18 Temmuz 2018 Çarşamba

ZENGİNE TESKERE, FAKİR MEMET ASKERE


Sabancı Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Ayşe Gül Altınay’ın şöyle bir saptaması var.
"Siyasetçisinden eğitimcisine, akademisyeninden genelkurmay başkanına Türkiye Cumhuriyetinin kendi alanlarında efsaneleşmiş sivil ve askerî şahsiyetlerinin benzer ifadelerle altını çizdikleri gibi “ordu-millet” kavramı 1930’lar sonrası Türk milliyetçiliğinin kurucu öğelerinden biri olmuştur.
Bu nedenle “Her Türk asker doğar” anlayışı ders kitaplarından gazete köşelerine, kışlalardan okullara, günlük sohbetlere kadar yaygın bir kullanıma sahip. 
Bu anlayış iki alanda hayata geçirildi.
Biri askerlik.
Diğeri eğitim.
Her erkek vatandaş zorundu askerlik hizmeti yapmakla yükümlendirildi.
Erkek kadın her lise öğrencisi de Milli Güvenlik Bilgisi dersinden geçmek zorunda bırakıldı.
Böylece bu topraklarda yaşayanlar, asker doğmasalar da hayatlarının bir döneminde asker oldular.”




Asker doğmadım ama askerliğimi 1986 yılında Çanakkale 57. Jandarma Er Eğitim Alayı’nda yaptım.
Kısa dönem.
8 aylık eğitim çavuşu.
Elimize bir kitapçık verdiler.
Adı, ST-7 10B
ST, Sahra Talimnamesi demek.
Amerikalılar 1930’lı yıllarda yazmış.
Amerikan Kara Kuvvetleri’nde tek er ve manga yanaşık düzeni ile muharebe düzeni kurallarını içeren bir kitapçık.
Bizimkiler 1960’da bu kitapçığı bire bir tercüme ettirip, "ST 7-10B Piyade Talimnamesi” ismiyle TSK’nın olmazsa olmazı yapmışlar.
Ordunun kutsal kitabı adeta.
Eğitim çavuşları kitapta ne yazıyorsa, onu öğretmek zorunda.
Kitapçığa göre manga ve bölük yürüyüşlerinde birlikteliği sağlayabilmek için yürüyüş marşı okunacak.
Bizimkiler için yürüyüş marşını bulmak kolaydı.
Zaten yıllardır beyinlere kazanmıştı.
“Her Türk asker doğar.”
Çanakkale'de  “İt Durmaz Tepesi”nde sabahın körü bağırırdı tüm bölükler.
En yüksek sesle haykırırdı, henüz daha uykusunu alamamış 20 yaşındaki gençler.
 “Her Türk Asker Doğar!”
Kimse sormazdı.
Niye bilimadamı, sanatçı, yazar, şair doğmaz da asker doğar?
Neyse.
Eğitim sistemimiz Amerika’dandı ama marşımız öz be öz Türk'tü!
Yerli ve milli!
Yetmez mi?
Üstelik NATO ordusu değil miydik?

                       *.  *.  * 

Peki her Türk gerçekten asker mi doğuyor?
Rakamlar öyle demiyor.
1.Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’ndan kaçan asker sayısı 300 bin.
Kurtuluş Savaşı’nda Türk Ordusu’ndan kaçan asker sayısı 150 bin.
Sadece Sakarya Muhaberesi’nden kaçanlar 40 binden fazla.
İstiklal Mahkemeleri"nin kurulma nedeni bile askerden kaçanlara gözdağı vermek değil mi?
Düşünün gerisini.
Sadece bizim ordu da değil tabi.
Yunanistan dahil Avrupa'da çok ordunun asker kaçaklarıyla başı dertte o yıllarda.
Ya bugün?
Bugün yine sözde her Türk asker doğuyor, doğmasına da.
Ensesi kalınlar rapor alıyor.
Arkası kuvvetli olanlar torpil yapıyor.
Parayı bastıranlar da bedelli oluyor.
15 bin liraya, 20 gün.
Zengine teskere, fakirler askere.
İstikamet nizamiye.
Yürüyüş marşı sayılacak, sayy!
“Her Türk Asker Doğar!”

KANAYAN SEVDA; KUZGUNCUK





Kültürlerin, dinlerin buluştuğu yerdi orası.
Farklı ırklardan, farklı inançlardan insanların komşu olduğu, bir arada yaşadığı yerdi.
Herkes birbirinin yardımına koşar, üzüntüsünü sevincini birlikte paylaşırdı.
İstanbui’un en eski semtlerinden biriydi, orası.
Adı Kuzguncuk’tu.
1914 nüfus sayımına göre topu topu 2324 insan yaşıyordu
Bunların 1600’ü Ermeni, 400’ü Yahudi, 250’si Rum, 70’i Müslüman ve dördü de  farklı inançlardandı.
Zamanla Türk nüfusu arttı.
Çoğunluk azınlık olmaya başladı.
Yıl 1952’ye gelince Müslümanların sayısı hayli fazlalamıştı.
Bir cami yapılması gerekirdi.
Merkeze yakın uygun bir arandı, bulunamadı.
Tek bir yer vardı ama.

O da Ermeniler’e ait Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi’nin bahçesiydi.
Bu kiliseyi Padişah Abdülaziz 1835’te saray mimarı Ohannes Amira Serveryan’a yaptırmıştı.
Aynı bahçede hem cami, hem kilise olur muydu?
Ayrıca Ermeni nüfusu buna izin verir miydi?
Ama dedik ya, Kuzguncuk kültürlerin ve inançların buluştuğu yerdi.
Önce Museviler girdi devreye.
Müslümanlar ile Hristiyanlarla uzun uzun görüştüler.
Sonra iki tarafı da ikna ettiler.
Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi’nin papazı da onay verince sorun giderildi.
Kuzguncuk Camii, kilisenin bahçesine yapıldı.
Caminin yapımında Ermeni cemaati 500 lira katkıda bulundu.
1954 yılından itibaren o bahçede papazlar ilahiler okuturken, imamlar cemaate dua ettiriyordu.
Ezan sesi ile Çan sesi bir aradaydı.



İstanbul’un boğaz kıyısındaki tek yeşil alanıydı, Kuzguncuk’taki bostan.
16 dönümden fazla bir alandı.
Sultan Mehmet Reşat döneminde gayrımüslim Dode ve Soro ailelerine geçmişti.
600 yıldır bostan olarak kullanılıyordu.
Son sahibi Rum İspirto Soro’ydu.
İspirto Soro 1951 yılınca ölünce bostan miras yoluyla oğlu İlia’nın mülkü olacaktı.
Ama olmadı.
“Adalet mülkün temeli” denilen sistemde en büyük adaletsizliklerden biri yaşandı.
1977’te Vakıflar İdaresi tarafından bostana el konuldu.

İspirto Soro’nun 60/360’lık hissesinin oğlu İlia Soro’ya neden geçmediğini kimse anlayamadı.
1986’da yüzlerce yıllık bostanın imar planlarında Boğaziçi İmar Yasası’na aykırı biçimde değişiklik yapıldı.
1992’de, araziyi 10 yıllığına kiralayan Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavisi Vakfı bostona bina yapmak istedi.
Ermeni, Yahudi, Rum, Türk Kuzguncuk halkı buna izin vermedi.
Direndiler.
Mücadele yıllarca sürdü.
2014’te devlet geri adım attı ve bostan üzerindeki tüm projelerden vazgeçildi. 
Bugün bostan parsel parsel kiralanıyor, isteyen ekim dikim yapıyor. 
Yaz gecelerinde filmler gösteriliyor, şenlikler düzenleniyor.
Yarın ne olacak kimse bilmiyor?
Çünkü “Kuzguncuk Kentsel Dönüşüm Alanı” ilan edildi!

O renk renk güzelim binaların kaderi belli değil.
O tarih kokan dar sokaklar acaba hangi yandaş müteahhitin iş makinalarıyla yıkılacak?
O yüzyıllık ağaçlar, ulu çınarlar.
O deniz kıyısına atılan sandalyeler.
O yosun ve iyot kokusu.
O tavşan kanı çay ve simit, peynir, yumurta keyfi.
İspiro’nun, Agop’un, Yosef’in anıları.
İlia'nın bostanı.
Kuzgun baba masalları!

Nazım Hikmet ile Can Yücel’in hatıraları.
Nazım’ın unutulmayan Kuzguncuk Şiiri.

Beykoz’da oturmalı
Beykoz’da çalışan adam.
Fakat Kuzguncuk şirin yerdir
Ve gayet nefis yapar gül reçelini
Pansiyoncu Madam
Ve kızı Raşel…
Aynada bir kartpostal:
Bir manzara Nis şehrinden.
İskemle, karyola, konsol…
Ve Denize nazırdı pencereleri…
Güneşte tavana suların ışıltısı vurur,
Karanlık şilepler geçerdi geceleri
İnsanı olduğu yerde
Eli böğründe bırakarak…
Selim’in odası havadardı.
Kırmızı yazmalar kururdu yandaki boş arsada.
Sağda Cevdet Paşa yalısı.
Yalıda bir tavus kuşu
Bir de Mebrure Hanım vardı.
Mebrure Hanım
Tafta entariler giyerdi.
Çok ihtiyardı
Ve mavi gözleri kördü.
Tentene işlerdi Mebrure Hanım.
Uyanır bir beyaz güle başlar,


Uyurken dağıtırdı gülünü…Merhum Cevdet Paşa yalısında
Mebrure Hanımı unutmuşlardı…
Beykoz’da oturmalı
Beykoz’da çalışan adam.
Fakat Kuzguncuk şirin yerdir
Ve kırmızı yazmalar kuruyan boş arsadan
Dünyayı zapta gidecek olan
Pulsuz balıklar gibi çıplak çocukların

Her akşam dinlerdi çığlıklarını Selim.”


Tüm bu güzellikler ne olacak?
Kuzguncuk betona esir düşmeyen, AVM olmayan İstanbul’un ender semtlerinden biriydi.
Güler Yücel eşi Can Yücel’i anlatırken, Kuzguncuk günleri için "Bizim evde şiir pişerdi, aşk pişerdi" demişti.
Aşkların aşıkların semtiydi, Kuzguncuk.
Buket Uzuner  Kumral Ada Mavi Tuna romanından demişti.
Kuzguncuk Aşka doymayan bir Boğaziçi köyüydü.
Ama aşkları da vurdular.
Tıpkı Sezen Aksu'nun şarkısındaki gibi.

"Aşklarıda vururlar
Şarkıya şiir olur
Adanır sonsuz anısına
Kanayan sevdamın

Eyvah şiirler azalmış
Günümüz perişan
Yanıyor içimizdeki
Koskoca orman."


Kuzguncuk'un Ruhunu el fatiha!






Fotoğraflar internetten alınmıştır.

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...