Karadeniz, o gece kapkaraydı. Yıldızlar, bulutların ardına saklanmış, ay ışığı dahi cesaret edememişti denize dokunmaya. Rüzgarın uluması, dalgaların hiddeti ve bir takanın tahtadan iniltileri... İşte Maria'nın kaderi bu karanlık gecenin kollarında yazıldı.
Maria, sarı saçları ve mavi gözleriyle bir masaldan fırlamış gibiydi. Ama bu masalın sonu, kimsenin hayal edemeyeceği kadar karanlıktı. Odessa’nın sokaklarında neşeyle dolaşan o genç kız, artık idealist bir aşkın peşinde, Karadeniz'in soğuk sularına doğru sürükleniyordu. Yanında kocası Mustafa Suphi ve onun 13 yoldaşı vardı. İnanmışlardı. Bir dünya hayal etmişlerdi; eşit, adil, sevgi dolu bir dünya. Ancak karanlık, bu hayali boğmaya çoktan hazırdı.
Takalarının yolunu bir başka tekne kestiğinde, Maria'nın kalbindeki umut ilk kez kırıldı. Gelenler... Karanlık sular kadar acımasız, ölüm kadar soğuktu. Silahların parlamasıyla kocası ve yoldaşları, mezbaha soğukluğunda birer birer yere düştüler. Maria’nın gözlerinin önünde, sevgisi, inancı ve umudu parçalanıyordu. Kocasının son nefesi Karadeniz’in dalgalarına karışırken, Maria canlı kalan tek kişiydi. Ama yaşamaktan ziyade, bir hayalet gibi hissediyordu artık.
Kader, Maria’yı kurtarmadı. Karaya adım attığında, onu bekleyen cehennemin yalnızca başlangıcıydı. Yahya Kahya’nın eline düşmüş, bir kapatmaya dönüştürülmüştü. Onun evi bir zindandı, her gece ise tarifsiz bir azap. Dayak, tecavüz ve aşağılanma... Maria’nın ruhu her geçen gün biraz daha tükeniyordu. Ama bu yetmedi; o, bir nesne gibi elden ele dolaştırıldı. Zengin sofralarının aşağılık eğlenceleri, çetelerin karanlık gece alemleri... Maria'nın bedeni, paranın ve gücün kurbanı oldu.
Yıllar sonra Maria, ne bir kadın, ne bir insan gibi hissediyordu. Sokaklarda aç, beş parasız ve yalnız... Akıl sağlığı yitip gitmiş, yalnızca acının izlerini taşıyan bir bedene dönüşmüştü. Bir gün, kimse fark etmeden, bir köşe başında son nefesini verdi. Sessizce... Sanki hiç yaşamamış gibi. Onu kimsesizler mezarlığına gömdüler, ismi bile unutuldu. Ama o, Karadeniz’in karanlığında boğulan bir hayal olarak kaldı.
Mustafa Suphi ve 13 yoldaşı, Maria’nın gözlerinden gitmeyen hayaletlerdi. 28 Ocak 1921 gecesi, Erzurum'dan Trabzon'a sürüklenmiş, her durakta biraz daha onurlarından koparılmışlardı. Halkın öfkesi, linç girişimleri ve çığlıklar... Bu öfke nereden geliyordu? Onları kim böyle kışkırtmıştı? Kimse bilmiyordu. Belki de biliyordu ama susuyordu.
Değirmendere'de Yahya Kahya ve adamları, Mustafa Suphi ve arkadaşlarını zorla bir takaya bindirdiler. "Batum’a gidiyorsunuz," dediler. Ancak Karadeniz, bu yalanı çoktan yutmuştu. Takanın ardından bir başka tekne... Daha büyük, daha hızlı, ölümle dolu bir tekne... Gece, Karadeniz'in hırçın dalgaları arasında iki tekne çarpıştı. Silah sesleri yankılandı, çığlıklar sulara karıştı. Mustafa Suphi ve arkadaşları, onurlarıyla son nefeslerini verdiler. Ve Karadeniz, onların cesetlerini karanlıklarına sardı.
Yahya Kahya Trabzon’a zaferle döndü, yanında Maria ile birlikte. Ancak zafer, sonsuza kadar sürmezdi. Katliamın yankıları Ankara’ya ulaştığında, gözler Trabzon’a çevrildi. Ali Şükrü Bey, mecliste bu korkunç katliamın hesabını sormaya çalıştı. Ancak tarihin karanlık elleri devreye girdi. Yahya Kahya bir gün faili meçhul bir cinayete kurban gitti. Onun ardından Ali Şükrü Bey, Topal Osman tarafından boğularak öldürüldü. İpler daha da karıştı, hakikat gömüldü. Ve böylece Mustafa Suphi ve arkadaşlarının hikayesi, Cumhuriyet tarihinin ilk faili meçhul cinayeti olarak tarihe geçti.
Ama ya Maria'nın hikayesi? O, tarih kitaplarında bir dipnot bile olmadı. Onun adı, sadece Karadeniz’in karanlık dalgalarına fısıldandı. Ve bu hikaye, bir kadının hayaletini, bir halkın vicdanını ve bir denizin sessizliğini anlatır oldu.
O karanlık gecenin özeti Nazım Hikmet'in mısralarına şöyle yansıdı.
"Karadeniz
on beş kere açtı göğsünü,
on beş kere örtüldü.
onbeşlerin hepsi
bir komünist gibi öldü."
#28kanunisani
#28ocak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder