkü bilgi ve sanat da halkın uyumunu bozabilir, değil mi? 

Biz bu yönetimle gerçekten şanslıyız. Tarih, ileride bu dönemi yazarken "huzur içinde susturulan halk" diye anacaktır. Sessiz bir toplum, mutlu bir toplumdur. Yaşasın adaletin ve aydınlığın zirvesindeki yönetimimiz! 
×××
Efendim 24 Ocak Dünya İltifat Günü'ymüş.
Bir vatandaş olarak günün anlam ve önemine bianen bize bu günleri yaşatanlara minnet duygularımı ifade ederek erken iltifatta bulunmak istedim.
Resim: Albrecht Dürer

22 Ocak 2025 Çarşamba

İNSANDAN UZAK SONSUZ BİR DÖNGÜ


"Benim adım Astrea," dedi papatya, gökyüzünden düşen bir yıldızın ışığını yapraklarına saklayan bir zerafetle. Her kelimesi rüzgarla fısıldaşıyor, toprağın derinliklerine kök salıyordu.
"İyilik meleğiyim ben. Adaletin ve zarafetin sembolü... İnsanların kötülüklerine dayanamayınca, babam Zeus beni yıldızlara emanet etti. Şimdi göklerin sessizliğinden bakıyorum onlara. Her haksızlıkta, her zalimlikte gözyaşlarım düşüyor yeryüzüne. O damlalar toprağa kavuştuğunda, işte böyle papatyalar olurum. İnsanların unuttuğu iyiliği hatırlatmak için buradayım."

Tam o anda, altın kanatlarından yayılan titreşimle bir arı yaklaşarak konuşmaya katıldı. Onun sesi, binlerce çiçeğin hafızasını taşıyan bir melodi gibiydi.

"Biliyor musun" dedi arı, bilgelikle parlayan gözlerini papatyaya çevirerek, "senin baban Zeus, bebekken yalnızca benim atalarımın balıyla beslendi. Onun gücünü ve ölümsüzlüğünü bu toprakların en saf nimetlerinden aldı. Hatta Apollo’nun tapınağını bile biz inşa ettik; küçücük kanatlarımızla, büyük bir adanmışlıkla. İnsanlara o kadar çok iyilik sunduk ki, onlar Mellona adında bir tanrıça yarattılar bizden. Rahibeler bir zamanlar arı kılığına bürünür, kutsallığı taşırdı. Ama artık o günler bir masaldan ibaret."

Arı derin bir iç çekişle durakladı. Papatya, bu kadim hikayeyi ilk kez duyuyormuş gibi merakla eğildi. "Peki sonra ne oldu?" diye fısıldadı.

Arı, yorgun bir rüzgar gibi iç geçirerek devam etti:
"Neler olmadı ki... İnsanlar çoğaldı. Kentleri bizim çayırlarımızın kalbine kurdular. Çiçekler yok oldu, ardından biz mahvolduk. Tarım ilaçlarıyla zehirlendik, sahte tatlarla yerimiz doldurulmaya çalışıldı. Oysa biz çiçeklere bağlıyız, papatya. Onlar olmadan var olamayız. Çiçeksiz bir dünya, nefessiz bir dünyadır."

Papatya, narin yapraklarını şefkatle arıya doğru uzattı. "Ben buradayım," dedi sakin bir kararlılıkla. "Polenlerim sana feda. Taşı beni; ben de seninle var olayım."

Arı, minnetle başını eğerek papatyanın polenlerini bacaklarına topladı.  "Senin iyiliğinle ben, bu polenleri başka çiçeklere taşıyacağım" dedi. "Böylece, zarafetinle benim emeğim birbirine karışacak ve sonsuz bir döngü yaratacağız."

Ve böyle oldu. İnsanların unuttuğu bir köşede, doğanın sessiz nefesinde, arı ve papatya kadim bir ahenk içinde yaşadı.
Hikayeleri, bir meltemin taşıdığı fısıltı gibi insanlığa ulaştı: Doğa, dostlukla ve karşılıklı özveriyle var olur.

21 Ocak 2025 Salı

NE GÜLÜP DURUYORSUN TERBİYESİZ PAPAĞAN?

Asırlar evvel, Libya'nın sıcak ve sessiz topraklarında bir adam yaşardı. Adı Apsethus’tu. Derin bir yalnızlıkla çevrili bu adam, kendisini sıradan bir insandan çok daha büyük bir varlık olarak görürdü. Geceleri durgun bir suyun karşısına geçer, yüzüne bakarak kendi kendine şöyle fısıldardı: "Apsethus, sen bir tanrısın. Senden üstün ne var ki?" Bu fısıltı, onun zihninde yankılanır, ruhunu sarardı. 

O dönemde, tanrılar her köşede çoğalıyor, her nesnenin, her düşüncenin bir ilahı oluyordu. Eğer bir dağın, bir rüzgarın tanrısı varsa, neden Apsethus bir tanrı olmasındı? Kendi dünyasında bu düşünceyle yükselirken, nihayet sokağa çıktı ve halkın arasında dolaşmaya başladı. Her karşılaştığı insana "Ben bir tanrıyım!" diye sesleniyordu. Ama halk kayıtsızdı. Kimse ona inanmadı. 

Bu durum Apsethus’un kafasını kurcaladı. "Bir tanrı olduğumu insanlara nasıl kanıtlayabilirim?" diye günlerce düşündü. Nihayet dahiyane bir plan kurdu. Doğanın seslerini ödünç alacak, kendi tanrılığını yankılara işletecekti. Onlarca papağan yakalayıp büyük bir kafese koydu. Aylarca, sabırla uğraşarak bu kuşlara şu cümleyi öğretmeyi başardı: "Apsethus bir tanrıdır." Papağanlar artık birer canlı megafon olmuştu. 

Bu işi bitirince, onları özgür bıraktı. Kuzey Afrika'nın uçsuz bucaksız gökyüzünde süzülen papağanlar, her köye, her şehre konup aynı şeyi söylüyordu: "Apsethus bir tanrıdır." Kulaktan kulağa yayılan bu söz, halkın zihnine yerleşti. İnsanlar onu bir tanrı olarak kabullenmeye başladı. Dualar edildi, tapınaklar yapıldı, hediyeler sunuldu. Apsethus artık bir ilah gibi Libya topraklarında dolaşıyor, halkın hayranlık dolu bakışları arasında hayatını sürdürüyordu. 

Fakat yalanın ömrü sınırlıdır, derler. Apsethus’un zaferi de uzun sürmedi. Günün birinde, zekasıyla tanınan biri, bu oyunu fark etti. O da onlarca papağan yakaladı. Bu kez papağanlara başka bir cümle öğretti: "Apsethus bizi bir tanrı olduğunu söylemeye zorladı.

Papağanlar doğaya salındığında, bu yeni gerçeklik hızla yayıldı. Libya halkı kandırıldığını anladığında, öfkeyle toplandı. Bir zamanlar tapındıkları Apsethus'u yakaladılar ve onu cezalandırarak sonunu getirdiler. 

Bu eski söylence, çağların ötesinden bir ders anlatır. Papağanların tekrar ettiği sözlere kanarsanız, yanılabilirsiniz. Sokaklarda, pazarlarda, ekranlarda yankılanan ezberlenmiş cümleler sizi kolayca aldatabilir. 
Carlo Collodi’nin Pinokyo’sunda olduğu gibi, papağanların alaycı gülüşünü duyabilirsiniz. 

"Söylesene! diye haykırdı iyice öfkelenen Pinokyo. 

Ne gülüp duruyorsun, terbiyesiz papağan? 

Papağan yanıt verdi. 

Her türlü saçmalığa inanıp kendilerinin soyulmasına olanak veren aptallara gülüyorum." 

Gerçek ancak gözünü açanlara görünür.

20 Ocak 2025 Pazartesi

TOPLUMSAL FELÇ VE SEYİRCİ KALMANIN BEDELİ


Uzaklarda, çok uzaklarda sözde cumhuriyet ile yönetilen bir ülkede yaşandı bunlar.
Ülkeye yönetenler toplum üzerinde her türlü sosyal deneyi yaptılar.
Hayali düşmanlar yaratarak insanları birbirine düşürdüler; kin, korku ve şüpheyi toplumsal dokunun temeline işlediler.
Çoğunluk sustu.
Önce bir grup, sonra bir başkası susturuldu. Gözaltılarla, tutuklamalarla sessizlik yavaş yavaş normalleşti.
Baktılar güçlü bir karşı çıkış yok, baskıyı daha da artırdılar.
Demokrasi, insan hakları, adalet gibi kavramlar tek tek ellerden kayarken meydanlar boş, sesler ise ürkek ve cılızdı.
Milletvekilleri ve belediye başkanları görevlerinden alındı, bir avuç insan dışında kimse buna itiraz etmedi. 
Oysa Jean-Paul Sartre, “Haksızlığa sessiz kalan, ona ortak olur” demişti.
Sessizlik bir başkaldırıyı değil, kabullenişi doğurdu. Laikliğe saldırılar artarken, doğaya hoyratça el uzanırken, emekçi hakları küçümsenirken; çoğunluk seyirci kalmayı tercih etti.
Zamlara karşı sustular, haklarına yönelik saldırılara karşı gözlerini kapadılar.
Antonio Gramsci'nin "sessiz çoğunluk" dediği bu kitle, bir şeylerin yanlış olduğunu fark etse bile harekete geçmeyi hep başkasından bekledi.
Bazıları da "ulu bir lider"in yolunu gözledi.
Sosyologların "toplumsal apati" diye tanımladığı bu durum, bireyin kendini büyük bir sistem içinde önemsiz görmesiyle açıklanabilir. Hannah Arendt'in "kötülüğün sıradanlığı" kavramında olduğu gibi, toplum, adaletsizliği ve haksızlığı kanıksamaya başladı. Oysa her bir birey, toplumsal dönüşümde aktif bir rol üstlenmek zorundadır. Aksi halde suskunluk, zamanla haksızlıkların bir ortağı haline gelir.
Şimdi herkes, "Bu ülke nasıl bu hale geldi?" diye soruyor. Ama bu sorunun cevabı siyasette değil, sosyolojinin derinliklerinde saklı.
Toplumun en büyük sorunu, dayanışmanın yerini bireyselliğin, eleştirinin yerini korkunun almış olmasıdır. Victor Hugo'nun dediği gibi, "Bir halkın çöküşü, vicdanının sessizliğinden başlar." Ve ne yazık ki, bu sessizlik bugün yankılandıkça, geleceği şekillendiren bir karanlığa dönüşüyor.
Direnenlerin, eleştirenlerin hep aynı insanlar olması tesadüf değil. Onlar, toplumu uyandırmaya çalışan vicdanın son çırpınışları. Ancak, bir toplumun kurtuluşu yalnızca birkaç kişinin mücadelesine bırakılamaz. 
Toplumun tüm bireyleri, sorumluluğu paylaşmayı öğrenmeden bu kısır döngüden kurtulamak ütopyadan başka bir şey değildir.
Ve şimdi o ülke halkı tek kurtarıcının kendisi olduğunun bilincine varmadan hala bir kurtarıcı bekliyor.

TRUMP VE DENALİ'NİN RUHLARI

Athabaskalar, Alaska’nın uçsuz bucaksız topraklarında yaşayan bir Kızılderili ulusu. 200 binden fazla nüfuslarıyla bölgenin en kalabalık halkı durumundalar. Yaşadıkları coğrafyada yükselen Denali Dağı, onlar için sıradan bir zirveden öte, kutsallığın ve doğaüstü bir gücün merkezi. Denali (Dghelaayce’e), Atabask dillerinde "büyük biri" anlamına geliyor ve mitolojilerinde ruhların mesken tuttuğu, atalarının seslerini yankılayan bir yer olarak anlatılıyor. 

Bu dağın çevresinde dönen efsaneler, doğanın kudretine ve insanın o kudret karşısındaki yerine dair derin dersler taşıyor. Bunlardan biri, hırsının bedelini ödeyen genç bir avcının hikayesidir. 

Bir zamanlar, kabilesinin bolluk içinde yaşadığı günlerde, bu genç avcı, avlanmayı yalnızca bir ihtiyaç olarak değil, bir güç gösterisi haline getirmişti. Avladığı hayvanların ruhlarına saygı göstermiyor, doğanın dengesiyle alay ediyordu. Ama her şeyin bir sınırı vardı. Avcının aşırılığı yüzünden topraklar bereketini yitirdi, hayvanlar bölgeyi terk etti ve kabile açlıkla sınandı. 

Kabilenin bilge şamanı, avcıyı uyararak şöyle dedi. 

Denali’nin ruhları seni izliyor. Eğer bu yaptıklarını telafi etmezsen, dağın öfkesi hepimizi yok edecek. Kutsal zirveye çıkmalı ve ruhlardan af dilemelisin.” 

Korku ve pişmanlık içinde, avcı Denali’nin zirvesine doğru yola çıktı. Yolculuk, hem fiziksel hem de ruhsal bir sınavdı. Kar fırtınalarının içinde yolunu kaybetti, açlık ve susuzlukla mücadele etti. Ancak doğaüstü işaretler ona yol gösterdi; rüzgarın uğultusunda hayvanların fısıltılarını duydu, yıldızların altında beliren bir ayının parıltısını gördü, bir kurt ise onun yol arkadaşı oldu. 

Zirveye ulaştığında, sessizliğin içinden ruhların sesi duyuldu. 

Hırsın, yalnızca seni değil, seni doğuran toprağı da yaraladı. Yaşam, paylaşım ve saygı üzerine kuruludur. Eğer değişirsen, biz de seni bağışlarız.” 

Avcı, bu sözlerin ağırlığı altında değişmeye söz verdi. Kabilesine döndüğünde, doğaya uyum içinde yaşamayı öğrendi. Sadece ihtiyacı kadar avlandı ve ruhların öğrettiği dengeyi kabilesine de aktardı. Çok geçmeden hayvanlar geri döndü, topraklar yeniden bereketle buluştu. O günden sonra Denali, Athabaskalar için sadece bir dağ değil, doğanın ve insanın uyumunun yüce bir sembolü oldu. 

1867 yılında Amerika Birleşik Devletleri, Alaska’yı Rusya’dan 7.2 milyon dolara satın aldı. Bu toprakların kalbindeki kutsal dağa ise 25. ABD Başkanı William McKinley’in adı verildi. Ancak Athabaskalar ve Alaska’nın yerli halkları, kutsallarını korumak için asla vazgeçmedi. 2015 yılında, yıllar süren mücadelelerin ardından dağın adı resmen "Denali" olarak iade edildi. 

Ne var ki, ABD’nin yeni başkanı Donald Trump, az önceki yemin konuşmasında dağın adını yeniden “McKinley” yapacağını duyurdu. 
Bir halkın inancını, kültürünü hiçe sayan bir liderin, ülkesine ve dünyaya barış ya da adalet getirebileceğine inanabilir miyiz? 
Ne demişti yaşlı şaman genç avcıya. 

"Doğaya karşı hırsın, sadece kendine zarar verir. Yaşam, paylaşım ve saygı üzerine kuruludur.”

19 Ocak 2025 Pazar

DÜNYAYI DEĞİŞTİRECEK EL

Tarih 20 Aralık 2005'ti.
Yirmi yıl öncesi. Bir umut ışığı yakılmıştı dünya için. Birleşmiş Milletler, 20 Aralık’ı "İnsani Dayanışma Günü" ilan etmiş, bu ışıkla dünyanın karanlık köşelerine adalet, eşitlik ve kardeşlik götürmeyi vaat etmişti. 
Emek sömürüsü son bulacak” dediler, “İnsan, emeğinin karşılığını alacak. Farklılıklarımız zenginlik, dayanışmamız gücümüz olacak.” 
Bunlar konuşmaya layık olmadıkları halde konuşanların sözleriydi.
Büyük sözler söylendi, kalabalıklar alkışladı. Ama zaman, bu sözlerin üstünü ağır bir toz gibi örttü. 

Bugün o vaatleri hatırlamak, bir geçmiş hayale ağıt yakmak gibi. Yirmi yıl geçti, fakat ne emek sömürüsü durdu ne de adil bir dünya düzeni kuruldu.
Aksine, fabrikalarda hâlâ ter döken işçilerin alın teri yok pahasına satılıyor. Kadınlar, eşit bir ücret için mücadele etmek zorunda kalıyor. Çocuklar, okul yerine tarlalarda güneşi karşılıyor. Oysa umut ne kadar büyüktü, değil mi? Umut, bazen insana zalim gelir. 

Dayanışma dediler, ama dünyanın dört bir yanındaki kültürel çeşitlilik nefrete kurban gitti. Kanlı savaşlarla halklar birbirine kırdırıldı. Birbirimizi anlamamız gereken yerde daha fazla ayrıştırıldık. Halkların kardeşliği, hükümetlerin siyaset sahnesinde birer propaganda malzemesine dönüştü. Birleştirmek yerine böldüler, köprüler yerine duvarlar ördüler. Ve her duvarın ardında bir yalnızlık büyüdü. 

Uluslararası anlaşmalar, kağıt üzerinde gururla taşıdıkları mühürlerin ötesine geçemedi. İklim krizi derinleşirken doğa insanlığa karşı bir ağıt yaktı, ama devletler bu çığlığı duymazdan geldi. Herkesin gökyüzünden eşit pay aldığına inanılan bir dünyada, havayı bile parayla satın alır olduk. Sürdürülebilir kalkınma hedefleri, sadece toplantı salonlarında yankılanan uzak bir şarkıya dönüştü.
Ve şu gerçek bir kez daha ortaya çıktı ki sermayenin kurduğu devletler ve o devletlerin oluşturduğu Birleşmiş Milletler'den Dünya halklarına bir fayda yok.
Birleşmiş Milletler dünyayı adil bir şekilde yönetecek el değil. 

Dayanışma, sadece kutlama günlerinde hatırlanacak bir kavram olamaz. Dayanışma yaşayarak inşa edilmesi gereken bir hayat felsefesidir.
Toprak nasıl yağmura ihtiyaç duyarsa, insanlık da dayanışmaya muhtaç. 
Ve bu insanlık eğer bir gün gerçekten dayanışmayı başarabilirse, işte o gün cennetten kovularak geldiğimiz bu dünya gerçek bir cennet olacak.

18 Ocak 2025 Cumartesi

SEPETLERİN DE BİR HİKAYESİ VARDIR

Datça’nın pazar yerinde, güneşin altın ışıkları meyve tezgâhlarına vururken, İsmet Amca tezgâhını özenle yerleştirirdi. Kendi elleriyle ördüğü sepetler, onun hayal gücünün birer meyvesiydi adeta. Büyük, küçük, kulplu, kulpsuz… Hepsinin farklı bir hikâyesi vardı. Bu hikâyeler, sadece onun maharetli ellerinde değil, sepetlerin dokusunda da saklıydı.

İsmet Amca, sepetlerini bir sanatçı gibi örerdi. İncecik çubukları seçerken bile düşünceliydi. “Bu çubuk yağmura dayanır” derdi bazen, “bu ise zeytinin tuzuna.” Bir çubuğu eğip bükerek ona can verirken, eski günlerin izleri gözlerinde parıldardı.

Karaköy’ün arka sokaklarındaki evinde yaşayan İsmet Amca’nın hayatı, tıpkı sepetlerinin lifleri gibi sabır ve sevgiyle örülüydü. Hasta eşi yatağında güçsüz yatarken, İsmet Amca hem ona hem sepetlerine aynı özenle bakardı. “Ben eşimi bırakıp bir yere gidemem” derdi sık sık. “O benim yol arkadaşım. Onun yanında olmak da sepet örmek kadar bana iyi geliyor.”

Sepetler, geçmişin sessiz tanıklarıydı. Bir zamanlar onların içine zeytinler bastırılır, nefis pastırma zeytinler hazırlanırdı. Salamura peynirler o sepetlerde kurur, ardından kışlık erzak olarak saklanırdı. İncirler pişer, sabırla bekletilir, lezzetlerini sepetin liflerine emanet ederdi. Bulgur kaynatılır, suyunun süzülmesi için yine sepetlere konurdu. Toprak damların üstünde, güneşte kuruyan bulgurların kokusu, o günlerin hatırası gibiydi.

Ama artık bu sepetler, modern yaşamın tozu dumanı arasında unutulmaya yüz tutmuştu. İsmet Amca ise onları yaşatmaya kararlıydı. Ona göre sepet örmek sadece bir zanaat değil, bir tutkunun ifadesiydi. Her bir sepetin hikâyesini anlatırken, gözleri bir şairin dizeleri, bir ressamın fırça darbeleri kadar canlı olurdu.

Bir gün tezgâhında duran bir kadın, eline bir sepet alıp merakla sordu.

Bu sepetin hikâyesi ne?

İsmet Amca, sepetin ince liflerini okşayarak gülümsedi. “Bu sepet" dedi, “bir yaz sabahında örüldü. Eşim biraz daha iyi hissediyordu o gün. Onun yatağının yanında oturdum ve çubukları birbirine doladım. Bu sepet sabrın, sevginin ve umutla örülmüş bir sabahın hatırası.”

Kadın, sepeti şefkatle kavrayıp satın aldı. O sepet, belki mutfağında zeytin taşıyacaktı, belki bir köşede unutulacaktı. Ama İsmet Amca için, o sepetin anlamı çok daha büyüktü. İçine sığdırdığı hayatın özüydü.

Sepetler, onun ellerinde sadece birer eşya değildi. Onlar, eski zamanların sıcaklığını, insan emeğinin güzelliğini ve sabrın yüceliğini anlatan birer şiirdi. İsmet Amca, modern dünyanın unuttuğu bir sanatı yaşatıyor, çubukların arasına sadece geçmişin hatıralarını değil, geleceğe umut tohumları da işliyordu.

Bugün Datça pazarında İsmet amcayı aradı gözlerim.
Yoktu.
Sordum, soruşturdum.
"Sağlığı iyi ama gelemedi. Eşini bugün bırakamadı" dediler.
Sepet sepet şifa yolladım.

ÖLÜMLÜ GÜZELLİK, ÖLÜMSÜZ AŞK

Adonis’ti adı. Güzelliği, tanrıların bile kıskanacağı türdendi. Bir ölümlüydü belki ama, tanrılar katında bile parlardı varlığı. Onun etrafında dolaşan söylentiler, Olimpos'un yüce tepelerinden Hades'in karanlık derinliklerine kadar ulaşırdı. Afrodit ve Persephone, iki kudretli tanrıça, onun gözlerinde gördükleri cennetin esiri olmuşlardı. Ancak bu esaret, bir savaşı da beraberinde getirmişti.

Afrodit, her sabah doğan güneşi Adonis’in gözlerinde görüyordu. O olmadan dünya, gri bir taş parçasına dönüşürdü onun için. Her dokunuşu, her bakışı, bir aşk efsanesini daha yazdırırdı gökyüzüne.  ise yeraltı dünyasının kraliçesi olarak, Adonis’in karanlığa kattığı ışığa hayrandı. Onu kendi dünyasında saklamak, ölümlülüğüne rağmen ölümsüz kılmak istiyordu. Adonis’in sesi, yeraltında bile yankılandığında, Persephone yeniden nefes aldığını hissediyordu. İkisi de onu paylaşamıyor, kavgaları Olimpos’un huzurunu bozuyordu. Tanrıların kudretli lideri Zeus bile bu çekişmeye daha fazla kayıtsız kalamadı.

Bir gün, Zeus tüm tarafları huzuruna çağırdı. Önce Persephone’yi dinledi; karanlık kraliçenin sesi, Adonis için duyduğu özlemle titriyordu. Sonra Afrodit konuştu; onun her kelimesi, aşkın ateşiyle parlıyordu. Son olarak Adonis konuştu. Sesi, şaşırtıcı bir sakinlik ve derinlik taşıyordu.

"Ben bir ölümlüyüm, ve güzelliğim, yalnızca sizin aranızda bir savaş sebebi. Hayatım, bana değil, sizin arzularınıza aitmiş gibi hissediyorum. Zeus’un adaletine inanırım, ama ruhumun özgür olmasını dilerim."

Bu sözler tanrılar arasında bir sessizlik yarattı. Zeus, tanrısal adalet terazisini eline aldı ve hükmünü verdi: Adonis, yılın dört ayını Persephone ile, dört ayını Afrodit ile geçirecekti. Kalan dört ayda ise tamamen özgür olacaktı.

Bu karar, ilk bakışta adil görünse de, yüreklerdeki fırtınayı dindiremedi. Adonis’in Afrodit’le geçirdiği zamanlarda, Persephone’nin kıskançlığı bir volkan gibi kaynamaya başladı. Afrodit’in Adonis’i neşeyle kucakladığı ilkbahar ayları, Persephone’nin öfkesinin en çok kabardığı dönemlerdi. Afrodit’in dokunuşları, Adonis’in dudaklarında beliren bir gülümseme, Persephone’nin karanlığını daha da derinleştiriyordu.

Bir gün, Spilos Dağı’nın eteklerinde bir trajedi yazıldı. Persephone’nin kıskançlığı, gözlerini karartmıştı. Adonis, dağ eteklerinde avlanırken, Persephone’nin göndermiş olduğu yaban domuzu aniden üzerine saldırdı. Adonis’in kanı, Spilos’un taşlarına oluk oluk akarken, rüzgâr hüzünlü bir ağıt yaktı. Afrodit, Adonis’in başını kollarında tutarken, yer ve gök sessizliğe büründü. Dağın zirvesinde, Persephone’nin öfke dolu gözleri yıldırımlarla çakıştı. Afrodit gözyaşlarıyla yaralarını yıkadı, ama Adonis’i ölümün soğuk kollarından kurtaramadı.

Adonis’in son nefesi, Afrodit’in kalbini paramparça etti. Tanrıça, kollarında onun cansız bedenini taşırken, ayağına bir diken battı. Adonis’in kasığından akan kanla Afrodit’in ayağından sızan kan, toprağa düştü. Bu iki damla kan, hayatın ve ölümün birleşimiydi; aşkın ölümsüzlüğüne bir işaretti. Doğanın mucizesiyle birleşen bu kan damlalarından, topraktan bir çiçek fışkırdı: Anemon. Bu çiçek, yalnızca bir çiçek değil, doğanın aşkı hatırlatma biçimiydi artık.

O gün, Afrodit’in ve Adonis’in yasını tutan doğa, Anemon çiçekleriyle süslenmeye başladı. İlkbahar, Afrodit’in aşkının ve Adonis’in kaybının sembolü olarak dağları renklendirdi. Biz bu çiçeğe “Manisa Lalesi” dedik. Dağlar bu çiçeklerle bezendiğinde, Adonis’in ruhu yeniden doğar gibi olur. Çünkü Anemon, yalnızca bir çiçek değildir; aşkın, tutkunun ve yeniden doğuşun ölümsüz hikayesidir.

Bugün Datça kırsalında birkaç anemon gördüm. Çok narindiler; dalları rüzgârda bir çocuğun ilk adımları gibi titriyordu. Genelde Şubat ayının ortalarında çıkarlardı. İklim değişikliği onları da şaşırttı. Aralık ayında anemon görmek gerçekten sürpriz oldu. Yağmurun ardından açan güneş doğayı uyandırmıştı belki de.
Toprak ana hamile belli ki.
Belki de Adonis, kış uykusundan erken kalktı bu sene.
Havada ilkbaharın kokusu var. İçinize çekin bu kokuyu. Yeniden doğmuş gibi olacaksınız.

17 Ocak 2025 Cuma

SÖZCÜKLERLE ÖRÜLÜ BİR DÜNYAYA UZUN BİR YOLCULUK


İlk çağlardan bu yana insanlar, dilin engin labirentinde bir rehber arayışı içine girdi. Bu nedenle sözlük kavramı ortaya çıktı. Çünkü sözlükler bilginin korunması, aktarılması ve dilin sürekli evrilen yapısına bir ayna tutulması için gerekliydi.
Altıbin yıl önce Antik Mezopotamya medeniyetleri Sümerler ve Akadlar tarafından kullanılan çivi yazısıyla hazırlanmış kelime listeleri, tarihin bilinen ilk sözlükleri olarak kabul edilir. Bu metinler, genellikle Sümerce ve Akadca arasında bir çeviri aracı olarak işlev görüyordu.

Bu ilk sözlüklerden biri, Ebla tabletleri adı verilen bir koleksiyonda yer aldı ve MÖ 2300 civarında oluşturulmuştu. Bu listeler, sadece kelimelerin anlamlarını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda ticaret, hukuk, tarım ve dini ritüeller gibi çeşitli alanlarda kullanılan terimleri bir araya getiriyordu. Daha sonra Babil ve Asur dönemlerinde bu tür tabletler daha sistematik hale geldi.
Ardından  Antik Mısır ve Hint uygarlıklarında da benzer biçimde kelime listeleri ve dil rehberleri geliştirildi.

Bugün sözlükler modern çağın dijital veri tabanlarına kadar girip,  insanlığın düşünce ve ifade biçimini belirliyor. Onlar sadece kelime anlamlarını veya eşanlamlıları değil, aynı zamanda kültürlerin, inançların ve tarihlerin ipuçlarını da saklıyor.
Sözlükler, birer bilgi hazinesi olmanın ötesinde, iletişim becerilerimizi keskinleştiren, hayal gücümüzü zenginleştiren ve yazılı ya da sözlü ifadelerimize estetik bir dokunuş katan sessiz öğretmenler.

Bu sessiz öğretmenlerin dilin karmaşıklığına ve insanlığın entelektüel mirasına katkıları, bizi dilin derinliklerine dalmaya ve sözcüklerin sihirli dünyasında bir yolculuğa çıkmaya davet ediyor.
İsterseniz çok eski tarihlere bir yolculuğa çıkalım.

1779 yılının bir sonbahar sabahında doğan Peter Mark Roget, İsviçreli bir papazın oğlu olarak hayata gözlerini açtı. Yaşadığı ev, kitapların ve duaların yankılandığı bir sığınaktı; fakat o, daha çocuk yaşta hayatın gölgesini hissedecek kadar hassastı. Babasını erken yaşta kaybetmesi, içinde bir boşluk bıraktı. Bu boşluğu doldurmanın yolu, kendi dünyasını yaratmaktan geçiyordu: Sözcüklerin dünyasını.

O yüzden Londra'nın sisli sokaklarında, titrek elleriyle kağıda eğilmiş, sözcüklerin peşinde koşan biriydi, Edinburgh Üniversitesi’nde tıp okurken bile, zihninde yankılanan kelimeleri düzenleme alışkanlığından vazgeçmedi. Ancak hayat, onun için bir sınav gibiydi. Sevdiği kadını ve amcası Samuel Romilly’yi kaybetmesi, ruhunu derin bir karanlığa sürükledi. Amcasının gözleri önünde hayata veda edişi, onun için bir dönüm noktasıydı. İnsanlar acıyı gözyaşlarıyla atlatırdı belki, ama Roget’in yöntemi farklıydı: Sözcükleri sıraladı, anlamları düzenledi, karanlığın içine bir düzen getirdi.

Sözcükler, onun zırhıydı. Depresyonunun kollarında kıvranırken, sayfalarca kelime listeleri hazırladı. Her kelime, onun için bir köprüydü; acıyı anlamaya, dünyayı çözmeye bir anahtardı. O sadece bir doktor, bir bilim insanı değildi; aynı zamanda logaritmaların şiirsel mantığını keşfeden bir mucitti. 1815 yılında sürgülü cetvelini icat ettiğinde, köklü ve üslü sayıların dansına bir düzen getirmişti. Matematiğin diline bile ritim kazandıran bu adam, aynı zamanda dilin ritmini de yeniden tanımlamaya kararlıydı.

1852 yılında, tüm birikimini bir kitapta topladı: Tesarus. Bu, bir sözlük değildi yalnızca. Bir yaşam rehberiydi, sözcüklerin anlam derinliğinde kaybolan bir adamın ruhunu yansıtan bir harita. Altı başlıca sınıfa ayırdığı 15.000 sözcük, dünyanın kaosunu anlamlandırma çabasının bir sembolüydü.

90 yaşında, West Malvern'de bir yaz sabahında gözlerini hayata kapattığında, arkasında yalnızca bir sözlük değil, bir yaşam dersi bırakmıştı: Kaosun içinde düzen bulabilmek mümkündü. Şimdi, St. James's Kilisesi mezarlığında yatarken, adını taşıyan eser hâlâ dilin derinliklerini keşfetmek isteyenlere yol gösteriyor. Sözcüklerin ustası, sessiz bir kahraman olarak hatırlanıyor.

Bugün "18 Ocak Dünya Sözlük Günü." 
Aynı zamanda Peter Mark Roget'ın doğum günü.
Dünya Sözlük Günü,  dilin zenginliğini ve çeşitliliğini keşfetmek için bir davet niteliği taşıyor. İnsanları yeni kelimeler öğrenmeye, eşanlamlılar arasında kaybolmaya ve karşıt anlamların derinliklerine inmeye teşvik ediyor. Bu gün, sadece dilbilimsel bir keşif değil, aynı zamanda bireyin kendini ifade etme sınırlarını genişletme çabası. Çünkü her yeni kelime, yeni bir düşünceyi, hissi ya da bakış açısını ifade etme gücünü beraberinde getirir.

Genel olarak, bir insanın günde 7.000 ile 20.000 kelime arasında konuştuğu tahmin edilmekte. Bu sayı, bireyin kişiliği, mesleği, cinsiyeti, sosyal ortamı ve kültürel özellikleri gibi faktörlere bağlı olarak değişiklik gösteriyor.
Ancak Türkiye'de durum hiç de iyi değil. Milli Eğitim Bakanlığı'nın eski bir çalışmasına göre, Türkiye'de bir kişi günlük hayatında ortalama olarak 1.000 ila 3.000 kelime kullanmakta. Ankara Üniversitesi Türkçe Öğretim Merkezi'nin (TÖMER)  2009 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, ise Türkiye'de vatandaşlar günlük hayatta ortalama  400 kelime ile iletişim kurmakta.
Bu sayılar ülkemizdeki eğitim sisteminin ne kadar çağdışı olduğunun da bir kanıtı.
Bir yandan kütüphaneler kapanırken, kağıt ve baskı giderleri astronomik derecede artarken, müfredatta edebiyat, sosyal bilimler, felsefe gibi derslere gerekli önemi vermeyen Milli Eğitim Bakanlığı, herhalde Çedes programındaki imamlarla bu sorunu çözecek!
Sonumuz hayır ola.
İyi pazarlar.

16 Ocak 2025 Perşembe

BÖBÜRLENME FİRAVUNUM, SENDEN BÜYÜK İŞÇİLER VAR

M.Ö 12'nci yüzyıl.
Mısır'da Krallar Vadisi’nin taş tozuyla kaplı dar geçitlerinde, sabah güneşi altın rengi ışıklarını yeryüzüne döküyordu. Horemheb, sırtında alet çantasıyla diğer işçilerin arasına karıştı. Gözleri yorgundu, midesi ise üç gündür doğru dürüst bir şey yememişti. Bugün maaşlarının ödeneceğini umuyordu, çünkü evde bekleyen eşi Neferet ve iki küçük çocuğu artık açlıktan halsiz düşmüştü.

Bugün tahıl gelir mi dersin, Horemheb?” diye sordu arkadaşı Khaemuaset, taş ustalarının toplandığı avluda.

Horemheb omuzlarını silkti. “Kim bilir? Belki de yine ‘Bekleyin’ derler.”

Derin bir iç çekiş yayılırken Amenmose adlı tecrübeli bir taş ustası, grubun önüne çıktı. Gözleri öfkeyle parlıyordu. “Kardeşlerim, bu böyle devam edemez! Üç ay oldu, tahıl ambarlarımız boş. Krallar Vadisi’nin en kutsal mezarlarını biz inşa ediyoruz ama çocuklarımız açlıktan ölüyor!”

Ne yapacağız? Çalışmayı bırakırsak bizi kırbaçlarlar!” dedi bir başka işçi korkuyla.

Amenmose başını iki yana salladı. “Korkunun bizi kurtaracağını mı sanıyorsunuz? Bugün hep birlikte çalışmayı bırakıyoruz!”

Sessizlik bir an işçilerin arasında dolaştı. Horemheb, eylemin sonucunda ne olacağını düşündü. Ya kimse onların sesini duymazsa? Ya cezalandırılırlarsa? Ancak çocuklarının açlıktan ağladığı geceyi hatırladı ve yavaşça Amenmose’un yanında yer aldı. “Haklısın. Adalet için sesimizi yükseltmeliyiz.

İşçiler, o gün çalışmayı bırakarak Krallar Vadisi’nin girişinde toplandılar. Ellerindeki taş aletleri yere bıraktılar, devasa mezarların gölgesinde bir oturma eylemi başlattılar. Rahotep adındaki tahıl yöneticisi durumu öğrenir öğrenmez öfkeyle çıkageldi.

Nedir bu? Kim size çalışma izni vermedi de işi durdurdunuz?” diye kükredi.

Amenmose, öne çıkıp göğsünü gere gere konuştu.

“Maaşlarımız ödenmedi. Krallar Vadisi’nin en kutsal görevini biz üstleniyoruz, ama çocuklarımızı doyuramıyoruz. Hakkımız olanı istiyoruz!”

Rahotep alayla güldü. “Siz kimsiniz ki hak talep ediyorsunuz? Firavunumuz III.Ramses'in hizmetkârları olarak size sabır yakışır!”

Kalabalık homurdanmaya başladı. Horemheb’in içindeki öfke büyüdü. “Biz hizmetkâr değiliz, emekçileriz! Çocuklarımızın aç kalmasını sabırla mı izleyelim?”

Rahotep’in yüzü kıpkırmızı oldu, ama işçiler geri adım atmıyordu. Günler geçti, işçiler mezarları terk etti, halk arasında da bu eylem konuşulmaya başlandı. İşçilerle dayanışma göstermek için kadınlar ve çocuklar da protestoya katıldı. Neferet, Horemheb’in yanına gelerek omzuna dokundu. “Cesaretinle hepimizi onurlandırıyorsun" dedi.

Genç yazıcı Maatneferu, Rahotep’in tutumuna hayretle bakıyordu. İşçilerin taleplerini kaydetmekle görevliydi, ama içeriden bir şeylerin yanlış olduğunu fark ediyordu. Grevin dördüncü günü, yazıcı Maatneferu firavun III.Ramses'in temsilcilerine bir mektup yazarak Rahotep’in ambarlardaki tahılı sakladığını ve işçilerin haklarının ödenmediğini bildirdi.

Bir gün sonra firavunun temsilcileri Krallar Vadisi’ne geldi. Rahotep görevden alındı, işçilere hak ettikleri tahıl çuvalları ve yağ amforaları dağıtıldı. Horemheb, elindeki tahıl torbasıyla Neferet’in yanına koştu. Kadın, gözyaşları içinde torbaya sarıldı. “Başardık” dedi Horemheb, “birlikte başardık.”
Horemheb, o gece çocuklarını uyuturken yanan bir kandilin ışığında oturdu. 
Adaletin, cesaretin,  dayanışmanın ve işçinin emekten gelen gücünün neler başarabileceğini düşünüyordu. Bu, sadece bir zafer değil, aynı zamanda tarihe yazılmış bir ders olmuştu.
Günümüzde de bu dersi geçenler kazanıyor, diğerleri aç kalıyor.

NOT: Tarihin ilk bilinen işçi grevi 3000 bin önce Mısır'da firavun III.Ramses döneminde yaşandı. Grev, Deir el-Medina adlı işçi köyünde çalışan mezar işçileri tarafından düzenlendi.
Yüzlerce işçi düzenli olarak ödenmeyen maaşlarından ve erzaklarının eksikliğinden dolayı işi durdurdu. İlk başta direnen firavun ve adamları işçilerin kararlılığı karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Bu tarihi olay dönemin mezar yazıcısı Amunnakht tarafından kaleme alındı. Günümüzde "Turin Grev Papirüsü" olarak bilinen bu belge İtalya'nın Torino kentindeki Mısır Müzesi'nde (MuseoEgizio) sergilenmekte.

15 Ocak 2025 Çarşamba

BU SABAH DENİZ KIYISINDA

Kış sabahıydı. Nejla, deniz kenarında yürüyordu. Hafif bir yağış başlamıştı. Etraf sessizdi, yalnızca ayak sesleri ve martıların ara sıra yükselen çığlıkları duyuluyordu. Ellerindeki eski kitabı sıkıca kavradı; kapağı, Nazım Hikmet’in ismini altın harflerle taşıyordu. 

Nejla, başını gökyüzüne kaldırdı. Yağmur taneleri usulca yüzüne düşerken kendi kendine mırıldandı: 

"Hava kurşun gibi ağır!" 

Bu dize, kitapta en sevdiği yerlerden biriydi. Nazım’ın kaleminden çıkmış her kelime, ruhuna dokunuyordu. 

Bir banka oturdu ve kitabı açtı. Sayfalar arasında dolaşırken gözleri "Sevdalı Bulut" şiirine takıldı. Şiirlerin her biri, yüreğindeki özlemleri ve umutları ateşliyordu. 

"Dört nala gelip uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim!" 

Nejla bir süre gözlerini kapadı ve o dizelerin akışında memleketini düşündü. Babasının doğduğu köyü, annesinin gençliğinde çalıştığı limanı, şehirdeki gürültüyü… “Bizim” dedi sessizce, “bu memleket bizim. Ama nasıl savunacağız?” 

Bir an, bankın yanında bir adam belirdi. Yaşlıydı, saçları bembeyaz olmuştu. Elindeki bastona yaslanarak Nejla’ya baktı ve nazikçe sordu:
Ne okuyorsun evlat?” 

Nejla, gülümseyerek kitabı gösterdi. 

Nazım Hikmet. Bugün onun doğum günü. Siz de sever misiniz?” 

Yaşlı adamın yüzü aydınlandı.
Sevmek mi?” dedi. “Nazım’ı sevmemek mümkün mü? Ben gençken, onun şiirleriyle yandık. Onun umutlarıyla direndik. Her sözü bir meşaleydi bizim için.” 

Nejla merakla sordu: 

Onunla ilgili bir anınız var mı?” 

Adam, gözlerini kısarak uzaklara baktı.

Anı demeyelim de, onun dizeleriyle büyüyen bir neslin parçasıyım. Nazım, bize yalnızca şiir değil, hayatı sevmeyi de öğretti. Mesela, ‘Yaşamaya Dair’i bilir misin?” 

Ve o an, adam, dizeleri kendi sesiyle doldurdu denizin sessizliğine: 

"Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
Bir sincap gibi mesela,
Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden
Yani bütün işin gücün yaşamak olacak." 

Nejla, adamın sesiyle irkildi. Şiir, o an yeniden canlanmış gibiydi. “Ne güzel söylüyorsunuz!” dedi heyecanla. 

Adam gülümsedi. “Bunları unutmamak lazım. Bugün onun doğum günü değil mi? Herkesin bir hatırlaması gerek.” 

Nejla, yaşlı adama dönerek başını salladı. 

“Evet. Bugün onun günü. Belki de bu şiirler sayesinde, bizler onun hayalini yaşatmaya devam ediyoruz.”

O sırada bir grup emekçi, sloganlarla iş bırakma eylemi yapıyordu. Yaşlı adam ayağa kalktı, işçilere doğru yüksek sesle bağırmaya başladı. 

"Açlık ordusu yürüyor 
yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için 
hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor 
yürüyor ayakları kan içinde."
  
Gökyüzündeki yağmur, daha yoğun yağmaya başlamıştı. Nejla kitabını kapattı ama içinde yeni bir umut ışığı yanıyordu. Nazım’ın dizeleri, geçmişten geleceğe bir köprü gibi uzanıyor, her yeni nesle bir şeyler fısıldıyordu. 

Ve Nejla bugün yalnızca bir şairin doğum gününü kutlamamıştı. Aynı zamanda, Nazım’ın o yürekleri ateşleyen dizelerinin hala bir şeyleri değiştirebileceğine inanarak, yaşamayı biraz daha ciddiye almayı öğrenmişti.
#nazımhikmet123yaşında

Öne çıkan

BUNCA İNSANI KAPATTIYSAK KİMİ ÖZGÜR BIRAKTIK?

Bir ülkenin en kalabalık şehirleri artık metropoller değil, cezaevleri. Hücreler dolup taşarken, sessizlik her zamankinden daha...