5 Mayıs 2020 Salı

GUERNİCA'NIN ĶÜLLERİNDEN İDAM SEHPASINA

Bazı besteler vardır, bir melodiden fazlasıdır. Bazı notalar sadece kulağa değil, tarihe çarpar. Ve bazı konçertolar vardır ki, bir halkın kalbine, bir başkaldırının idam sehpasına yazılır. 
İşte Rodrigo’nun gitar konçertosu, tam da böyle bir ağıttır. Notaların omzuna yaslanmış bir isyan, bir ülkenin faşizme boğulan çığlığı. 

1901’in puslu bir Kasım günü, Valencia’da bir çocuk doğdu. Henüz 3 yaşındayken gözlerini kaybetti. Karanlıkla tanıştığı yaşta, ışığı içeriden yakmayı öğrendi. O çocuk Joaquin Rodrigo’ydu. Kördü ama duymakla kalmıyor, evreni dinliyordu. Notalar onun gören gözleri, sesler ise yürüdüğü yollardı. 8 yaşında keman ve piyano dersleriyle başladı hayatın tınısını çözmeye. Çok geçmeden parmak uçlarıyla melodilere dokunur oldu. Bir piyano virtüözüne dönüştü ve müzik onu, Paris’e kadar taşıdı. 

Orada Victoria Kamhi ile tanıştı. İstanbul’un ruhunu taşıyan zarif bir genç kadındı Victoria. Kendi müzik yolculuğunu terk etti, Rodrigo’nun gözleri oldu. Parmakları onun içindeki fırtınayı kâğıda dökerken, kalbi Rodrigo’nun çırpınan ülkesi için atıyordu. Çünkü ufukta fırtına vardı. 1936’da İspanya'da devrim ateşi yanarken, faşist kasırga Franco'nun gözlerinden taşıyordu. Hitler’in bombaları, Mussolini’nin uçakları ülkenin üzerine yağmur gibi iniyordu.
O yağmurda kan vardı, çığlık vardı. Ve Rodrigo Paris’te oturup ağlamadı; notasını aldı, acısını yonttu, öfkesini gitar tellerine ördü. 

Tarih 26 Nisan 1937. Bir şehrin değil, bir insanlığın çöküş tarihi. Guernica gökten indirilen cehennemle tanıştı. Alman bombardıman uçakları, şehirleri değil, umutları hedef aldı. Rodrigo’nun içi dağlandı. Gözleri görmüyordu ama Guernica’nın yanışını kalbinde izledi. Elinden geleni yaptı, bir konçerto yazdı. Sessizlikle açılan, umutla kapanan... Faşizmin davuluyla başlayan, gitarla direnişe evrilen bir konçerto. İlk bölümü savaşın yankısıydı; ikinci bölüm, hüzünle sarılmış umut. Gitar tek başına konuşmaya başladı. Sonra bir başka gitar eklendi, sonra bir diğeri. Rodrigo iyi gitar çalamazdı belki ama halkına gitarla umut verirdi. 

Ve o konçerto yıllar sonra bambaşka bir coğrafyada, bambaşka bir direnişçinin kalbine dokundu.
Takvimler 6 Mayıs 1972’yi gösterdiğinde, Ankara Ulucanlar’da üç genç, bir ülkenin alnına yazılmış utancı kuşanarak idam sehpasına yürüyordu. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan… Onların suçu, bir halkın zincirini kırmaya kalkışmaktı. Suçları, tam bağımsız bir ülkeyi istemekti. Suçları, halkı için düş kurmaktı. 

Deniz, önceden söylemişti: “İdama mitinge gider gibi gideceğim.” Postallarını giyecek, parkasını kuşanacak, sigarasını yakacak, demli bir çay içecek, sonra da Rodrigo’nun gitar konçertosunu dinleyecekti. Belki Guernica’nın küllerinde yanmış o melodiler eşliğinde, idam sehpasında son bir direniş notası çalınacaktı. Ama hayır… Devletin adaleti, bir ölünün bile son arzusuna düşmandı. O müziği bile çok gördüler. Rodrigo’nun gitarı susturuldu. Geriye sadece urganın gıcırdayan sesi kaldı. 

Ama Deniz, Rodrigo’nun duyduğu notayı bedeninde taşıyordu. Ayağa kalktı. Adımları ağır ama dimdikti. Urgan boynuna geçirilirken, sesi tüm bir coğrafyanın suskun boğazına saplanan bir hançer gibi yankılandı: 

Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi. Kahrolsun emperyalizm. Yaşasın işçiler, köylüler!” 

İşte o an Rodrigo’nun gitarı sustu sanıldı. Oysa her 6 Mayıs’ta yeniden çalmaya başlar o konçerto. Bir halkın boynuna geçirilen urganın, bir müziğin tellerinde sonsuzluğa dönüştüğü gündür bugün. 

Rodrigo görmüyordu. Deniz görüyordu. Ama her ikisi de aynı şeyi işitiyordu:
Adaletin sustuğu yerlerde müzik, halkların ağıdı olur.

TÜRKİYE'NİN BİR NUMARALI KADINININ SIRLARLA DOLU YAŞAM ÖYKÜSÜ.


Adı Sekine Kankotan'dı.
Henüz çocuk yaşta dünyalar güzeli bir kızdı.
Munzur'un eteklerinde Hozat'ta yaşıyordu..
Ağzunik köyünde..
Bir kuzusu vardı..
Hergün onu kovalar, yakalamaya çalışırdı..
Yabani meşe palamutlarının, kengerlerin arasında koşardı.
1937 yılının son aylarıydı..
Bir gün dağlardan kurşun sesleri gelmeye başladı.
Köpek havlamaları silah seslerine karışıyordu.
Munzur'un zirvelerinde tayyareler dolaşıyordu.
Bomba sesleri, pepuk kuşlarını susturuyordu.
Bütün köy Aliboğaz'da bir mağaraya saklandılar.
Mağarada 300 kişi kadardılar.
Ancak askerler buldu onları.
İçeriye bomba attılar.
Dışarı çıkanları zincirle birbirine bağladılar.
Sonra bir çukura götürüp, makinalılarla taradılar.
Kurşun sesleri, çığlık seslerini bastırdı.
Kekik kokuları yerini barut kokusuna bıraktı.
Kız çocukları hariç herkesi öldürdüler.
Olaylar bittikten sonra çevreden gelen yakınları Sekine'yi aradı.
Annesi, babası öldürülmüştü ama Sekine Kankaton kayıptı.
Çukurlara, mağaraya baktılar, yoktu.
Belki de diğer kız çocukları gibi bir subay Sekine'yi evlatlık edinmişti.
"inşallah öyledir" dediler, "inşallah yaşıyordur."
*. *. *
Adı Sekine Muslu idi.
Manisa'nın asma bahçesi Alaşehir'de zengin bir tüccarın en büyük kızıydı.
Bağlarda büyümüş, el üstünde tutulmuştu.
Evlenme yaşına geldiğinde bir subaya aşık oldu.
Ailesi bu ilişkiye karşı çıktı.
Kaçarak evlendi.
Eşi zamanla general oldu.
Önce ordu komutanlığına, sonra genelkurmay başkanlığına yükseldi.
12 Eylül 1980'de de ordu yönetime el koyunca o da Türkiye'nin en yüksek makamındaki kadını oldu.
O Kenan Evren'in eşi Sekine Evren'di.
Türkiye Cumhuriyeti Devlet başkanının eşi.
Ülkenin "First Lady"'si.
Ama diğer "First Lady"lere hiç benzemiyordu.
Aşırı tutumluydu.
Sadeliği severdi.
Görterişten ve medyadan uzak dururdu.
Kenan Evren'in ısrarına ragmen Çankaya Köşkü'ne taşınmadı.
Lojmanda yaşamayı tercih etti.
Nedenini, vefat ettikten bir süre sonra kızı Şenay Gürvit açıkladı.
"12 Eylül olmuş, annem felçli, Genelkurmay Başkanlığı lojmanlarında kalıyorlar, ev birkaç katlı olduğu için annem inemiyor, dolayısıyla odasından çıkamıyor. Babam "Köşk'e taşınalım mı? Orası düz ayak, salona inebilir, gezebilirsin" diyecek oldu. Konuşamayan annemin boğazından çığlık gibi bir "hayır" koptu ve "darbeyle gelindi, bizim taşınmamızın resmi olması gerekir. Referandum yapılmadan, halk istemeden asla gitmem" dedi. Gururluydu, laf söylenmesini kabul edemezdi. Referandumu göremedi, lojmanlarda öldü."
Sekine Evren, 1982 yılında vefat edene kadar Çankaya Köşkü'ne bir kez bile adım atmadı.
*. *. *
Peki ya Dersimli Sekine.
Sekine Kankotan.
Ona ne olmuştu?
Akrabaları yıllarca aradı, durdu.
Birara Manisa Alaşehir'e götürüldüğü bilgisini aldılar.
Sekine'nin abisinin oğlu Ali Aziz Kankotan Alaşehir'e kadar gitti.
Sordu, soruşturdu ama bulamadı.

1980 darbesinden bir süre sonra Sekine Kankotan'ın akrabalarından Hayri Koç bir gazetede Kenan Evren ve eşi Sekine Evren'in fotoğrafını gördü.
"Bu bizim Sekine!" dedi, "Dersim'in kayıp kızı Sekine!."
Hayri Koç çocukken Sekine Kankotan'ın en yakın arkadaşlarından biriydi.
Kaybolmadan bir iki gün önce de onunla beraberdi.
Sekine Evren'in Sekine Kankotan olduğundan çok emindi..
Herkese haber saldı..
Yakınları çalmadık kapı bırakmadı..
Kenan Evren'e bile mektup yazdılar..
Gelen cevap olumsuzdu..

*. *. *
Bu konuyu  "Dersim'in Kayıp Kızları" belgeselini yaparak, Türkiye'de ezber bozan Nezahat ve Kazım Gündoğan çifti gündeme taşıdı..
Belgeselde iddialara, röportajlara, 1937 katliamına tanıklık edenlere yer verdiler.
Uzun araştırmalar yaptılar.
Ancak onlar da kesin bir sonuç alamadı.
Çünkü onlar bu çalışmaları yaparken, Sekine Evren çoktan vefat etmişti..
Üstelik darbe yaparak ülkede yönetimi ele geçirmiş ve cumhurbaşkanı olmuş bir generalin eşi ile ilgili bilgi toplamak hiçte kolay değildi..
Türkiye'nin First Lady'si sırlarıyla hayata veda etmişti..
Geride bir çok soru bırakarak.
*. *. * 
Peki gerçekten Sekine Evren, Dersim'in kayıp kızı Sekine Kankotan mı?.
Bu konuda aydınlanması gereken çok soru var..
Örneğin, Kenan Evren anılarını kaleme aldığı "Zor Yıllarım" kitabında eşi Sekine Evren'i şöyle anlatıyor.
"Rahmetlinin bazı inançları vardı. Daha evvel yazdığım gibi, namaz kılmazdı, yobaz tarafı yoktu ama bazı inançları vardı. Mesala çamaşır yıkayacağı zaman haftanın günlerinden Çarşamba mı, Perşembe mi tam bilmediğim bir günde yıkamazdı. El tırnakları ile ayak tırnaklarını aynı günde kesmezdi."
Evren'in anlattığı bu gelenekler Dersimli Alevi Kızılbaşların inançlarıydı..
Alaşehir'de doğmuş, sunni bir ailenin kızı bu inanç rituellerini nereden öğrenmişti?..
Ayrıca Kenan Evren yine "Eşim ortaokul mezunuydu..O dönem Alaşehir'de lise olmadığı için okuyamadı" diyor.
Ancak Sekine Evren'in kız kardeşi Perihan Sıkılı, "Babam çok modern bir insandı..Ablamı İzmir Kız Lisesi'nde okuttu" açıklamasını yapıyor..
Bu çelişki niye?..
Sekine Evren'in çocukluğunda Alaşehir'de tek ilkokul vardı..
Beşeylül İlkokulu..
Ancak okul kayıtlarında Sekine'ye ait herhangi bir iz yok..
Çok zengin bir tüccarın kızının okulda kaydının olmamasının bir nedeni olmalı..
Dersim'deki ilkokullarda da Sekine Kankotan'ın tek kaydı yok.
Neden?..
Sekine hanımın kızlarının anneleri için, "Çileli bir yaşamı vardı" sözü ne anlama geliyor?.
En önemlisi 1980 darbesinden sonra Sekine Evren bir kişiyi askeri bir helikopter ile Hozat'a gönderip, ailesini araştırdı mı?..
Sorular, sorular..
Cevap bekliyorlar..
*. *. *
Türkiye geçmişiyle yüzleşmedikçe bunun gibi yüzlerce soru cevapsız kalacak.
Sekine Evren'in kızları ve kardeşleri konuşmadıkça, Genelkurmay arşivlerini açmadıkça gerçeği kimse öğrenemeyecek..
Çünkü Genelkurmay'ın arşivlerinde Dersim'li kızların hangi ailelere evlatlık verildiğinin kaydı olduğu biliniyor..
Kırım ve asimilasyonun belgeleri orada..
Bu konuya merak edenler Nezahat ve Kazım Gündoğan'ın "Dersim'in Kayıp Kızları" kitabını mutlaka okusunlar..
Ve cevabı kendilerine versinler..
Sekine Evren, Sekine Kankotan mı?..
Gündoğan çiftinin başka çalışmaları da var..
Keşiş'in Torunları, Hay Way Zaman ve çok yakında Vank'ın çocukları.
Okuyun derim..
Okuyun, çünkü mürekkebin aktığı yerde kan akmaz.

Öne çıkan

BUNCA İNSANI KAPATTIYSAK KİMİ ÖZGÜR BIRAKTIK?

Bir ülkenin en kalabalık şehirleri artık metropoller değil, cezaevleri. Hücreler dolup taşarken, sessizlik her zamankinden daha...