28 Ocak 2025 Salı

ARTIK KORKMA SIRASI SENDE


Gri bir sis, kentin üzerine çökmüştü. Eskiden cıvıl cıvıl kahkahalarla dolan sokaklar, şimdi suskun birer mezarlığa dönüşmüştü.
Başkan Kranos, devasa sarayının camlarından dışarı bakarken her şeyin ne kadar sessizleştiğini fark etti. Bu sessizlik, onun için bir zaferdi. Ancak derinlerde, bu sessizliğin aslında bir tehdit olduğunu biliyordu.

Hükümetin korkusu, bir gazetecinin kaleminden damlayan mürekkeple başlamıştı. Genç bir gazeteci olan Hermes, iki yıl önce bir makale yazmıştı: “Halkın Sofrasındaki Kuru Ekmek.” Hermes, ülkenin dört bir yanını dolaşmış, insanların boş tencerelerine, çöpten topladıkları yemek artıklarına tanık olmuştu. Makale, okuyan herkesin kalbine bir kor gibi düşmüştü. Ancak Başkan Kranos için bu, devlete bir saldırıydı. Hermes, gece yarısı evinden alınmış ve bir daha kimse onu görmemişti. Ardından çok gazeteci Hermes'in kaderini paylaşmıştı.

Hermes’in tutuklanmasıyla başlayan süreç, adeta bir domino taşı gibi devrilerek genişledi. Muhalif siyasetçiler de birer birer susturuluyordu. Bir muhalefet lideri olan Hektor, mecliste yaptığı bir konuşmada “Halk aç, insanlar çöpleri karıştırıyor” dediği için tutuklandı. Onun hapse atılmasıyla birlikte ülkedeki tüm siyasetçiler daha temkinli konuşmaya başladı. Hükümet ise, her geçen gün daha da paranoyaklaşıyor, en ufak eleştiriyi bile bir “ihanet” olarak görüyordu.
Sanatçılar, tablolarına ve şarkılarına Kranos'un korkusunu çiziyordu. Bir ressam, Başkan Kranos'un kocaman bir kafesin içinde küçücük bir adam gibi göründüğü bir tablo yapmıştı. O tablo, sadece bir gece sergide kalabildi. Ertesi gün ressamın adı, gözaltına alınanlar listesine eklendi. Şarkılar yasaklandı, filmler sansürlendi. Çünkü sanat, halkın korkularını dile getiriyor, Kranos'un yarattığı sahte sessizliği bozuyordu.
Halk ise susmaya mahkûm edilmişti. İşçi bir kadın olan Helen, pazar yerinde bir gün ekmeğin fiyatına isyan etti: “Bizi aç bıraktılar!” dedi. Bu söz, pazar yerindeki diğer insanların dahi nefesini tutmasına neden oldu. Birkaç dakika içinde pazar yerine gelen polisler, Helen’i gözaltına aldı.
Uzaklarda bir köyde 70 yaşındaki nine Pandia, doğasını talan etmeye çalışan madencilere direniyordu. "Tanrınızdan bulun aç gözlü haramiler" diye bağırdı. Hemen tartaklandı, gözaltına alındı. O an herkes anladı ki, konuşmanın bedeli çok ağırlaşmıştı. Her kesimden politik/apolitik yüzlerce insan tutuklanıyordu.

Ülke, Kranos'un korkusuyla inşa edilmiş bir kafese dönüşmüştü. Ama bu kafesin en büyük özelliği, içindeki insanları değil, kafesi inşa eden Kranos'u hapsetmesiydi. Kranos, sarayında her gece aynaya bakarken bir yüz değil, arkasında beliren hayaletleri görüyordu: Hermes'in makalesi, Hector'un sözleri, Helen’in çığlığı, Pandia'nın bedduası… Ve en çok da halkın sessizliği.

Sessizlik, başta bir zafer gibi görünmüştü. Ancak zamanla, bu sessizlik, fırtına öncesindeki huzursuz bekleyişe dönüşmeye başladı. Sarayın devasa sütunları bile halkın büyüyen öfkesine dayanamıyordu. Kranos bunu hissediyor, ancak korkusu yüzünden önlem alamıyordu. Çünkü o artık sadece halktan değil, kendi gölgesinden bile korkan biriydi.

Bir gece, saraydan dışarı baktığında, o gri sisin içinde yavaş yavaş parlayan binlerce ışık gördü. İnsanlar, ellerindeki fenerlerle sessizce toplanıyorlardı. Halk konuşmuyor, bağırmıyordu. Sessizlik içinde yürüyen bu kalabalık, Kranos’a sadece bir mesaj veriyordu:

Artık korkma sırası sende.”

KARANLIK DALGALARDA KAYIP BİR HAYAT; MARİA

Karadeniz, o gece kapkaraydı. Yıldızlar, bulutların ardına saklanmış, ay ışığı dahi cesaret edememişti denize dokunmaya. Rüzgarın uluması, dalgaların hiddeti ve bir takanın tahtadan iniltileri... İşte Maria'nın kaderi bu karanlık gecenin kollarında yazıldı. 

Maria, sarı saçları ve mavi gözleriyle bir masaldan fırlamış gibiydi. Ama bu masalın sonu, kimsenin hayal edemeyeceği kadar karanlıktı. Odessa’nın sokaklarında neşeyle dolaşan o genç kız, artık idealist bir aşkın peşinde, Karadeniz'in soğuk sularına doğru sürükleniyordu. Yanında kocası Mustafa Suphi ve onun 13 yoldaşı vardı. İnanmışlardı. Bir dünya hayal etmişlerdi; eşit, adil, sevgi dolu bir dünya. Ancak karanlık, bu hayali boğmaya çoktan hazırdı. 

Takalarının yolunu bir başka tekne kestiğinde, Maria'nın kalbindeki umut ilk kez kırıldı. Gelenler... Karanlık sular kadar acımasız, ölüm kadar soğuktu. Silahların parlamasıyla kocası ve yoldaşları, mezbaha soğukluğunda birer birer yere düştüler. Maria’nın gözlerinin önünde, sevgisi, inancı ve umudu parçalanıyordu. Kocasının son nefesi Karadeniz’in dalgalarına karışırken, Maria canlı kalan tek kişiydi. Ama yaşamaktan ziyade, bir hayalet gibi hissediyordu artık. 

Kader, Maria’yı kurtarmadı. Karaya adım attığında, onu bekleyen cehennemin yalnızca başlangıcıydı. Yahya Kahya’nın eline düşmüş, bir kapatmaya dönüştürülmüştü. Onun evi bir zindandı, her gece ise tarifsiz bir azap. Dayak, tecavüz ve aşağılanma... Maria’nın ruhu her geçen gün biraz daha tükeniyordu. Ama bu yetmedi; o, bir nesne gibi elden ele dolaştırıldı. Zengin sofralarının aşağılık eğlenceleri, çetelerin karanlık gece alemleri... Maria'nın bedeni, paranın ve gücün kurbanı oldu. 

Yıllar sonra Maria, ne bir kadın, ne bir insan gibi hissediyordu. Sokaklarda aç, beş parasız ve yalnız... Akıl sağlığı yitip gitmiş, yalnızca acının izlerini taşıyan bir bedene dönüşmüştü. Bir gün, kimse fark etmeden, bir köşe başında son nefesini verdi. Sessizce... Sanki hiç yaşamamış gibi. Onu kimsesizler mezarlığına gömdüler, ismi bile unutuldu. Ama o, Karadeniz’in karanlığında boğulan bir hayal olarak kaldı. 

Mustafa Suphi ve 13 yoldaşı, Maria’nın gözlerinden gitmeyen hayaletlerdi. 28 Ocak 1921 gecesi, Erzurum'dan Trabzon'a sürüklenmiş, her durakta biraz daha onurlarından koparılmışlardı. Halkın öfkesi, linç girişimleri ve çığlıklar... Bu öfke nereden geliyordu? Onları kim böyle kışkırtmıştı? Kimse bilmiyordu. Belki de biliyordu ama susuyordu. 

Değirmendere'de Yahya Kahya ve adamları, Mustafa Suphi ve arkadaşlarını zorla bir takaya bindirdiler. "Batum’a gidiyorsunuz," dediler. Ancak Karadeniz, bu yalanı çoktan yutmuştu. Takanın ardından bir başka tekne... Daha büyük, daha hızlı, ölümle dolu bir tekne... Gece, Karadeniz'in hırçın dalgaları arasında iki tekne çarpıştı. Silah sesleri yankılandı, çığlıklar sulara karıştı. Mustafa Suphi ve arkadaşları, onurlarıyla son nefeslerini verdiler. Ve Karadeniz, onların cesetlerini karanlıklarına sardı. 

Yahya Kahya Trabzon’a zaferle döndü, yanında Maria ile birlikte. Ancak zafer, sonsuza kadar sürmezdi. Katliamın yankıları Ankara’ya ulaştığında, gözler Trabzon’a çevrildi. Ali Şükrü Bey, mecliste bu korkunç katliamın hesabını sormaya çalıştı. Ancak tarihin karanlık elleri devreye girdi. Yahya Kahya bir gün faili meçhul bir cinayete kurban gitti. Onun ardından Ali Şükrü Bey, Topal Osman tarafından boğularak öldürüldü. İpler daha da karıştı, hakikat gömüldü. Ve böylece Mustafa Suphi ve arkadaşlarının hikayesi, Cumhuriyet tarihinin ilk faili meçhul cinayeti olarak tarihe geçti. 

Ama ya Maria'nın hikayesi? O, tarih kitaplarında bir dipnot bile olmadı. Onun adı, sadece Karadeniz’in karanlık dalgalarına fısıldandı. Ve bu hikaye, bir kadının hayaletini, bir halkın vicdanını ve bir denizin sessizliğini anlatır oldu. 

O karanlık gecenin özeti Nazım Hikmet'in mısralarına şöyle yansıdı. 

"Karadeniz
on beş kere açtı göğsünü,
on beş kere örtüldü.
onbeşlerin hepsi
bir komünist gibi öldü."
#28kanunisani
#28ocak

Öne çıkan

HASTA KUŞUN RÜYASI

Tamer Ertuna , hayatı boyunca doğanın ve sanatın izini süren bir gezgindi. 5 Şubat 1958'de İstanbul’un gri göğü altında doğd...