Afrodit, her sabah doğan güneşi Adonis’in gözlerinde görüyordu. O olmadan dünya, gri bir taş parçasına dönüşürdü onun için. Her dokunuşu, her bakışı, bir aşk efsanesini daha yazdırırdı gökyüzüne. ise yeraltı dünyasının kraliçesi olarak, Adonis’in karanlığa kattığı ışığa hayrandı. Onu kendi dünyasında saklamak, ölümlülüğüne rağmen ölümsüz kılmak istiyordu. Adonis’in sesi, yeraltında bile yankılandığında, Persephone yeniden nefes aldığını hissediyordu. İkisi de onu paylaşamıyor, kavgaları Olimpos’un huzurunu bozuyordu. Tanrıların kudretli lideri Zeus bile bu çekişmeye daha fazla kayıtsız kalamadı.
Bir gün, Zeus tüm tarafları huzuruna çağırdı. Önce Persephone’yi dinledi; karanlık kraliçenin sesi, Adonis için duyduğu özlemle titriyordu. Sonra Afrodit konuştu; onun her kelimesi, aşkın ateşiyle parlıyordu. Son olarak Adonis konuştu. Sesi, şaşırtıcı bir sakinlik ve derinlik taşıyordu.
"Ben bir ölümlüyüm, ve güzelliğim, yalnızca sizin aranızda bir savaş sebebi. Hayatım, bana değil, sizin arzularınıza aitmiş gibi hissediyorum. Zeus’un adaletine inanırım, ama ruhumun özgür olmasını dilerim."
Bu sözler tanrılar arasında bir sessizlik yarattı. Zeus, tanrısal adalet terazisini eline aldı ve hükmünü verdi: Adonis, yılın dört ayını Persephone ile, dört ayını Afrodit ile geçirecekti. Kalan dört ayda ise tamamen özgür olacaktı.
Bu karar, ilk bakışta adil görünse de, yüreklerdeki fırtınayı dindiremedi. Adonis’in Afrodit’le geçirdiği zamanlarda, Persephone’nin kıskançlığı bir volkan gibi kaynamaya başladı. Afrodit’in Adonis’i neşeyle kucakladığı ilkbahar ayları, Persephone’nin öfkesinin en çok kabardığı dönemlerdi. Afrodit’in dokunuşları, Adonis’in dudaklarında beliren bir gülümseme, Persephone’nin karanlığını daha da derinleştiriyordu.
Bir gün, Spilos Dağı’nın eteklerinde bir trajedi yazıldı. Persephone’nin kıskançlığı, gözlerini karartmıştı. Adonis, dağ eteklerinde avlanırken, Persephone’nin göndermiş olduğu yaban domuzu aniden üzerine saldırdı. Adonis’in kanı, Spilos’un taşlarına oluk oluk akarken, rüzgâr hüzünlü bir ağıt yaktı. Afrodit, Adonis’in başını kollarında tutarken, yer ve gök sessizliğe büründü. Dağın zirvesinde, Persephone’nin öfke dolu gözleri yıldırımlarla çakıştı. Afrodit gözyaşlarıyla yaralarını yıkadı, ama Adonis’i ölümün soğuk kollarından kurtaramadı.
Adonis’in son nefesi, Afrodit’in kalbini paramparça etti. Tanrıça, kollarında onun cansız bedenini taşırken, ayağına bir diken battı. Adonis’in kasığından akan kanla Afrodit’in ayağından sızan kan, toprağa düştü. Bu iki damla kan, hayatın ve ölümün birleşimiydi; aşkın ölümsüzlüğüne bir işaretti. Doğanın mucizesiyle birleşen bu kan damlalarından, topraktan bir çiçek fışkırdı: Anemon. Bu çiçek, yalnızca bir çiçek değil, doğanın aşkı hatırlatma biçimiydi artık.
O gün, Afrodit’in ve Adonis’in yasını tutan doğa, Anemon çiçekleriyle süslenmeye başladı. İlkbahar, Afrodit’in aşkının ve Adonis’in kaybının sembolü olarak dağları renklendirdi. Biz bu çiçeğe “Manisa Lalesi” dedik. Dağlar bu çiçeklerle bezendiğinde, Adonis’in ruhu yeniden doğar gibi olur. Çünkü Anemon, yalnızca bir çiçek değildir; aşkın, tutkunun ve yeniden doğuşun ölümsüz hikayesidir.
Bugün Datça kırsalında birkaç anemon gördüm. Çok narindiler; dalları rüzgârda bir çocuğun ilk adımları gibi titriyordu. Genelde Şubat ayının ortalarında çıkarlardı. İklim değişikliği onları da şaşırttı. Aralık ayında anemon görmek gerçekten sürpriz oldu. Yağmurun ardından açan güneş doğayı uyandırmıştı belki de.
Toprak ana hamile belli ki.
Belki de Adonis, kış uykusundan erken kalktı bu sene.
Havada ilkbaharın kokusu var. İçinize çekin bu kokuyu. Yeniden doğmuş gibi olacaksınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder