31 Ocak 2025 Cuma

GÖKOVALI DESTANI

Evvel zaman içinde, rüzgarın bilge sözler fısıldadığı, güneşin tanrılarla dans ettiği topraklarda, bir ozan doğdu. Adı, Şadan’dı. Gökova’nın kadim rüzgarları onun kaderini daha beşiğinde fısıldamış, Anadolu’nun bilge gölgeleri başucunda nöbet tutmuştu. 

Homeros’un destanlarını mırıldandığı, Herodot’un zamanı kayda geçirdiği, Thales’in yıldızlara göz diktiği bu topraklar, bir bilge daha yetiştirdi. 
Şadan Gökovalı, güneşin altında gölgeye ihtiyaç duymayan Diyojen gibi hakikatin izinden gitti. Anaxagoras gibi gözlerini göğe dikti, yıldızların ve tarihin sırlarını çözmeye koyuldu. 

Fakat onun destanı, mitlerin anlatmadığı bir savaşla başladı. O, kahramanların kılıç kuşanmadığı, ancak ölümle ve hastalıkla savaşan bir babanın oğluydu. Gökova, bir zamanlar tanrılar tarafından lanetlenmiş bir diyar gibi, bataklıklarla, sıtma ve ölümle boğuşuyordu. O çocukken, dört kardeşini bu lanete kurban verdi. Ancak babası, Prometheus’un ateşi insanlığa getirdiği gibi, Gökova’ya umudu getirmeye and içmişti. 

Kaderin iplerini kendi elleriyle dokuyan bu adam, tanrıların bile kıskanacağı bir azimle valilere, bilginlere, ziraatçilere danıştı. Çaresi yok sanılan bu bataklık, okaliptus fidanlarının mucizevi dokunuşuyla kurutulacaktı. Ancak bu kutsal ağaçlar Anadolu’da yoktu. O vakit, Bodrum’un bilge denizcisi, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir devreye girdi, yabancı diyarlardan fidanlar getirtti. 

Ve köylüler, bir mitin doğuşuna tanıklık edercesine, günlerce, haftalarca el ele vererek bataklığı kuruttu. Bu, yalnızca bir coğrafyanın kurtuluşu değil, aynı zamanda Şadan Gökovalı'nin kaderinin şekillenişiydi. O topraklar, onu bilgelikle, doğayla, kültürle yoğurdu. 

Edip Cansever’in dediği gibi, "İnsan yaşadığı yere benzer"di. Ve Şadan Gökovalı, toprağı gibi bereketli, suyu gibi berrak, dağı gibi vakur, yıldızları gibi bilge oldu. 

O, sadece bir insan değil, zamanın içinde bir kitap, Homeros’tan Herodot’a, Dede Korkut’tan Yunus Emre’ye uzanan bir kütüphaneydi. Mitolojiyi şiire, destanı kelimelere dönüştüren bir büyücüydü.
Cevat Şakir ona şöyle demişti: 

"Ölsem, ölüm beni yenemeyecek, çünkü Şadan var." 

Ve bu sözler, bir vasiyet gibi, tarihin sayfalarına kazındı. Gökovalı, yalnızca yaşamadı, yüzyıllara sığacak kadar yazdı, anlattı, öğretti. Akademisyen, ozan, yazar, tarihçi, mitolog, gazeteci… Kaç hayat yaşadı bilinmez, ancak kesin olan bir şey var ki, o bir masalın başkahramanıydı. 

81 yıllık ömrüne 81 asır sığdırdı. Knidos’tan Efes’e, Bergama’dan Fethiye’ye, tanrılar ve bilginler yurdu Anadolu’nun her taşına dokundu. Ve son nefesine kadar aynı şeyi söyledi: 

"Ben her şeyden önce öğrenmeyi sevdim.

Tıpkı Prometheus’un ateşi insanlığa armağan etmesi gibi, o da bilgiyi halkına sundu. Ve ardından şu dizeleri bıraktı: 

"Ben halkım, hey!
Feleğin sillesini çok yemişim.
Kalem vermemişler elime.
Diyeceklerimi türkülerle demişim." 

Ve işte böyle, Gökovalı’nın destanı, Anadolu’nun rüzgârlarıyla, kuşaklar boyunca anlatılacak bir efsaneye dönüştü.
Dört yıl önce bugün kaybettik.
Unutulmayacaklar listemde baş sıralardadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne çıkan

GÖKOVALI DESTANI

Evvel zaman içinde, rüzgarın bilge sözler fısıldadığı, güneşin tanrılarla dans ettiği topraklarda, bir ozan doğdu. Adı, Şadan’ d...