9 Şubat 2025 Pazar

KAN TOPRAĞA SIZARKEN, GÖKYÜZÜ AĞIT YAKIYORDU



İzmir, Çeşme – 9 Ekim 1941
Rüzgar, deniz tuzuyla ıslanmış bir fısıltı gibi esiyordu sahilde. Gecenin karanlığında, ıssız bir kıyıya çıkan gölgeler, ay ışığında ürkekçe hareket etti. Onlar on beş kişiydi. Kimi sandalla gelmişti, kimi belki de denizi kucaklayarak yüzerek… Kimse bilmiyordu. Ama ne fark ederdi? Sadece hayatta kalmak istiyorlardı. Bu gelenler İkinci Dünya Savaşı'nda Alman ve İtalyan işgalinden kaçan Rumlardı.

Bodur Hüseyin ve oğlu, Taşçukuru’ndaki damlarında ekmeklerini bölüştüler onlarla. Aç gözlerle yutulan lokmalar, geleceğe dair bir umut yeşertti sığınmacıların gözlerinde. Yirmili yaşlarında esmer bir kadın, kıvırcık saçlı genç bir adamın elini sımsıkı tutuyordu. Diğerleri sessizdi. Kaderleri çizilmiş gibi...

Ama umut, bazen ihanetin en büyük körüğüdür. Hüseyin, oğlu aracılığıyla haberi Çeşme’nin Barbaros Bucağı’ndaki karakola uçurdu. Ve böylece kader düğümü sıkılaştı.

Bucak Müdürü Mahmut Baştup, emir verdiğinde, sığınmacılar gelenleri sevinçle karşıladı. Onların kurtarıcıları sandılar. Ayaklarına kapanan bu aç, yorgun ve korkmuş insanlar, ölümün eşiğinde olduklarını bilmiyorlardı.

Birkaç dakika içinde umut yerini çaresizliğe bıraktı. Erkekler iple bağlandı, bazıları kelepçelendi. Genç kadın serbestti. Ama bu, onun için daha beter bir kaderin habercisiydi.

Önce sahile doğru yürüdüler. En azından öyle sandılar. Fakat sonra birden yön değişti, Kıran Dağı’na doğru ilerlediler. Yol uzadıkça ay ışığı bile saklanır gibi oldu bulutların ardında.

Bir emir yankılandı dağın soğuk göğsünde.

"Vurun!"

Kurşun sesleri havayı yırttı. Birer birer yere yığıldı Rum mülteciler. Kan, toprağa sessizce sızarken, gökyüzü bile sanki ağıt yakıyordu.

Bir adam kenara çekildi. Adı Mehmet Kınık’tı.

"Ben oruçluyum," dedi titreyen bir sesle. "Bu mübarek günde kuş bile vuramam!"

Ama diğerleri onun kadar cesur değildi.
Genç kadın, saçlarını yolarken, çığlığı karanlığı deldi geçti. Ama karanlık hiç umursamadı. Önce Bucak Müdürü, sonra askerler, sonra Hüseyin ve oğlu… Bir çukur gibi açıldılar genç kadının üzerine. Ve sonunda, tek bir kurşunla onun çığlığını da boğdular.

Cesetler bir kuyuya atıldı. Gaz döküldü, yakılmaya çalışıldı. Alevler yükselmedi. Ölüm bile isyan etti belki. O yüzden üzerleri toprakla örtüldü, hiç yaşanmamış gibi...
Ama hiçbir cinayet sonsuza dek gömülü kalmaz.

İki yıl sonra, fısıltılar şehri sardığında, Yeniasır Gazetesi muhabiri Rauf Lütfü Aksungur, gölgelerin peşine düştü. Sessizlik çözüldü, diller açıldı.
Ve nihayet 29 Mart 1944’te mahkeme kuruldu. Adliye önüne doluşan kalabalık, unutulmaya yüz tutmuş adaletin kırıntılarını görmek için bekledi.

2 Nisan 1944 günü mahkeme kararı açıkladı.
Bucak Müdürü ve Karakol Komutanı idama mahkûm edildi. Diğerleri, 30 yıl hapisle cezalandırıldı. Ama bir adam beraat etti: "Oruçluyum, kuş bile öldüremem" diyen Mehmet Kınık.

2 Temmuz 1945 sabahı, Konak Meydanı’nda cellât ipi geçirdi boyunlarına. İnsanlar izledi. Kimi alkışladı, kimi sessizce baktı.
Ama asıl sessizlik, Kıran Dağı’ndaydı. O çukurda, isimsiz mezarlıkta, unutulmuş olanların seslerinde…
Adları bilinmeyen Rum mülteciler, ne tarihin satır aralarına, ne de vicdanların yankılarına kazındı. Onları öldürenlerin isimleri unutulmadı. Ama onların kim olduğu, kimler için ağladığı, hangi hayatları geride bıraktığı hiçbir zaman öğrenilemedi.
Ve belki de en büyük trajedi buydu.

NOT: İzmir'in yaşlılarının anlattıklarından, o dönem yerel basında çıkan haberlerden ve Ayşe Hür'ün geçen yıl yaptığı bir paylaşımdan kurgulanmıştır.

https://www.haberhurriyeti.com/makale/23695414/sedat-kaya/tarihin-satir-aralarina-gizlenmis-bir-dram-cesmede-yankilanan-son-cigliklar

NEHİR GİBİ AKMAK MI? HAVUZDA HAPSOLMAK MI?


Kasabanın tam ortasında, bir nehrin kıyısında doğmuştu İlayda.
Su, onun en büyük arkadaşıydı. Çocukken saatlerce nehrin akışını izler, çakıl taşlarını suya atıp çıkan halkalara hayranlıkla bakardı. Su, özgürdü. Hiçbir yere ait değildi ama her yere aitti. Ancak büyüdükçe, ona suyun ne yapması gerektiği öğretildi.

"Bardakta durmalı, yönü belirlenmeli, çağlayanlar dizginlenmeli, yoksa taşar, zarar verir."

İlayda da su gibi özgürdü bir zamanlar. Sonra öğretmenleri ona ne düşünmesi gerektiğini anlattı. Ailesi kim olması gerektiğini söyledi. Büyükler, yöneticiler, önderler ne yapacağını belirledi. Ve İlayda'nın içindeki su, ağır ağır bir havuzun içine hapsedildi.

Zaman geçti, kasabanın meydanında büyük bir kule inşa edildi. Bu kule, yalnızca taşlardan değil, emirlerden, kurallardan, öğretilmiş doğrulardan yapılmıştı. Kulenin tepesinde oturanlar, aşağıya bakarak halkın nasıl hareket ettiğini izledi. İlayda da, diğerleri gibi, başını kaldırıp yukarı baktı ve kulenin gölgesinde yaşamanın daha güvenli olduğuna inandı.

Kasabada herkes aynı fikirdeydi artık. Çünkü farklı düşünmek tehlikeliydi. Kimse, nehrin neden kuruduğunu sorgulamadı. Kimse, güneşin ışığını neden daha az gördüğünü merak etmedi. Kimse, neden her şeyin aynı olduğunu düşünmedi. Herkes kurallara uyarsa, herkes itaat ederse, düzen bozulmazdı.

Yıllar geçti.  bir gün eski dostu olan nehre yürüdü, ama artık su yoktu. Nehir kurumuştu. O an, içinde bir şey kırıldı. Çocukken attığı çakıl taşlarının çıkardığı halkalar gözünün önüne geldi. O halkalar gibi düşünceler de yayılabilirdi, eğer cesaret ederse…

Ama kasaba, kulenin gölgesinde yaşamaya alışmıştı. İnsanlar mutlu değildi, ama huzurluydular. Kendi fikirleri yoktu, ama kaos da yoktu. Kendi yollarını seçmiyorlardı, ama en azından hata yapmıyorlardı.

Ve İlayda, bir su damlası gibi, ya göle uyum sağlayacak ya da nehrin yolunu hatırlayıp akacak, akacak ve belki de kaybolacaktı.
Milyonlarca İlayda, Ali, Mehmet gibi!

Sonunda, kim olduğumuza karar veren, "nehir mi oluruz yoksa bir havuzda hapsolmayı mı seçeriz?" sorusunun cevabıdır.

Öne çıkan

KOPMUŞ BEDENLER KAYBOLAN HAYATLAR

Onlar, artık eksik olan bedenleriyle savaşa geri dönen adamlar… Kolları ve bacakları kopmuş, ama ruhları hala ayakta. Et ve kem...