2 Ocak 2025 Perşembe

CENNET KAPISI, EMEVİ CAMİİ

Şam, binlerce yıllık tarih boyunca farklı inançlara ev sahipliği yapmış bir şehir. Güneş, şehirde yükseldiğinde, altın kubbesinden ışık saçan Emevi Camii’nin yerinde bir zamanlar tanrıların, peygamberlerin ve kralların ayak izlerini taşıyan kutsal bir zemin vardı. İşte bu yerin hikayesi, bir tapınakla başladı. 

Aramiler bu toprakların ilk sakinleriydi. Tanrıları Hadad’a adadıkları görkemli bir tapınak inşa ettiler. Kölelere yaptırdılar. Her sabah güneş, tapınağın taş sütunlarına vurur, halk dualarla tanrılarından bereket ve yağmur dilerdi. Şehir büyüdü, uygarlıklar değişti ve tapınağın sessiz taşları Roma lejyonlarının ayak seslerini duymaya başladı. 

Roma İmparatorluğu, Hadad’ın adını unutturup onun yerine Jüpiter’i yerleştirdi. Yine kölelerce. Tapınak artık Jüpiter’e adanmıştı. Mermer sütunları gökyüzüne yükseliyor, Şam’ın dört bir yanından gelen insanlar burada ibadet ediyordu. Fakat zaman, her şey gibi tapınağı da değiştirdi. 

Roma, Hristiyanlığa kapılarını açtığında, bu kutsal mekan, Aziz Yahya adına bir kiliseye dönüştürüldü. Yine kölelerce.
Efsaneye göre, Hristiyanlar, Vaftizci Yahya’nın kutsal başını bu kilisede muhafaza etmeye başladılar. Yahya, hem Yahudiler hem Hristiyanlar için kutsal bir figürdü. Onun adını taşıyan kilise, yalnızca ibadet yeri değil, aynı zamanda barış ve kutsiyetin sembolü gibiydi. 

Yıllar geçti, çağlar bitti, zaman döndü ve Şam, Emevilerin yönetimine girdi. İslamiyet, bu topraklarda kök salarken, Müslümanlar için büyük bir ibadet yeri inşa etme arzusu belirdi. Halife I. Velid, Şam’a geldiğinde Aziz Yahya Kilisesi’ni gördü. Bu kutsal yer, farklı dinlerin buluşma noktasıydı ve Halife, burada İslam’ın görkemini yansıtan bir cami inşa etmeye karar verdi.
Ancak bu karar kolay alınmadı. Şam halkının bir kısmı Hristiyandı ve kilisenin yıkılmasına itiraz ettiler. Bunun üzerine Halife, halkın temsilcilerini çağırdı. Onlara bir teklifte bulundu: Kiliseyi altınla tartarak karşılığını verecek ve inşaat sırasında Hristiyan işçileri de istihdam edecekti. Uzlaşma sağlandı ve yapım başladı.
Caminin inşası sırasında, Bizans ustaları altın mozaikler işledi. Duvarlara cennetin bahçeleri tasvir edildi; akan nehirler, yeşil ağaçlar ve sonsuz huzur... Caminin kubbesi, gökyüzünü andıracak şekilde mavi ve altın renklerle kaplandı. İnşaat yıllarca sürdü, ancak sonunda cami, sadece Müslümanlar için değil, tüm Şam halkı için bir gurur kaynağı oldu.
Caminin en kutsal köşesine, Vaftizci Yahya’nın türbesi yerleştirildi. Bu türbe, caminin manevi kalbi oldu. Müslümanlar onu bir peygamber olarak saygıyla anar, Hristiyanlar ise bir aziz olarak ziyaret ederdi. Cami, iki inancı da birleştiren bir bağ haline geldi. 

Yüzyıllar boyunca cami, depremler, yangınlar ve savaşlarla sınandı. Timur’un orduları Şam’ı yerle bir ettiğinde, cami ağır yara aldı. 19. yüzyıldaki büyük bir yangında mozaikler kül oldu, ancak cami her seferinde yeniden doğdu. Emevi Camii, her yeniden doğuşunda daha güçlü, daha görkemli bir hale geldi. 

Bugün, Emevi Camii’nin beyaz minaresine bakanlar, farklı bir efsaneyi hatırlar. İslam geleneğine göre, kıyamet günü Hz. İsa, işte bu minareden yeryüzüne inecektir. Bu yüzden cami, sadece geçmişin değil, geleceğin de bir sembolü olarak ayakta duruyor. 

Emevi Camii, taşlarına dokunan her uygarlığın izlerini taşıyor. Duvarları, inançların, barışın ve umudun hikayesini anlatıyor. Şam’ın kalbinde bir ışık gibi parlıyor ve tarihteki sayfaları ziyaretçilerine şu sözleri hatırlatıyor. 

Burada her inancın bir yeri vardır, çünkü bu mekan, insanlığın ortak mirasıdır.” 

Ama iktidarı her ele geçiren bu tarihi mirası yok sayıp farklı inançlara bu kutsal mekanı kapatıyor.
Ve insanlığın bu ortak mirası siyasetin kirli diline hiç yakışmıyor.

GOLAN TEPELERİNİN LANETİ

Kadim zamanlarda, Golan Tepeleri’nin zirvelerinde, halkın kutsal saydığı Kaya Tanrıları yaşardı. 
Nimrut soyu bu tanrılar, Nimrut Kalesi'nde insan şekline bürünmüş devasa taş sütunlardı ve sadece toprağın adaletini değil Golan halkını da korumak için yaşarlardı. 
İnanca göre, bir yabancı Golan Tepeleri’ne zarar vermeye ya da bölgeyi ele geçirmeye çalışırsa, Kaya Tanrıları uyanacak ve toprağın intikamını alacaktı. 
Ancak yüzyıllar geçti, insanlar bu hikayeleri unutmaya başladı. Kaya Tanrıları ise sessizce uykuya daldı. 

Bir gün, komşu diyardan gelen  güçlü, gaddar bir kral, Golan Tepeleri’ni işgal etmeye karar verdi. Bu kral, Bibi adıyla biliniyordu ve fethettiği her toprağı halkıyla birlikte yakıp yıkıyor, ayağının bastığı yerde ölüm yeşeriyordu. Dünya onu savaş suçlusu bir cani olarak tanıyordu.
Golan Tepeleri’nin stratejik önemini bilen bu gaddar Bibi, ordusunu bölgeye gönderdi ve buradaki köyleri yakıp, kutsal tapınakları yağmalamaya başladı. 
Halk, tanrılarından yardım dileyerek dualar etti ama Kaya Tanrıları hareketsizdi. İnsanlar umutlarını yitirmek üzereyken, yaşlı bir kadın, köyün meydanında toplandı ve eski bir kehaneti hatırlattı. 

Kaya Tanrıları, yalnızca ‘Saf Gözyaşı’ toprağa değdiğinde uyanır,” dedi. “Birinin, Golan’ın özünü sevgiyle sulaması gerekir.” 

Yaşlı kadının torunu olan genç bir çoban kız Mira, halkın bu sözlere itibar etmediğini görünce, kendi başına harekete geçti. Mira, Kaya Tanrıları’nın bulunduğu Nimrut kutsal alanına çıktı ve onların önünde diz çöktü. Gözlerinden yaşlar dökülerek, Golan’ın halkı ve doğası için yalvardı. Ama tanrılar hâlâ suskundu. Mira, son bir çabayla, toprağı kendi kanıyla sulamaya karar verdi. Bir hançerle elini keserek kanını toprağa akıttı ve son nefesinde, “Toprak için toprağa döndüm. Ey adaletin tanrıları, bizi duyun!” diye haykırdı. 

Tam o anda, Kaya Tanrıları’nın gözleri parlamaya başladı. Dağları sarsan bir gümbürtüyle, Kaya Tanrıları uykularından uyandı. Devasa taş sütunlar insan formuna büründü ve göğe yükseldi. Golan Tepeleri’nin zirvesinde bir fırtına koptu. Bibi’nin ordusu bu gürültüyü duyduğunda, korkuyla kaçmaya çalıştı ama tanrılar onların kaçışını engelledi. Rüzgarlarla savrulan kumlar ve devasa taşlarla gökyüzü karardı. Kaya Tanrıları, işgalci askerleri birer taş figür haline getirdi ve Golan’ın derin vadilerine gömdü. 

Bibi ve ordusu, korkuyla bölgeyi terk etti ancak tanrıların laneti onun peşini bırakmadı. Nerede bir toprak fethetmeye çalışsa, ordusu taşlaşır ve toprak onu reddederdi. Mira’nın kanının döküldüğü yer, bahar geldiğinde asla kurumayan bir dereye dönüştü. 
Bugün Golan Tepeleri’nde o dereye bakanlar, suyun fısıldadığını duyar. 

Zalim Bibi'ler oldukça, kahraman Mira'lar da olacaktır ve o Mira'lar eninde sonunda halkını uyandıracaktır.

George Orwel, "İnanılan efsaneler gerçek olma eğilimindedir" der.

TEL ÜSTÜ SOHBETLERİ

Serin bir kış sabahıydı. Gün doğarken gökyüzü pembe ve turuncu tonlarla süslenmiş, güneşin ilk ışıkları bir çift kumruyu aydınlatıyordu. Bu kumrular, köyün hemen yanındaki eski telefon tellerine tünemiş, yan yana duruyorlardı. Biri gri tüylerini hafifçe kabartmış, diğeri başını yana eğmiş, sanki derin bir düşünceye dalmış gibiydi.

Kumrular, insana benzeyen bir içgüdüyle, doğanın bir parçası olduklarını hissettiriyordu. Birazdan köyden dumanlar yükselecek, tarlalardan insan sesleri duyulacaktı. İnsan, bu toprakların efendisi gibi görünse de, kumrular bu düşünceye karşı çıkıyor gibiydi. Tellerin üzerine tünemiş bu iki kuş, insanla doğa arasındaki bağın sessiz bir tanığıydı.

Köyün küçük çocuğu Ali, avluda koştururken onları fark etti. O sabah, dedesi ona doğanın nasıl bir bütün olduğunu anlatmıştı. Dedesinin kelimeleri hâlâ aklında yankılanıyordu: "Kuşlar özgürdür, torunum. Ama insan, kendi yaptığı şeylerle zincirlenir. Toprak onun değildir, o toprağın bir parçasıdır."

Ali, kumrulara baktı ve içini bir huzur kapladı. O kuşların gözünden, insanoğlunun kendini doğadan nasıl ayırdığını görmeye çalıştı. Kumruların bir telde, bu kadar yakın ama bir o kadar da özgür duruşu, ona insanın kaybettiği bir şeyi hatırlatıyordu. İnsan, doğayla yan yana durmayı unutmuştu. Oysa kuşlar, tellerle gökyüzü arasında gidip gelirken, her şeyin bir arada var olabileceğini gösteriyordu.

O sabah kumrular, tellere tünemiş basit iki kuş gibi görünüyordu. Ama gerçekte, insana ait olmayan bir dünyanın, birliğin ve uyumun şarkısını söylüyorlardı. Ali bunu anladı, dedesinin dediği gibi, toprağa bakıp eline bir avuç toprak aldı. Belki insan, bu toprağı sadece kirleten değil, onunla yeniden uyum içinde yaşayan biri olabilirdi.

Kumrular kanatlandı. Gökyüzüne doğru süzülürken, bir an için tarlaların, dağların ve köyün tamamını kucakladılar. Ve insan, bu iki küçük kuşun ardında bıraktığı sessiz mesajı anlamayı bekliyordu. Belki de her şey, yeniden bir parçası olmaya karar verdiğimizde değişecekti.

RÜZGARIN ÇAĞRISI

Yıl 1922… Kızlan Köyü, Datça’nın sırtını rüzgara dayadığı o günlerde, sabahları yel değirmenlerinin uğultusuyla uyanırdı. Köyün tepesinde beş yel değirmeni sıralanmıştı; her biri adeta rüzgarın şarkısını söyleyen birer müzisyen gibiydi. Değirmenlerin en büyüğünü işleten Stavros, buğdayın un haline gelmesindeki ustalığıyla tanınırdı. Onun değirmeninde öğütülen un, çevre köylerden gelenlerin en çok rağbet ettiği ürünlerden biriydi. 

Stavros, ailesinden devraldığı bu işi büyük bir özenle yürütürdü. Her sabah rüzgarın yönünü dikkatle izler, kanatların hızını ayarlar ve değirmenin içindeki taşların birbirine sürtünmesini dinlerdi. Bu ses, onun için hem iş hem de hayatın melodisiydi. Ama Stavros’un yalnızca buğdayı değil, insanların hikayelerini de öğüttüğü söylenirdi. Her gelenle konuşur, dertlerini dinler, rüzgarla birlikte sırlarını savururdu. 

Değirmenin en çok hatırlanan günü, Rumlarla Türklerin bir arada olduğu son bahar günüydü. Köylüler, değirmenlere getirilen son tahıllar için toplanmış, Stavros’un değirmeninde sıra bekliyordu. Yaşlı Hasan, Stavros’un en yakın arkadaşıydı. Birbirinden farklı inançlara ve dillere sahip bu iki adam, çocukluklarından beri beraber büyümüş, aynı sofrayı paylaşmıştı. O gün Hasan, Stavros’a bir torba buğday getirdi ve gözlerinin dolmasını engelleyemedi. 

“Stavros,” dedi, “değirmenin taşları hep dönecek mi dersin? Rüzgar hep aynı şarkıyı söyleyecek mi?” 

Stavros, dostuna baktı. Ellerini yavaşça değirmenin taşına koyarak, “Rüzgarın şarkısını biz unutmazsak, o hep söyler,” dedi. 

Ama o sonbahar, rüzgar başka bir melodi taşıdı. Nüfus mübadelesi kararı köyü sarstığında, Stavros ve ailesi gitmek zorunda kaldı. Değirmenlerini Hasan’a emanet etti, ama Hasan onu çalıştırmaya asla cesaret edemedi. “Bu değirmen Stavros’un ruhu” derdi hep. Değirmen yıllar içinde sustu, rüzgarın şarkısı bir başka zamanın yankısı oldu.

YETERİNCE EĞLENMEDİNİZ Mİ?

Britanya İmparatorluğu’nun Osmanlı’ya atanmış büyükelçisi Stratford Canning, görkemli bir üniforma içinde İstanbul’a geldiğinde yıl 1825’ti. 
Tanzimat’ın gölgesinde yükselen bu metropolün adeta sahibi gibi hüküm sürüyordu. Padişahın kapısı onun sözüyle açılır, sarayın taş duvarlarında yankılanan sesler, onun emriyle şekillenirdi. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa'ya talimat verecek kadar yetkiliydi. İngiltere’nin gücünü Osmanlı'nın her köşesine taşıyan bu adam, yalnızca politik değil, kültürel bir yağmanın da kilit figürüydü. Çünkü tarihi eser kaçakcısıydı.

1846 yılında British Museum’a gönderdiği bir hediye, onun İstanbul’daki etkisinin en sinsi kanıtlarından biri oldu. Bu hediye, Bodrum’dan çalınmış bir mermer kabartmaydı. Kabartma, tarihçiler ve arkeologlar için eşsiz bir hazineydi.
Çünkü arenalarda hep erkek gladyatörlerin dövüştürüldüğu sanılıyordu ama bu kabartmanın üzerinde iki kadın gladyatör Amazon ile Akhillia betimlenmişti. Ellerinde kılıç ve kalkan vardı; miğferleri ise yerdeydi. Kabartmanın tepesinde yazan iki kelime dikkat çekiyordu: Özgür Bırakıldılar.

MS.1'nci yüzyıldan kalma Mermer kabartma, yüzyılların sessizliği içinde bir hikâye anlatıyordu. Geceleri meşale ışığında dövüştürülen Amazon ve Akhillia, gladyatörlerin kana bulanmış arenalarında savaşa sürülmüş kadınlardı. Onların adları, kökenleri gibi, sıradan bir Roma ismi taşımıyordu. O isimlerde  Antik Anadolu'nun özgün tınısı vardı. Onlar arenada diğerleri gibi ölmek yerine, kaderlerine meydan okumuşlardı.

Tarihçiler bu hikâyeye iki farklı yorum getirdi. Kimilerine göre, Amazon ve Akhillia dövüşmüş, fakat birbirlerine üstünlük sağlayamamışlardı. Beraberlikle biten bu destansı mücadeleleri bir ödül getirmiş, hayatlarını kurtarmıştı. 
Ancak diğer bir yorum daha derindi. Dövüşmeyi reddettiklerini, yere bırakılmış miğferlerinin bu direnişi simgelediğini iddia edenler vardı. Arenanın kan isteyen seyircileri önünde, kadın gladyatörler savaşmayı reddetmiş ve hayatı seçmişlerdi.

Tahliye edilmişlerdi, evet. Ama bu yalnızca fiziksel bir tahliye değildi; onlar insan onurunun çığlığı olmuş, ölüm ve savaşın karşısında bir direnişi temsil etmişlerdi. Adlarının bir taşa kazınması, sıradan bir gladyatörün ötesine geçen bu eylemlerinin kanıtıydı.

Stratford Canning, bu kabartmayı British Museum’a hediye ederken, belki de bu kadınların hikayesinden habersizdi. Onun için bu taş parçası, İngiltere’ye taşınan binlerce tarihsel eserden biriydi. Ancak Amazon ve Akhillia’nın sessiz direnişi, tarihin unutulmaz bir köşesine kazındı.

Bugün, kadınların savaşa karşı duruşu her zamankinden daha anlamlı. Amazon ve Akhillia'nın hikâyesi, geçmişten bir yankı olarak bize ulaşıyor. Kadın, savaşın değil, barışın taşıyıcısıdır. Onlar da bunu kanıtlamıştı; miğferlerini yere bırakarak, ellerine yalnızca barışın ağırlığını almışlardı.

AHLAT AĞACI UYANINCA

Yağmurlar günlerdir Datça'yı kuşatmış, toprak doygunluğa ulaşmıştı. Gök yüzü bir türlü maviye dönmüyordu. Köyün taşlı sokaklarında yürüyen insanlar, yağmurluklarının altından güneşin özlemini taşıyordu. Ama yeni yılın ilk sabahıyla, ansızın bulutlar aralandı. Güneş, ılık ve şefkatli ışıklarıyla yeryüzüne indi. 

Kıvrımlı yamaçların birinde, yıllardır aynı köşede duran yaşlı bir ahlat ağacı vardı. Kimse ona pek dikkat etmezdi. Yaprakları sararıp döküldükten sonra, yalnızca çıplak dallarıyla kışı sessizce geçirirdi. Ancak bu sabah bir şeyler farklıydı. Güneşin sıcaklığı, ahlatın ince dallarına dokunmuş, uykusunu bozan bir ses gibi canına işlemişti. Daha kış bitmeden, baharı getirme cesaretini buldu içinde. Dallarında beyaz çiçekler açtı. O çiçekler, adeta gecikmiş bir gülümseme gibi parlıyordu. 

Yakındaki fundalıktan uçuverdi bir kelebek. Uzun süredir görülmeyen, sanki varlığı unutulmuş gibi duran narin bir yaratık... Çiçeklere kondu, kanatlarını ağır ağır çırparak güneşi selamladı. Arkasından bir diğeri, sonra bir diğeri daha geldi. Bir anda ahlatın dalları bir festival alanına döndü. Çiçeklerin ve kelebeklerin dansı, toprağın derinliklerinde uykuda olan baharın yankısı gibiydi. 

Köyün yaşlıları, bu erken baharı gördüklerinde birbirlerine bakıp sessizce gülümsediler. “Doğa şaşmaz,” dedi biri, “bizden önce bilir zamanını.” 
Güneşin altında ahlat çiçeği ve kelebeğin dansı, insanlara umut taşıyan sessiz bir şiir gibi akıp gitti..


Öne çıkan

KARANLIĞI DELEN IŞIĞIN ÇOCUĞU

Fırtına, geceyi delip geçen şimşeklerle Hırvatistan Smiljan köyünün ufkunu aydınlatıyordu. Küçük bir taş evin içinde bir kadın s...