16 Mart 2018 Cuma

MEVSİMLERDEN ÇAĞLA BAHARI


Şimdi "Çağla" zamanı.
Süre çok kısa.
Topu topu 15-20 gün.
Yedin yedin..
Yemedin önümüzdeki seneye.
Çağla, bademin çiğ hali.
Çağla badem, ham iken yenilen ender meyvelerden.
Bu hali, bana göre en leziz hali.
Tuza batır, katır kutur.
Datça yarımadasında bir ay önce patlayan badem çiçekleri yerini çağlalara bıraktı.
Ağaçlar yeşeren yapraklarıyla birlikte meyveleri vermeye başladı.
Baharın müjdesi bu.
Kar beyazı çiçekler yerini yeşile bıraktı.
Bugünler her yer yemyeşil.
Ve bugünler hasat zamanı.
Köylü özenle topluyor çağlaları.
Kilosu 15 liradan toptancıya veriyor.
Toptancı büyük kentlerde yarım kilosu 100 liradan satışa sunuyor.
Yüzde 1300 kar.
Ne güzel iş değil mi?
Kilo kilo al, gram gram sat.
Paraları cebe at.
Sonra yangel yat.
Bize dayatılan ekonomi işte bu.
"Serbest Piyasa Ekonomisi" diye yazılıyor, "Harami düzeni" diye okunuyor!.
Yersen..

Çağla badem deyip geçmeyin.
Çok derde devadır.
Antioksidandır.
Liflidir.
Magnezyumu boldur.
E vitamini çoktur.
Kollestrolü düşürür.
Tansiyonu düzenler.
Ve lezzetlidir.
Üstelik sadece meyve olarak yenmez.
Salatası, mezesi, böreği, yemeği ve turşusu bile yapılır.
Hele bir cacığı olur ki sormayın.
Yoğurda salatalık yerine çağla konur.
Rakının yanında harika meze olur.

Hafta sonu Ankara plakalı bir araba Ovabükü'nde dolaşıyor.
İçinde dört kişi var.
Çağla badem arıyorlar.
Mesudiye'de çağlalar henüz küçük.
Sındı, Palamutbükü'ndekiler ise tam yemelik.
Gülser Ana "nerede çağla yiyebiliriz?" diye soran Ankaralılar'ı Palamutbükü'ne yönlendirirken önce uyardı.
"Sakın izinsiz bahçelere dalıp durmayın gari."
Sonra da maniyi patlattı.

"Dalda var iki çağla.
Biri sana, biri bana.
Bu çağlalar komşunun,
Helal etmez vallaha."
Büyük kentlerdeki dostlar.
Canınız çağla çektiyse 10 gün sonra alın.
Fiyatlar düşecek.
Aracılara yem olmayın.

İŞTE BELGELERİYLE KNİDOS SOYGUNU

Canlı tanıklar  anlatıyor
1974 yılıydı.
Yaz ayları.
Yunan cuntası Kıbrıs’ta darbe yapmıştı.
EOKA, adayı Helen Cumhuriyeti’ne ilhak ettiğini açıklamıştı.
Türkiye’nin tepkisi sertti.
Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs’a harekata hazırlanıyordu.
Türk-Yunan düşmanlığı hat safhadaydı.
İki ülkenin gazeteleri, siyasileri birbirlerine nefret kusuyordu.
Artık savaş kaçınılmazdı.
İşte o günlerde Tilos Adası’ndan Knidos’a bir yat yaklaştı..
Yat, Yunanistan bayraklıydı..
Knidos’ta kazı vardı..
Jandarma hemen alarma geçti..
Jandarma çavuşu kazıyı denetleyen bakanlık yetkilisi Ercan Çokbankir’e koştu..
“Efendim” dedi, “Yunan bandıralı bir yat geldi, ne yapalım?.
Ercan Çokbankir, “bu ortamda gelebiliyorlarsa demek ki, art niyetli değiller” diye cevap verdi.
Jandarma yatın limana girmesini onayladı.
Gelenler bilim insanı, akademisyendi.
Çevreyi gezdiler, Knidos kazısını izlediler..
Akşam kendilerine iyi misafirperverlik gösteren bakanlık yetkilisi Ercan Çokbankir’i yatta yemeğe davet ettiler.
Yemekte sohbetler edildi, uzolar içildi..
Bir ara Selanik Üniversitesi’nden bir profesör Ercan Çokbankir’e sordu.
Kazı başkanı bayanı tanıyor gibiyim.Kimdir kendisi?
Çokbankir, “Amerikalı.Prof.Iris Cornelia Love.” dedi..
Yunan profesör gülmeye başladı..
Sonra ağzındaki lokmayı çıkardı..
O bizde de yıllarca kazı yaptı.Sonra öğrendik ki, arkeolog değil. Tarihi eser kaçakçısı. Hemen kovduk!”



İDEALİST BİR İNSAN SOYGUNU BELGELİYOR
Ercan Çokbankir zaten aylar önce Iris Cornelia Love’ın Knidos’u soyduğunu anlamıştı.
Bu konuyu yetkililerle de görüşmüştü.
İsterseniz, kendisinden dinleyelim.
“1970-1974 yılları meslek hayatımın en parlak günleri idi. Yeni açılmış, Konya Ereğli müzesini dizayn ettikten sonra beni 3 ay sonra Konya Mevlana Mezesi’ndeki Arkeoloji müzesine tayin etmişlerdi. O yıllar hayatta yaşadığım en onurlu ve en gurur duyduğum görev yıllarımdı. Çünkü meslek hayatımın ilk yıllarında Knidos gibi Türkiye’nin en büyük ve önemli kazısında görevlendiriliyordum. Knidos’ta 7 yıldır kazılar devam ediyordu. Kazıları yapan kendini Amerika’daki Türkiye’ye yardım konsorsiyumu başkanının eşi olarak tanıtan Iris C. Love adlı bir bayan, Türkiye’nin o yıllarda en büyük kazılarından biri Knidos kazılarının başındaydı. Sevinçten uçuyordum. Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürü o yıllarda Hikmet Gürçay, yardımcısı Burhan Tezcan, kazılar sorumlusu Çetin Anlağan’dı.
Haziran ayı başında kazılar başlamadan 10 gün önce Datça’ya gittim. Kazı heyeti gelmeden Knidos’u inceledim. Civarındaki köyleri gezdim ve yöre halkından kazı ile ilgili bilgiler aldım.
İlginç bilgiler alıyordum. Kazı heyeti en az 30-40 kişi olurmuş. Gelenlerin çoğu bayanmış, İris C. Love sevici bir kadınmış, geceleri alem yapıp manzarası güzel yerlere çıkıp hemcinsleri ile sevişirmiş. En önemlisi de ona köylülerin getirdiği incir sepetleri içindeki sikke ve kıymetli eserleri yurt dışına yatlarla kaçırırmış. İlk işim, onun yatlara çıkmasını yasaklamak veya benim nezaretimde çıkabileceğini söylemek olacaktı. Çünkü ben kazıya bakanlık temsilcisi olarak katılıyordum. Onu gözetim altına alacaktım.”
KNİDOS’TAN ÇIKAN ESERLERİN ENVANTERİ TUTULMADI.
“Knidos’un içinde bir de kazı yerinin deposu vardı. Daha önceki yıllarda kazılarda çıkan eserler burada toplanırmış. Aslında kazı esnasında çıkan eserlerin önemli olanların envanteri yapılır, en yakın müzeye gönderilmesi gerekirdi. Bekçisinden burayı açmasını istedim. Önce karşı çıktı, sonra kazı başlamadan birkaç gün önce bana depoyu açıp gezdirdi. Depoda eski eserler vardı. Kural gereği her yıl kazıda çıkan eserler ve objeler kayıt altına alınır ve en yakın müzeye teslim edilirdi. Maalesef bu kurala uyulmamış, iç çamaşırları içine sarılan bulgular raflarda yerlerde adeta atılmıştı. Iris C. Love gördüğüm manzara karşısında bana göre arkeolog olamazdı.”
SOYGUNU ÖNLEMEYE KALKTI. DİYARBAKIR’A SÜRÜLDÜ.
“Kazının başladığı ilk gün kazı başkanı Iris C. Love’la konuşup, depodaki eserlerin envanteri çıkarılıp en yakın Bodrum Müzesi’ne eserler teslim edilmeden kazı yapamayacağını uyardım. Büyük bir olgunlukla beni tiye alırcasına memnuniyetle dedi. Fakat bildiğini okuyordu. Henüz kazı başlayalı 3 gün olmuştu. Jandarma Datça’ya kaymakamlığa gitmemi haber verdi. Datça’ya gittim, Kaymakam Arif Köndel Bey beni Müsteşar Hikmet Gürçay beyle görüştürdü. Hikmet bey “Ercan fazla ileri gitme, Iris Hanım kazısına devam etsin” dedi. Ben itiraz ettim. Eldeki mevcut buluntuların envanterini yapmadan ve Bodrum müzesine teslim etmeden bunu kabul edemeyeceğimi söyledim. Hikmet bey, “Ben senin üstünüm bu söylediklerimi yerine getireceksin” dedi ve telefonu kapattı.
Ancak pes etmedim.. Gururla söylüyorum. Başımdan geçen olaylara rağmen o yıl Iris Love’ın Türkiye’de son kazı yılı oldu.. O yıldan sonra da Knidos’ta artık Türk arkeologlar kazı yaptı..
Ama Knidos kazısı benim meslek hayatımın da sonu oldu. Bergama’ya tayin beklerken Diyarbakır’a tayinimi çıkarıyorlardı. İstifa ettim!”
*. *. *
Ne kadar acı değil mi?.
Ülkesini, ülkesinin zenginliklerini koruyan bir insan ödüllendirileceği yerde cezalandırıyor..
Ercan Çokbankir tek değil..
Onun gibi ne namuslu insanlar ötelendi bu ülkede..
Mesela Nihat Önder..
1974 yılları sonu ile 1976 yılları arasında Datça Kaymakamlığı yaptı..
Knidos soygunun canlı tanıklarından biriydi..
Soygunu engellemeye kalktı, sürüldü..
İsterseniz kendisi anlatsın.
KNİDOS’TAN ÇIKANLAR ONASSİS’İN YATIYLA KAÇIRILDI.
“Datça’da ilk göreve başladığımda dinlediğim, yerinde ve canlı tanıklarıyla yaptığım araştırmalarla doğruluğunu saptadığım şey Knidos soygunu oldu;
1973 yılında, Iris Cornelia Love adında Amerikalı bir bayan, gerekli izinlere sahip olarak, arkeolojik kazı yapmak üzere Datça’ya gelir. Yanında yirmi tane genç ve güzel bayan vardır. Geç saatlere kadar devam eden kazı bırakıldığında, Iris Love kazıya katılan köylüler ve Amerikalı genç kızlara içkili ve yemekli partiler verirdi. Köylülerin aklı ve gözü içki, yemek ve kadınlara çevrilmişken çıkan eserler, Knidos açıklarına demirleyen, Yunan asıllı Amerikalı armatör Onassis’in yatına taşınırdı.”
DATÇA KAYMAKAMI UYARDI, DİNLEMEDİLER!
“Ben bunların araştırmasını yaparken bir de, Iris Love’ın doğum gününde bakan tarafından, kendisine doğum günü pastası gönderecek derecede hükümet tarafından sevildiği söylenmişti.
Benim Datça’ya intikalimin hemen öncesinde Iris Love kazıya ara vermişti. Ben bunları öğrenince Ankara’ ya, Eski Eserler Genel Müdürlüğü’ne gittim. Genel Müdür yerinde yoktu. Genel Müdürü beklerken genç bir uzmanla sohbet ediyorduk. Ben konuyu anlatınca bana, “Kaymakam Bey, bakın size bir anımı anlatayım; Geçen aylarda Amerika’ya gitmiştik. Bu sizin Iris Love bizim haberimizi almış, bizi buldu. Şato gibi evinde bize bir ziyafet verdi. Gecenin çok geç saatlerinde, iyice kafayı bulunca bize, eski eserlerin bulunduğu, evinin bir bölümünü açtı. Bizi gezdirirken, nedense bir koridora yönelmiyordu. Ben arkada kalıp şöyle bir uzanınca, kapının birinin üzerinde “Knidos Seksiyonu” yazısını gördüm. Gerisini siz düşünün.”
Uzun bir beklemeden sonra Genel Müdürün geldiğini söylediler. İçeri girince, ta kapıya kadar adeta koşarak gelip boynuma sarıldı, “Buyurun sayın Kaymakamım, buyurun. Allah sizi bize gönderdi. Sizin gibi aydın, eski eserlerden anlayan Kaymakamları nereden bulacağız. Datça’da arkeolojik kazı yapan, Amerikalı bir bayan var, inanın bizden çok bu memleketi seviyor. Eski eserlerimizi ülkeye kazandırmak için gece gündüz çalışıyor, hala bu memlekete yaranamıyor. Maalesef sizin meslektaşlarınız böyle bir insana yardımcı olacağına dedikodusunu yapıyor.”
Deyince, “Bir dakika sayın Genel Müdür, benim eski eserden anladığım anlımda yazmıyor. O meslektaşlarım ne dedikodu yapmışlar bilmiyorum, bazı şeyleri duydukları muhakkak ama hiçbir işlemde yapmamışlar. Ben bu kadına karşı sizin yardımınızı istemeye gelmiştim, ama görüyorum ki, kadın korumanız altında. Size şunu söyleyeyim, bu kadın Datça’ya girdiği anda Jandarma vasıtasıyla ilçe sınırları dışına bırakılacaktır” dedim ve çıktım.
Datça’ya, döndükten sonra da en az haftada 3 gece, şoförü almadan, jeep ile o berbat, uçurumlu yollardan Knidos u denetlemeye giderdim.
Sedat kardeş, sadece Iris Love mi bu eski eser katili: Köylüler; “Biz dedelerimizden dinlerdik, Osmanlı paşaları, en güzel kirecin mermerden çıktığını söyleyerek bu eserleri İstanbul’a götürüp yakar, köşklerini badana yaparlardı” diye anlatırlardı.”
SORUMLULAR NEREDE?
Canlı tanıkların anlattıkları bunlar.
Elde belgeler de var.
Çıkan sonuç şu.
Prof. Iris C.Love arkeolog olmadığı halde Knidos’ta kazı yapma izni aldı..
Güzelim kenti delik deşik etti.
Dinamit kullandığı bile söylendi.
Çıkardığı tarihi eserleri yurtdışına kaçırdı.
Ve ne yazık ki, devlet körleri sağırları oynadı.
Hatta soygunu önlemeye çalışanları cezalandırdı.
Bunun bir bedeli olmalı.
Ama bizim ülkemizde maalesef olmaz.
Peki ya vicdan?
Arkeolog olmayan, tescilli tarihi eser hırsızı Iris Love’a Knidos’ta kazı izni verenler.
Soyguna göz yumanlar.
Vicdanınız hiç sızlamıyor mu?

KARGA BOKU

Köy yerinde ikindi vakti.
Çıt yok.
Herkes susmuş, sessizlik konuşuyor.
Zaman durdu sanki.
Birden bir damlama sesi.
"Şıp... Şıp!."
Alt mahalledeki çeşmenin musluğu bu.
Tamir gerekli
O arada yan arsaya bir karga kondu.
Tedirgin ama ürkek değil.
"Gakk!"
Biraz etrafı kolaçan etti.
Sağa sola baktı, yere pisledi.
Sonra kanatlandı, gitti.
Gece bir domuz girdi o arsaya.
Karganın pislediği yeri eşeledi.
Domuz eşeledikçe toprağın üstündekiler alta indi.
Aylar sonra bir fidan bitti orada.
Karganın pislediği yerde.
Yavaş yavaş büyüdü.
Dal oldu, yaprak oldu.
Ve bir ağaç oldu..
İncir ağacı.
Önce karıncalar sardı ağacı.
Sonra sinekler, sonra börtü böcekler.
En son da kuşlar.
Böcekler ağacın filizlerini, meyvalarını yedi, kuşlar böcekleri.
Alakargalar da incirleri.
Hayvanlar alemi o ağacın çevresinde bir dünya kurmuşlardı kendilerine.
Karganın pisliğiyle harcı karılan, domuzun eşelemesiyle temeli atılan bir dünya.
O yan arsada yaşam böyle süregiderken, bir insan çıktı ortaya.
Arsayı satın almış.
Önce duvarlarla çevirdi dört tarafını.
Üstünü tel örgülerle sardı.
Böylece domuzlar gelmez oldu.
Sonra börtü böcekten şikayet etti.
Etrafı zehire boğdu.
Karıncalar, sinekler, böcekler bir bir öldü.
Ardından onları yiyen kuşlar.
Sadece bir ağaç kaldı ayakta.
Hayvan mezarlığında bir incir ağacı.
Tek başına.
En son onu da kesti adam.
Oradaki hayatı bitirdi.
Bir çuval inciri bok etti!
İnsan denilen yaşam türünün bilimsel adı, Homo Sapiens.
"Düşündüğünün üstüne düşünebilen insan" demek.
O zaman düşünelim.
Herkes kendisine sorsun.
Çevreye, doğaya bir karga boku kadar katkım var m
ı?

CENNETİ ARAYAN CEHENNEM ÇOCUKLARI


Hiç düşündünüz mü?.
Biz kimiz?
Nereden geldik, nereye gidiyoruz?
Stephen Hawking şöyle tarif etmişti bizi.
"Biz, oldukça ortalama bir yıldızın ufak bir gezegenindeki gelişmiş maymun türleriyiz. Fakat evreni anlayabiliyoruz. İşte bu bizi çok özel kılıyor."
Sizce sıradan bir insanın tarifi bu mu?.
Biz gerçekten doğayı, evreni anlayabiliyor muyuz?.
Doğada bizi diğer canlılardan özel kılan tek şey aklımız.
Aklımız düşünceyi üretiyor, düşünce de bilgiyi.
Google CEO'su Eric Schmidt'e göre uygarlığın başlangıcından 2003 yılına kadar ürettiğimiz bilgi miktarını, günümüzde her iki günde bir üretmekteyiz.
İnanılmaz bir istatistik.
İnsanlık hiçbir dönemde bugünkü kadar fazla düşünce üretmedi.
Ama insanlık bugünkü kadar da çalkantılı bir dönem yaşamadı.
O halde şu soruyu sormak gerekmiyor mu?
Düşünce ve bilgi insanoğluna mutluluk getirdi mi?. 
Ya da düşünce ve bilgi insanların mutluluğu için kullanıldı mı?
Bilgisayarlar, akıllı telefonlar, televizyonlar bize ne verdi?.
Ardı arkası kesilmeyen yeni görüntülerin, yeni bilgilerin esiri olmadık mı?
Her türlü mutsuzluğu canlı izliyoruz.
İnanılmaz bir merakla savaşları seyrediyoruz.
Ülkelerin işgal edilmesini.
Cinayetleri.
Kafa kesmeleri.
Sahile vuran göçmen bebekleri.
Depremleri, tsunamileri.
Katliamları.
Patlayan madenleri.
Çöken binaları.
Ölümleri.
Hepsini kanıksadık artık.
Açlığı, yoksulu, sömürüyü, adaletsizliği, zulümü kanıksadık..
Bu görüntüleri, bu bilgileri bize ulaştıranlar, beyinlerimizde şu algıyı oluşturdu.
"Bu evrenin kuralı..Büyük balık küçük balığı yutar.Başka dünya yok."
Hawking'in dediği bu mu?
Biz evreni böyle mi anladık?
Yoksa bu bir hipnoz mu?..
Akıl, düşünce ve bilginin ürettiği bu olabilir mi?
Bu aynı zamanda bize bir "Benmerkezcilik" dayatması değil mi?.
Benmerkezcilik bizi kibirli, şımarık başkasına yaşam hakkı vermeyen birer tüketici yapmadı mı?
Hubert Reeves'in dediği gibi.
Bu benmerkezcilik, "bitkilerin, hayvanların ve tüm evrenin bize hizmet etmek için varolduğunu ve üzerlerinde hiçbir sınır tanımayan bir hakka sahip olduğumuzu savunan, yüzyıllar öncesinden gelen bir önyargının yansıması" değil mi?
Bu benmerkezcilik, bunca düşünce ve bilgi üretmemize rağmen cahilliğimizin ve dar görüşlülüğümüzün doğrudan ifadesinden başka ne olabilir?
Evet evrende büyük balık küçük balığı yutuyor.
Ama karnı doyunca kimseye saldırmıyor.
Doğada obezite diye bir hastalık yok.
Siz evrende insanoğlu dışında başka bir türün neslini tüketen canlı gördünüz mü?.
Göremezsiniz..
Oysa biz doymuyoruz.
Tükettikçe tüketiyoruz.
Mesela şimdi iphone 7'yi bekliyor milyonlar..
Mandıra filazofunun dediği gibi.
"İphone'nın yaratıcısı Steve Jops bile 4 tanesini gördü. Biz daha kaç tanesini göreceğiz."
Herşeye, herkese saldırıyoruz.
Tüm bunları sözde mutluluk adına yapıyoruz.
Bu yüzden kendi arzu ve hırslarımızın birer kölesi olduk.
AVM'lerde, mağazalarda, marketlerde mutluluk arıyoruz.
Oysa mutluluk peşinde koşulacak ve satın alınacak bir şey değil.
Ünlü psikiyatrist Carl Jung şöyle demiş.
''Dışına bakan kişi rüya görür, içine bakan ise uyanır.''
Buda'ya soruyorlar "sen kimsin?" diye.
"Uyanığım." diyor.
"Uyanmak nedir?" diyorlar.
"Izdırabın sonudur."
Izdıraptan kurtulmak için rüyadan, hipnozdan kurtulmak gerekiyor.
Uyanmalıyız..
Evrenle kucaklaşmalıyız..
Çünkü biz, doğa ve evren bir bütün.
Bir birliktelik bu.,
Kendi içimize, kalplerimize dönmeliyiz..
Mevlana Celalettin Rumi'nin şöyle bir sözü var.
"Sadece kalpten gelen erişebilir gökyüzüne."
Kutsal kitaplarda tanrı gökyüzündedir.
Gökyüzü cennetttir, mutluluktur..
Düşünür Bakunin'in sözüdür.
"Gökyüzünde bir efendi olduğu sürece, yeryüzünde köle olarak yaşamaya mahkumuz."
Kadim Hindu, Tibet ve uzak doğunun mistik öğretileri Bakunin'in bu sözünü şöyle destekler.
"Tanrı gökyüzünde değil, insanın kalbindedir..Tanrı insanın kendisidir."

Sufi geleneğinde Vahdet-i Vucut denir bu inanca, varlık birliği demektir..
İslam düşünürü Hallac-ı Mansur "Ene'l-Hakk" dediği için öldürülmüştür..
"Ene'l-Hakk" Ben Hakk'ım, Hak'tan gayrı değilim demektir..
Biz mutluğu dışarıda ve de gökyüzünde ararken, kalplerimizi unuttuk..
Yüreklere kilit vurduk..
Çevremizle, doğa ile savaşmaya başladık..
Eğer kalplerimizi açmayıp bu savaşı kazanırsak, maalesef kaybedeceğiz..
Cenneti ararken, cehennemde yanacağız..

KARADUTUM, ÇATAL KARAM, ÇİNGENEM

Adı, Mari Gerekmezyan'dı.
Türkiye'nin ilk kadın heykeltraşlarından biriydi.
Ermeni asıllıydı.
Güzel Sanatlar Akademisi'nde misafir öğrenciydi.
Çok başarıydı.
Okulda bir asistana aşık oldu.
Asistan ünlü bir ressam ve şairdi.
Üstelik de evliydi.
Delice sevdiler birbirlerini.
Dillere düştüler.
Sevdiği adamın büstünü yaptı.

Ünlü ressam da onun portrelerini çizdi.
Günlerce aylarca büyük bir aşk yaşadılar.
Birbirlerine seranat yaptılar.
Mari'nin kaşı kara, gözü kara, bahtı da karaydı.
Ailesi ve Ermeni toplumu onu terketti.
İtinayla yalnızlaştırıldı.
Dönemin basını, Ermeni olduğu için Ankara’daki Resim Heykel sergilerinde üst üste aldığı ödüllerde adını bile geçirmedi.
Buna ragmen sevgilisini hiç terketmedi.
Ta ki hastalanana kadar.
1947 yılında tüberküloza yakalandı.
İstanbul Alman Hastanesi’ne yatırıldı.
Durumu ağırdı.
Antibiotik gerekiyordu.
Ama dünya savaşı yeni bitmişti.
Ülkede ilaç yoktu.
Ünlü ressam sevgilisini kurtarmak için tablolarını sattı.

İlaç için her yolu denedi.
Şiirler karaladı.
Ama olmadı.
Mari Gerekmezyan 1947 yılının 12 Ekiminde 37 yaşında hayata gözlerini yumdu.


*. *. *

Aradan 2 yıl geçmişti.
1949 yılının bir ilkbahar günüydü.
İstanbul Büyük Kulüp'te bir toplantı vardı..
Her ilde Büyük Kulüpler cumhuriyet burjuvasının eğlence mekanlarıydı..
Sıradan insanlar oraya giremezdi.
İşçi ve köylüler içeriye sokulmazdı.
Başı örtülüler de.
O gece Büyük Kulüp'tekiler özel konuk olan Bedri Rahmi Eyüboğlu'ndan bir şiir okumasını istediler..
Bedri Rahmi ayağa kalktı.
Şiiri okumaya başladı.
Ama gözyaşlarını tutamadı.
Bir yandan mısraları söylüyor, bir yandan sular seller ağlıyordu.
Gözyaşlarına mendil yetmiyordu.
*. *. *
"Karadutum, çatal karam, çingenem..
Nar tanem, nur tanem, bir tanem..
Ağaç isem dalımsın salkım saçak..
Petek isem balımsın ağulum..
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan..
Yoluna bir can koyduğum..
Gökte ararken yerde bulduğum..
Karadutum, çatal karam, çingenem..
Daha nem olacaktın bir tanem..
Gülen ayvam, ağlayan narımsın..
Kadınım, kısrağım, karımsın.
Sigara paketlerine resmini çizdiğim,
Körpe fidanlara adını yazdığım,
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam.
Sıla kokar, arzu tüter,
Ilgıt ılgıt buram buram.
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekün azade..
Hani şu ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan
Kibrit çöpü gibi kırılan
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan
Artık otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum
Netmiş, neylemiş, nolmuşum
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam..
Sensiz bana canım dünya haram olsun."


*. *. *

Bedri Rahmi'nin hemen yanında eşi Eren Eyüboğlu oturuyordu.
Ama hiç tepki vermiyordu.
O da herkes gibi bu şiiri ona yazmadığını biliyordu.
Bedri Rahmi'nin "Karadutum, çatal karam, çingenem" diye seslendiği kadın, 2 yıl önce ölen Mari Gerekmezyan'dı.
Mari öldükten sonra Bedri Rahmi'ye dünya haram olmuştu.
Öyle ki.
Yıkılmışlığını dizelere dökmüştü.
"Türküler bitti,
Halaylar durdu,
Horonlar durdu..
Hüzün geldi başköşeye kuruldu,
Yoruldu yüreğim, yoruldu."

Bedri Rahmi Eyüpoğlu 1975 yılında öldü.
Ölene kadar "Canım Cebişim" dediği Mari'yi hiç unutmadı.
Cebiş, Anadolu'da yeni doğan keçi yavrularına denirdi.

Kaynak: Can Kırıkları-Karin Karakaşlı

NEYİ ARIYORSAN, SEN OSUNDUR.


Yıl 1905'di.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Theodore Roosevelt, rezervasyonlardaki kızılderililerin şikayetleri üzerine bir toplantı düzenlemişti.
Kızılderili şefleri trenle New York'a getirildi.
Bir heyet kendilerini karşıladı.
Konuklara toplantı öncesi kenti gezdiriyorlardı.
Sokaklardaki insan seli, arabaların, iş makinalarının gürültüsü kızılderilileri şaşırtmıştı.
Birara Oglala Lakhotaları'nın şefi ve şamanı Hehaka Sapa (Kara Geyik) bir Ağustos böceğinin şarkısını duyduğunu söyledi.
Yanındaki diğer reisler onayladı.
Ama beyaz adamlar inanmadı.
Kentte Ağustos böceğinin olmayacağını, olsa bile bu gürültüde duyulamayacağı söylediler.
Kara Geyik ısrar etti.
Arabayı durdurdu.
İndi, ilerideki parka gitti ve bir ağaçta Ağustos böceğini gördü.
Amerikalılar şaşırmıştı.
"Olamaz" dediler, "Sende doğaüstü güçler var."
"Hayır" dedi Karageyik,
"Ağustos böceğini duymak için doğaüstü güce ihtiyaç yok."
Amerikalılar, "O zaman biz niye duymadık." dediler.
Kara Geyik cebinden metal 50 sent çıkardı, kaldırımda yürüyen insanların arasına yuvarladı..
Bir anda herkes "acaba benden mi düştü." diye paraya bakmaya başladı.
Kara Geyik yanındakilere sordu.
"Anladınız mı?"
"Anlamadık" dediler.
Anlattı.
"Bir insan için önemli olan nelere değer verdiğidir.. Çünkü herşeyi ona göre duyar, ona göre görür ve ona göre hisseder..Siz doğaya değer verseydiniz, Ağustos böceğinin şarkısını duyardınız."
*. *. *
Bilinen bir kızılderili hikayesidir bu..
Kıssadan hissedir..
Şimdi sorun kendinize..
Neye değer veriyorsunuz?
Neyi görüyor, neyi duyuyorsunuz?
Bozuk paranın sesini mi?
Ağustos böceklerinin türküsünü mü?
Goethe'nin bir sözü var.
"İnsanın gözü bildiği ve anladığı şeyi görür.. Ancak daha derin bilgi ve kültürün bize gösterdiği birçok şeyi, önümüzde durduğu halde yıllarca görmemiş olabiliriz."
..Ve Mevlevi felsefesidir; Neyi arıyorsan, sen o'sundur.

KIYILAR HALKINDIR, KİRALANAMAZ


Sadece direnenler kazanır
İtalyan yazar Luciano de Crescenzo der ki;
"Biz hepimiz tek kanatlı melekleriz, ancak birbirimize sarılırsak uçabiliriz."

Datçalılar Kurubük'ün kiralanmasına karşı çıkarak birbirlerine sarıldılar.
Uçtular.
Ve hedefe ulaştılar.

Kurubük'ün sermayeye peşpeş çekilememesinin nedeni Datçalılar'ın kararlı mücadelesindendir.
Birlikte bir sinerji oluşturarak Kurubük'ü Türkiye'nin gündemine taşıdılar.
Onların bu yasal, onurlu mücadelesine Datça Belediyesi, Kent Konseyi, Kıyı Çalışma Grubu, MUÇEP Datça ve diğer sivil toplum örgütleri büyük destek verdi.
Ayrıca başta Habertürk olmak üzere, Sözcü, Hürriyet, NTV, CNNTürk, Foxtv, Vatan, T24, Haber Hürriyeti, Egenin Sesi, Muğla Devrim gibi yayın kuruluşları sayfalarını, ekranlarını bu onurlu direnişe ayırdılar.  

Ülkenin çeşitli yerlerinde yaşayanların sosyal medya aracılığıyla verdiği destek de Datçalılar'ın gücüne güç kattı.
Sonuçta kazanan Datça oldu, Türkiye oldu..
Kurubük halka kaldı.

Şilili büyük şair, koca yürekli Pablo Neruda'nın şiirindeki gibi.
"Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
."
Halkız biz dostlar.
Birleşirsek kazanırız.
Ne güzel demişti Nazım Hikmet.
"Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yarin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber! "
Kurubük küçük bir örnekti.
Bundan böyle hep beraber olabilirsek, nice Kurubükler kazanırız.
Çünkü anayasa der ki.
Kıyılar halkındır.

AH O PALAMUT AĞACI

Eskiden palamut ağaçlarıyla doluymuş, Datça'nın güzel koyu.
O yüzden Palamutbükü denmiş.
Zamanla kesilmiş o palamutlar.
Yerlerine badem dikilmiş.
Şimdi parmakla sayılacak kadar azlar.
Ama dev palamutlar.
Tepelerde.
Kumyer Köyü'nde.
Zamana meydan okur gibiler.
Heybetliler.
Aşağıda güzelim Palamutbükü'nü seyrediyorlar.
Atinalı tarihçi Thukidides ile sanat tarihçisi George E.Bean'a göre onların bugün durduğu yerlerde antik çağın çok önemli bir kenti vardı.
Adı Triopion'du.
"Üç yöne bakan" demekti.
En yukarıda görkemli bir akropolisi.
Asklepios kutsal alanı.
Ve gür suyu olan bir pınar.
Pınarın üzerinde de muhteşem bir köprü.
Hayat vardı o palamut ağaçlarının altında.
Kim bilir kaç aşık oturmuştu onların altına?
Kaç ozan şarkılar söylemişti?
Kimler piknik yapmıştı kim bilir?.
Triopion'da Dor Hexapolisi (Altı kent birliği)nin Doreia festivalleri düzenlenirdi..
Müzikal ve sportif yarışmalar yapılırdı..
Sporcular kazandıkları madalyaları Apollon Tapınağı'na bırakırdı..
Bir defasında Halikarnas'lı Agasikles, kazandığı Tripod'u (üç ayaklı sehpa) kentine götürmek istedi.
Kabul etmediler..
Bu yüzden Halikarnas(Bodrum) Altı Kent Birliği'nden çıkarıldı.
Triopion'da bir de hipodrom vardı..
At yarışları yapılırdı.
Kıyıda, Palamutbükü'nde bir limana sahipti..
468'de Atinalı komutan Kimon'un donanması üs olarak kullanmıştı..
1956'da bir binbaşı liman kalıntılarını keşfetti.
Birkaç savunma burcu hala görülüyor.
Cıvıl cıvıldı Triopion.
Şimdi harabe.
Bir kısmı toprak altında.
Toprak üstündekiler sessiz, virane.
Mermerleri tıpkı Knidos gibi İstanbul saraylarında kullanıldı.
Sadece palamut ağaçları ayakta kaldı.
Parmakla sayılacak azlar.
Acaba o günlerden bugüne kaçıncı kuşaklar!
Ve en önemlisi.
Kesilmeden daha kaç yıl yaşayacaklar.

KARTALI VURAN KENDİ TÜYÜNDEN YAPILMIŞ OKTUR


1955 yılının ılık bir bahar sabahıydı.
Yakima kızılderili rezervasyonunda şaman Khe-tha-a-hi (Kartal Kanadı) bir yandan kutsal adaçayı(sage) ile tütsü yapıyor, bir yandan da dua ediyordu.
"Gete anishinaabe Anami ewin,
O'o gichi Manidoo, O'o ogondaamaan noodinong."

"Ey Büyük Ruh,
Sesini rüzgarlardan işittiğim,
Bütün dünyaya yaşam nefesini veren, duy beni!.
Senin bilgeliğine ve gücüne ihtiyacım var."
Henüz duası bitmemişti ki, bir anda nefes nefese torunu geldi.
"Dede, dede!. Beyaz adam boz tepenin arkasında bir şeyler yapıyor."Şaman kızdı.
Homurlandı.
Torununa sert bir ifadeyle "Git sor bakalım, ne yapıyorlar?" dedi.
Küçük çocuk koşa koşa boz tepeyi aştı.
Beyaz adamlara sordu.
"Burada ne yapıyorsunuz?"
Güldüler önce..
Sonra "Geceleri gökyüzünde parlayan davulu biliyor musun?" dediler, çocuğa.
"Ay mı?" diye sordu.
"Evet" dediler, "Buraya NASA üssünü kuruyoruz..İnsanlığı geceleri gördüğün o parlayan davula götüreceğiz."
Çocuk yine koşarak dedesine döndü..
"Dede konuştum, insanlığı parlayan davula götüreceklermiş."
Khe-tha-a-hi daha da kızdı..
Bir şeyler mırıldandı..
"Khe ta gaye ga'ojimin wedamaan." dedi.
"Kartalı vuran kendi tüyünden yapılmış oktur."
Sonra bir parça geyik derisi aldı, ot boyalarından yaptığı mürekkeple üzerine bir şeyler yazdı."
"Git bunu beyaz adamlara ver..Parlayan davula gittiklerinde bu yazıyı orada yaşayanlara versinler."
Çocuk tekrar gitti inşaat alanına..
Dedesinin verdiği notu beyaz adamlara iletti.
"Dedem diyor ki, bu yazıyı parlayan davuldaki insanlara versinler."
Mühendisler, bilim adamları gülmeye başladılar.
İçlerinden "Orada yaşayan yok ki" dediler.
Ama çocuğu kırmamak için, "Tamam söz veriyoruz..Dedene söyle, parlayan davula gittiğimizde bu notu orada yaşayanlara ileteceğiz."
Aradan bir kaç gün geçti.
Mühendislerden biri şamanın gönderdiği deri parçasında ne yazdığını merak etti..
Ama inşaatta Yakima dilini bilen yoktu.
Hemen rezervasyondan İngilizce bilen bir kızılderili çağırdılar.
"Oku bakalım, sizin şaman burada ne yazmış?."

Kızılderili okudu.
"Ni gagwezoogadam gaawiin chi gagwa odaawag nisayenh.."
"Bu beyaz adamlara dikkat edin..Topraklarınızı ve özgürlüğünüzü çalmaya geldiler.."
*. *. *
Kıssadan hisse..
Şimdilerde devletin bölünmez bütünlüğü, vatan, millet, sakarya naraları atıyorlar ya..
Köprüler, yollar, AVM'ler, nükleerler, HES'lerle göz boyuyorlar..
Gelişiyoruz, zenginleşiyoruz masalları okuyorlar..
Başkanlık sistemi tüm sorunları çözecek diyorlar..
İnanmayın..
Perde arkasında paranızı ve özgürlüğünüzü çalıyorlar..
Emeğinize ve özgürlüğünüze sahip çıkın.

DUMANLI DAĞLARIN GÖZYAŞI: GERONİMO


Amerikalı General Philip Sheridan şöyle demişti.
"The only good Indian is a dead Indian"
En iyi Kızılderili, ölü Kızılderilidir.
Sheridan'ın dediği gibi yaptılar.
Çoluk çocuk öldürdüler.
Hatta öldürmekle kalmadılar.
İnsanlık tarihinin en acımasız zulümünü uyguladılar.
“Sırf eğlence olsun diye, kadın erkek demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunun bölgenin değişik yerlerinde defalarca tekrarlandığını kendi gözlerimle gördüm.
Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştılar.”

İspanyol tarihçi Bartolome de Las Casas böyle anlatır, bu zulumu.

1858 yılının 28 Ağustos'uydu.
New Meksiko'da dumanlı dağların eğilmeyen başı kaçak yaşıyordu..
O gece yarısı gizlice evine döndüğünde Bartolome de Las Casas'ın gördüğü manzaranın aynısıyla karşılaştı.
Eşi, annesi ve 3 çocuğu İspanyollar tarafından vahşice öldürülmüştü..
Annesinin ve eşinin memeleri kesilmişti.
Çocuklarının kafaları parçalanmıştı.
İşte o an intikam yemini etti.
O güne kadar beyaz adam öldürmeyen, o günden sonra gördüğü beyazın azraili oldu.
O Apachiler'in şamanı Geronimo'ydu.
Kendi halkı ona Gokhlayeh diyordu.
Esneyen Adam.
*. *. *
Esneyen adamın intikam ateşi tüm Apachiler'i sardı.
Arizona ve New Meksiko'da ismi nam salmıştı.
Artık affetmek yoktu.
Beyazlar ölmeliydi.
Acımadan öldürdü.
Birleşik devletler başına ödüller koydu.
Defalarca yakalandı ama hep kaçmayı başardı.
O özgür ruhluydu.
Tutsak yaşayamazdı.
Amerikan Ordusu tam 10 yıl onu aradı durdu..
1894 yılında 24 adamıyla birlikte dumanlı dağlarda olduğu haberi alındı..
Beş bin Amerikan askeri peşine düştü.
Dağlar taşlar karış karış, didik didik edildi.
Ama bulunamadı.
Bunun üzerine Amerikalı askerler kızılderili köylerine saldırıp, kadın ve çocukları öldürmeye başladı.
Tüm bölgeye haber salındı.
Geronimo teslim olana kadar katliam sürecekti.
Halkının gördüğü zulme dayanamayan Geronimo sonunda teslim oldu..
0 artık bir savaş mahkumuydu.
1909 yilında Oklahoma'da ağır işkence görerek öldürüldü.
Hemen Kızılderili Mahkumlar Mezarlığı'na gömüldü.
İlginçtir.
Birgün sonra Geronimo
'nun mezarı kimliği belirsiz kişiler tarafından kazıldı ve ölü bedeni kaçıldı.
Ne kaçıranlar, ne de naaşı asla bulunamadı.
Geronimo'nun bugün Fort Sill'deki mezarı sadece semboliktir..
Amerika Birleşik Devletleri'nin Geronimo'ya olan kini bugün bile sürmekte..
Usame Bin Ladin'e yapılan askeri operasyonun adı; Choice of code name Geronimo idi..
"Kod adı Geronimo"
* * *
Geronimo, Apache ulusunun son savaşcısıydı..
Onun ölümüyle birlikte, Apacheler de tarihe karıştı..
Ama bugün Arizona'da ismi hala efsanedir..
Dumanlı dağların eğilmeyen başı hala gönüllerde yaşar..
Tarih onun şu sözlerini yazar.
"Bizim kadınlarımız çocukları doğduğunda elleriyle onların ağzını kapatırlar. Nefes alması için ellerini bir süre çekip, bebeğin tekrar ağlamasına fırsat vermeden aynı hareketi tekrarlarlar. Ağlamamak, gözlerini dünyaya açan bir Kızılderilinin aldığı ilk derstir. Beyaz adamdan kaçarken, kucaktaki bebeğin ağlaması her şeyin sonu demektir. Dersini iyi alamayan bir bebeğin çıkaracağı ses, kurşun yağmurundan ölmek demektir."
Tarih, halkı için vuruşup düşenleri unutmaz.
Geronimo da unutulmadı..


BORNOVA'DAN SAKIZ'A BİR REÇELİN ÖYKÜSÜ



Binlerce yıllık İzmirli'ydiler.
Dededen toruna.
Panatiokis Korakis.
..Ve güzel eşi Rena.
Bornova'da yaşıyorlardı.
Eski adıyla Burunova'da.
"Osmanlı Rumu"ydular.
Biz de Rum denilence akla hemen Yunanlı gelir.
Oysa Rum öz Anadolu insanıdır.
Tarihte Anadolu Doğu Romadır.
Rum, Doğu Romalı'dır..
Mevlana Celalettin Rumi mesela.
Rum diyarının Mevlanası'dır.
Erzurum mesela.
Erzen-i Rum (Rum merkezi) 'dur.
*. *. *
Korakis çifti Bornova'daki iki katlı kavgir evlerinde reçel yapıyorlardı.
Mahallede ünlendiler.
Zamanla bu uğraşı ticarete döktüler.
Çeşitli meyvelerden reçeller yaptılar.
Çok tutuldular..
Özellikle Sakız adasından gelen sakızlardan yaptıkları en gözdeydi.
İşleri tam yoluna girmişti ki, mübadele başladı.
Lozan anlaşmasına göre Yunanistan'daki müslümanlar Türkiye'ye gönderilecek, Türkiye'deki ortodokslar da Yunanistan'a gidecekti..
Bir değiş, tokuştu bu.
Bu nedenle binlerce insan evinden yurdundan edildi.
Hatta Karaman Türkleri öz ve öz Türk olmalarına rağmen, sadece ortodoks inançları nedeniyle yurtlarından sürgün edildi.
Tarihin bu acı günlerini Korakis çifti de yaşadı.
Onlar da binlerce yıllık vatanlarını bırakıp Sakız'ı kendilerine yeni yurt edindiler..
Üstelik bir kuruşsuz, meteliksiz.
Çünkü yine Lozan anlaşmasına göre Yunanistan da, Türkiye de gönderdiklerinin malvarlığına el koyacaktı.
Korakis çiftinin de tüm varlığına el konuldu.
*. *. *
Yeni yurtlarına alışmaya çalışan Korakis çiftini bu kez başka bir savaş vurdu..
Nazi Almanyası Yunanistan'ı işgal etti.
Nazi bombardıman uçakları Junkers Ju 87'ler tüm adalar gibi Sakız'da da taş taş üstünde bırakmadı.
Yaşayabilmek için sığınaklarda saklandılar.
Aylarca.
Aç, susuz günlerde.
Savaş bittikten sonra yeniden tutundular hayata..
Bornova'da yaptıkları işe soyundular tekrar..
Çünkü bildikleri tek şey oydu..
Sakız Adasın'da da çeşit boldu.
Herşeyin reçelini yaptılar.
Limon çiçeği, Portakal çiceği, Kestane, Zeytin, Domates, Karpuz, Patlıcan, Portakal dilimi, Kiraz, üzüm ve aklınıza gelen ne varsa.
..Ve tabii ki adaya adını veren Sakız reçeli.
İzmir'dekinin aynısı.
Yunanistan'ın en iyisi.
Bir numara.



Korakisler, bugün sadece Sakız'ın değil, Yunanistan'ın en iyi reçelcisi.
Dükkanlarının ismi, Reçelci Rena.
Günün her saati dolup taşıyor.
Özellikle Türk turistlerin gözdesi.
Türkçe konuşmaları tabii büyük avantaj..
İki çocukları var.
Dükkanda tüm aile çalışıyorlar.

Mutlular.
Ama bir soru.
İnsanın doğduğu yer mi, yoksa doyduğu yer midir  atan?.
Bugün ak saçlı Korakisler karşı kıyıya baktıklarında ne düşüyorlar acaba?.
Çocukluk, gençlik günlerini özlüyorlar mı?
Çünkü ata toprağının özlemi bir başkadır.
Nerede olursan ol, o özlem bitmez.
Toprak çeker.
*. *. *
Ne güzeldi Ecevit'in şiiri değil mi?
"Sıla derdine düşünce anlarsın,
Yunanlıyla kardeş olduğunu.
Bir Rum Şarkısı duyunca gör,
Gurbet elde İstanbul çocuğunu.
Bir soyun kanı olmasın varsın,
Damarlarımızda akan,
İçimizde şu deli rüzgâr,
Bir havadan.
Önce bir kahkaha çalınır kulağına,
Sonra Rum şiveli Türkçeler,
O Boğazdan söz eder,
Sen rakıyı hatırlarsın.
Yunanlıyla kardeş olduğunu,
Sıla derdine düşünce anlarsın."

DATÇA'NIN EVLİYA ÇELEBİ'Sİ..


Bizim meslekte bir söz vardır.
"Gazeteci olunmaz, gazeteci doğulur" derler.
Datça'da böyle biri var.
Gazeteci olmamış ama.
Gazeteci doğmuş.
Muzaffer Özgen o.
Çoğumuzun Muzaffer hocası.
Meslekten değil, yürekten gazeteci.
Asıl mesleği resim öğretmenliği.
Ama yüreğindeki işi yapıyor.
Kendi internet sayfasında yazan bir muhabir.
Datça'nın habercisi.
Yarımada'nın Evliya Çelebi'si.
Elinden düşmeyen fotoğraf makinası..
Arkadaşı Ekrem İpek ile, dağ taş, dere tepe aşındırır durur..
Hiç durmaz.
Basmadık yer bırakmaz.
En ilginç olaylar onun kalemindendir.
En güzel fotoğrafları onun objektifi yakalar.



En bilinmeyen onun sayfasından okunur.
En merak edilenleri o paylaşır.
Datça Yarımadası’nın sosyal, kültürel, tarihsel , doğal, tüm özellikleri ondan sorulur.
Köyler..
Koylar..
Camiler..
Kiliseler..
Şapeller..
Sarnıçlar..
Deniz fenerleri..
Yel değirmenleri..
Dağlar..
Bağlar..
Mağaralar..
Şelaleler..
Çiçekler..
Böcekler..
Ağaçlar..
Bitkiler..
Hayvanlar..
Ve insanlar..
Yarımada ile ilgili aklınıza gelen ne varsa, o mutlaka fotoğraflar, sayfasında yazar..



1985'te gelmiş buraya, öğretmen olarak..
Geliş o geliş..
Hayran kalmış Datça'ya..
Bir daha dönmemiş..
Hani Edip Cansever'in mısraları var ya.
"İnsan yaşadığı yere benzer..
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa..
Toprağını iten çiçeğe..
Dağlarının tepelerinin dumanlı eğimine"

Muzaffer hoca yaşadığı yere benzeyenlerden..
Nufus kağıdında İzmir yazıyor ama..
O doğma büyüme bir Datçalı kadar Datçalı..
Bir Datça sevdalısı..
Datça'nın gönüllü PR'cısı..
Bu coğrafyanın hayranı..
Datça yarımadası'na ilgi duyanlar..
Buraları tanımak isteyenler..
Ya da yerleşmeye çalışanlar..
İşte size doğru adres..
Muzaffer Özgen'in Facebook sayfası "Datça Detay"ı takibe alın..
İnternette "www.datcadetay.com" adresini tıklayın..
A'dan Z'ye Datça'yı tanırsınız..
Hatta..
Tanımakla kalmayıp, Datça'yı yaşarsınız..
Paylaştığım fotoğraflara iyi bakın..
Ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız..




KNİDOS'A SAVRULAN KÜLLER.



Dr.Peter J.Reynolds İngiliz bir arkeologdu..
Antik çağ kentlerine meraklıydı..
Heykellerle, tapınaklarla değil kentlerin yerleşimi ve doğasıyla ilgilenirdi..
Bir Datça hayranıydı..
Özellikle de Knidos'a..
Knidos'un onun hayatında ayrı bir yeri vardı..
Ege ve Akdeniz'in buluştuğu topraklarda kurulan bu antik kent onu adeta büyülemişti..
20 yıl boyunca defalarca geldi..
Arkadaşlarını getirdi..
Panellerde, televizyon programlarında Knidos'u dilinden düşürmedi..
Ölmeden kısa bir süre önce Knidos'ta kızı Jemma'ya, "Buraya aşığım, küllerimi buraya savurun" demişti..
2001 yılında yine bir Knidos gezisinde Türkiye'de öldü..
Kızı Jemma, babasının cenazesini İngiltere'ye götürdü..
Cenaze yakıldıktan sonra külleri alıp tekrar Knidos'a döndü..
Ege ve Akdeniz'in buluştuğu yerde külleri denize savurdu..
Dr.Peter J.Reynolds artık sonsuza dek Knidos'taydı..
Kızı Jemma vasiyeti yerine getirmenin huzuru içindeydi.
Son gorevi yerine getirmişti..
Sonra o bilindik aşk hikayesi başladı..
Küllerden doğan bir aşk..
Jemma, babası Reynolds'un Türk arkadaşı tekne kaptanı Bekir'le evlendi..
Düğün Knidos' ta büyük anfi tiyatroda yapıldı..
İngilizler ile Türkler birlikte oynadı..


Ne zaman Knidos'a gitsem, Dr. Peter J.Reynolds gelir aklıma..
Ve onun denize savrulan külleri..
Biz toplum olarak Dr. Reynolds kadar sevmedik Knidos'u..
Eserlerine sahip çıkamadık..
Talana, soyguna göz yumduk..
Kırdık, döktük..
Mermerini söküp Dolmabahçe Sarayı'nda kullandık..
Ötesi var mı?
Bugün Knidos kaderine terk edilmiş halde..
Antik dönemin en görkemli kenti şimdi bir virane..
Mermerlerin üstünde gördüğünüz damlalar çiğ değil..
Sanki Knidos'un gözyaşları..
Kazı alanında otlayan keçiler..
Hala doymayan hazine avcıları..
Tarihi sit alanı olmasına ragmen limana yanaşan gemiler..
Ve o gemilerin bıraktığı pislikler..
O pislikler Reynolds'un küllerini kirletiyor..
"Knidos'u en iyi yazan" ödüllü hocam Prof.Dr.Şadan Gökovalı siz söyleyin..
Knidos ağlamasın da kim ağlasın?
Fotoğraf: Altay Özcan

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...