14 Mart 2018 Çarşamba

ASLANLAR DA AĞLAR


Tarih MÖ 4'ncü yüzyıldı.
Ege denizinde büyük savaşlar yaşanıyordu..
Spartalılar ile Atinalılar Akdeniz ticaretini ele geçirmek için birbirine saldırıyordu.
Bölgenin en önemli ticaret merkezlerinden biri Knidos'tu.
Akdeniz ile Ege sularının birleştiği yerdeydi..
Atinalılar'ın en sağlam limanlarından biriydi..
Sadece bilim, sanat ve ticarette değil, her alanda çevresindeki kentlerden ilerideydi.
Akdenizin şarap, incir, keçiboynuzu deposuydu.
Bir sonbahar sabahıydı..
Güneş daha doğmamıştı..
Spartalılar gemilerle Knidos'a saldırdı.
Ancak, görülmemiş bir direnişle karşılaştılar.
Knidoslular canları pahasına yurtlarını savunuyordu.
Kimi tarihçilere göre başlarında komutan Canon vardı.
Savaş günlerce sürdü..
Sonunda zafer Atinalılar'ın oldu.
Kent düşmemiş, Sparta filosu ağır yenilgi almıştı..
Knidoslular, bu savaşta kahramanca ölenler anısına limanda bir anıt mezar yaptırdı..
Anıt 18 metre yüksekliğindeydi.
Ùzerinde de dev bir aslan heykeli vardı..
Adı; Knidos aslanıydı.
Hem Akdeniz'den, hem Ege'den Knidos'a yaklaşan gemiler yüzlerce metre öteden önce onu görüyordu.
O artık kentin koruyucusuydu.

Aradan yüzyıllar geçti..
Knidos aslanı hep yerinde durdu..
Sadece depremlerden etkilenmiş, altındaki anıt yıkılmıştı..
Ama ona hiçbir şey olmamıştı.
Yıl 1858 idi..
Sıcak bir Ege sabahı bu kez Britanya İmparatorluğu'na ait bir savaş gemisi Knidos açıklarına demir attı..
Amacı savaşmak değildi..
Yağmalamaktı..
Üstelik yağmalamak için izni bile vardı..
Osmanlı sarayı ve yetkilileri vatan toprağındaki hazinelerin talanı için İngilizler'e izin vermişti..
Tıpkı Troya, Bergama, Halikarnas, Likya, Ksantos ve Anadolu'da tüm tarihi kentlerin yağmalanmasına izin verdikleri gibi..
İngiliz gemisinden denize çift kürekli bir kayık indirdiler..
İçinde British Müzesi sorumlularından arkeolog Charles Newton vardı..
Kendisini İngiliz sarayı görevlendirmişti.
Kraliçe bizzat talimat vermişti..
"Git, o hazineleri buraya getir."
Newton daha önce de Bodrum kıyılarını da yağmalamıştı..
Knidos'a gelmesinin asıl amacı kayıp Afrodit heykelini bulmaktı.
Ancak, karaya ayak basar basmaz tepede yarı toprağa gömülü "Knidos Aslan"ını gördü.
Kampı hemen aslanın yanına kurdu..
Ertesi gün onlarca işçiyle kazmaya başladı..
Kazdıkça şaşkına döndü..
Aslan heykeli umduğundan çok büyüktü..
Yekpare bir mermerden yapılmıştı..
Ağırlığı 6 tondan fazlaydı..
Uzunluğu 2.89, yüksekliği 1.89 metreydi..
Newton onlarca işçi ile günlerce kazı yaptı..
Sonunda Knidos aslanını gün yüzüne çıkarmayı başardı..
Üç günde bir sala koydular..
Sonra heykeli açıktaki İngiliz savaş gemisine götürdüler.
Tam bir ay uğraşıldı..
Ve aslan vinçle güverteye çekildi.
Bin yıldan fazla Akdeniz ve Ege sularının birleştiği yerde denizcileri selamlayan Knidos Aslanı vatanından çok ama çok uzaklara götürüldü.
Londra'ya vardığında İngiltere'de olay oldu.
Kraliçe Newton'u ödüllendirdi ve Sir ünvanı verdi.
Sir Charles Newton anılarında şöyle yazıyordu.
"Bu harikulade aslan heykelini, bu ilkel topraklardan alıp, uygarlığın ve insanlık mirasının koruyucusu, çok saygıdeğer İngiltere kraliçesinin topraklarına götürmenin gururunu yaşadım."

Yıl 2016.
Knidos Aslanı bugün British Museum'un girişinde ziyaretçileri karşılıyor.
Binlerce yıl Ege ve Akdeniz'i selamlayan aslan artık gurbette dört duvar arasında.
Ömür boyu müebbet yemiş bir mahkum gibi.
Üzgün, mutsuz ve umutsuz.
Türkiye 2008 yılında aslanı geri istedi..
İngilizler'in cevabı hazırdı..
"Biz çalmadık, Osmanlı'nın izniyle aldık."
Düşünebiliyor musunuz?..
İngiliz sarayı bir arkeoloğa "Git o hazineleri al, buraya getir" diyor.
Osmanlı sarayı ise aynı arkeoloğa, "Al bu ucubeleri ülkene götür" diye izin veriyor.
Resmen vatanın soyulmasına göz yummak bu.
400 yıla yakın Mısır'ı yönetmiş ama piramitlerle hiç ilgilenmemiş bir devlet yönetiminin cehaleti bu.
Ve bugün birileri çıkmış Osmanlı sarayının o cehaletini bu halka empoze etmeye çalışıyor..
El insaf.



ZAMAN DEDİĞİMİZ NEDİR Kİ AHMET ABİ?




“Ah güzel Ahmet Abim benim,
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket.”
* * *
1926’ın baharında Kayseri’de doğmuştu.
İşçi bir babanın çocuğuydu.
Zor yıllardı o yıllar.
Sıtmalı, hastalıklı yıllar..
Doktor yoktu, kocakarı ilaçları vardı.
Tavşan pisliği toplanır, sidik içirilirdi.
Muska ve ip bağlanırdı sıtmaya karşı.
Bal sürerlerdi yaralara.
Yaşam doğaya ve toprağa, kadere ve alın yazısını bağlıydı.
Baskılar çoktu.
Din, ahlak, devlet.
Baskılarla ve korkularla yoğruluyordu insanlar.
O da böyle büyüdü.
Zorlukla bitirdiği ilk, orta ve sanat okulundan sonra halkevleri ile tanıştı.
Resme, tiyatroya meraklıydı.
Kayseri Halkevi’nde rejimi eleştiren bir tiyatro oyununda rol aldı.
Fişlendi.
Kayseri Emniyet Müdürlüğü'nün hakkında hazırladığı rapor siciline işlendi.
O artık devlet için potansiyel bir tehlikeydi.
Komünist’ti!
Oysa o yaşlarda ne sağı, solu biliyordu.
Ne Marks’ı, Kapital’i.
Resme olan yeteneği nedeniyle Eskişehir Tayyare Fabrikası'nda teknik ressam olarak iş buldu.
Ama Kayseri’de işlenen sicili hiç peşini bırakmadı.
Bir sabah iş arkadaşlarıyla fabrikaya giderken, “Karşı dağda ufuk kızarıyor, ne güzel bir renk” dedi.
“Kızılı övüyor” diye rapor ettiler.
Bir başka gün fabrika kantininde arkadaşlarına “gülün çocuklar, eğlenin” dedi.
“Ey Lenin dedi” diye rapor ettiler.
Oysa Lenin’in kim olduğunu bile bilmiyordu.
Raporlar birikince tutuklayıp hapse attılar.
Siyasi suçlularla birlikte yattı.
İçeride öğrendi Marks’ı, Lenin’i, gerçeği.
11 ay yattıktan sonra çıktı.
Çıktığında artık gerçekten bir komünistti.
1951 yılında TKP davasından tutukladılar.
Önce cumhuriyetin işkence merkezi İstanbul Sansaryan Han’a götürdüler.
Lanet bir yerdi orası.
İnsanlığın öldüğü yer.
Kurallara uymayanları pencerelerden aşağı atıyor, sonra ‘kendi atladı’ diyorlardı.
Geceleri işkence feryadları duyulmasın diye tüm radyoları sonunu kadar açıyorlardı.
Koridorlardan allah, peygamber sesleri yankılanırdı.
Üç ay kaldı orada.
Bir insan boyu tabutlukta.
Ve hep ayakta.
Günde sadece bir dilim kuru somun verdiler.
Üç ay sonra Harbiye Cezaevi’ne götürdüler.
Mapus arkadaşları Ruhi Su ile Vedat Türkali idi.
Bir süre sonra hepsini topluca Adana Cezaevi’ne gönderdiler.
Yolda elleri bileklerinden birbirine zincirliydi.
Komutan emir vermişti.
Bunlar tehlikeli adamlardı.
Adana’da cezaevine girene kadar zincirler çıkarılamayacaktı.
Tuvalete bile birlikte gireceklerdi.
Biri yapacak, digerleri ayakta onu bekleyecekti.
Zincir bilekleri kanatıyor, yaralıyordu.
Hasan Dağı’ndan geçerken derin bir “of” çekti.
O anda Ruhi Su’ya ilham geldi.
Ünlü “Hasan Dağı” türküsü orada doğdu.
“ Hasan Dağı, Hasan Dağı.
Eğil, eğil, bir bak.
Sıkıyor zincir bileği,
jandarmada din, iman yok.
Gidiyor kalktı göçümüz
Gülmez, ağlamaz içimiz
İnsan olmaktı suçumuz
Hasan Dağı, insan olmak.”

(https://www.youtube.com/watch?v=Jh8-2c_lEs8)
5 yıllık mapus bittikten sonra Malatya’ya sürgün edildi.
20 ay sonra Kayseri’ye dönebildi.
Ama fişliydi, vatan haini(!) idi.
İş vermediler.
Tabelacılık yaptı, resim çizdi.
Kaynak ve Yedigün dergilerinde şiirler yazdı.
Evlenmeye karar verdiğinde bu kez şehirden kız vermediler.
Ailesi dışarıdan bir kız buldu.
Kızın babası da kendisi gibi içeride yatmış bir vatan hainiydi(!)
'O da iyi bir dünya istiyor, ben de istiyorum' dedi, kızı verdi.
Çoluk çocuğa karışıp, İstanbul’a yerleşti.
Yıllar sonra bir bahar akşamı Çicek Pasajı’nda dostlarıyla demleniyordu.
Masaya bir şair geldi.
Edip Cansever.
Tanıştılar, dost oldular.
İçki masalarında buluştular, İstanbul’u karışladılar.
Edip Cansever sosyalist değildi.
Ama ondan çok etkilenmişti.
“Mendilimde Kan Sesleri” şiirini onun için yazmıştı.
Her yere yetişilir,
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla..
Ahmet Abi sen de bağışla.
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil.. 
Ah güzel Ahmet abim benim,
İnsan yaşadığı yere benzer..
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer..
Suyunda yüzen balığa,
Toprağını iten çiçeğe,
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine,
Konya'nın beyaz,
Anteb'in kırmızı düzlüğüne benzer.
Göğüne benzer ki, gözyaşları mavidir
Denize benzer ki, dalgalıdır bakışları.
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına..
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine,
(Yani bir cep aynası alım - satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer.
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne,
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına.
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına.
Minibüslerine, gecekondularına hasretine, yalanına benzer.
Anısı işsizliktir,
Acısı bilincidir,
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan.
Gülemiyorsun ya,
Gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir..
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden,
Dirseğin iskemleye dayalı,
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben. --
Cıgara paketinde yazılar resimler,
Resimler: cezaevleri,
Resimler: özlem,
Resimler: eskidenberi..
Ve bir kaşın yukarı kalkık,
Sevmen acele,
Dostluğun çabuk,
Bakıyorum da şimdi,
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi?
Biz eskiden seninle,
İstasyonları dolaşırdık bir bir..
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar,
Nazilli kokardı,
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası,
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında,
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen..
Kadının ütülü patiskalardan bir teni,
Upuzun boynu,
Kirpikleri,
Ve sana Ahmet Abi,
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki,
Sofranı kurardı..
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı,
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi..
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi..
O çocuklar büyüyecek,
O çocuklar büyüyecek,
O çocuklar..
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi,
Umudu dürt,
Umutsuzluğu yatıştır..
Diyeceğim şu ki;
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler.
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi..
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse,
Çocuklar, kadınlar, erkekler..
Trenler tıklım tıklım,
Trenler cepheye giden trenler gibi..
İşçiler,
Almanya yolcusu işçiler,
Kadınlar,
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi..
Ellerinde bavullar, fileler, kolonyalar, su şişeleri, paketler..
Onlar ki, hepsi bir tutsak ağaç gibi, yanlış yerlere büyüyenler..
Ah güzel Ahmet Abim benim,
Gördün mü bak?
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket..
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile..
Gelse de
Öyle sürekli değil..
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün..
O kadar çabuk,
O kadar kısa,
İşte o kadar..
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar?
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar?
MENDİLİMDE KAN SESLERİ..
Edip CANSEVER’e “Mendilimde Kan Sesleri”ni, Ruhi SU’ya “Hasan Dağı’nı yazdıran Ahmet abi, Ahmet GAYRETTİ idi.
Devletin taktığı isimle; KOMÜNİST AHMET.
İki yıl önce, 89 yaşında aramızdan ayrıldı..
Gazetelere verdiği son röportajındaki şu sözleri unutulmadı;
"Ben görmeyeceğim ama güzel günler gelecek. İnsanlığın başka türlü yaşamasına imkan yok çünkü. Artık o dönüşme zamanı gelmiştir."

"YÜZBİNLİK MEHMET"İN İBRETLİK ÖYKÜSÜ.


Bir garip adamdı Mehmet.
Dadya kariyesinden(*) Kızlanlı Mehmet.
Köyün en yoklusuydu.
Altı oğlu, bir kızı vardı.
Yaşamını güçlükle sürdürüyordu.
Ama Küçük dünyasında mutluydu.
Parayla pulla işi yoktu.
Zaten 70’li yıllarda Datça dediğin neydi ki.
Bir avuç toprak.
Kuş uçmaz, kervan geçmez.
Para olsa, harcayacak yer bulunmaz.

*. *. *

Atalarından bir arsa kalmıştı Mehmet'e.
60 bin metrekarelik bir arsa.
Akdeniz'in kıyısında cennet bir koydu.
Çam ormanlarının denizle kucaklaştığı bir doğa harikası.
Kıyısı yeşil, denizi maviydi.
Gökyüzü ise masmavi..
Ama o yıllarda bir işe yaramazdı.
Eksen ekilmez, biçsen biçilmez.
Elektiriği, suyu yoktu.
Turist desen Datça'ya gelmezdi.
Bazen eşek sırtında koya inerdi Mehmet.
İskaroz yakalardı.
O zamanlar iskarozlar da iskarozdu hani.
Bir tanesiyle iki kişi doyardı..
Izgaranın üstünde enfes kokardı.
Dedik ya; mutlu, mesuttu bizim Mehmet.

*. *. *

70'li yılların başlarında eli çantalı adamlar dolaşmaya başladı, Dadya Kariyesinde.
Kravatlı, takım elbiseli adamlardı bunlar.
Köylü terlik, şortla dolaşırken bunlar iki dirhem bir çekirdekti.
Altlarında son model arabalar.
Ankara'dan, İstanbul'dan geliyorlardı.
Köylüden yok pahasına arsa toplayacaklardı.
İlk Mehmet'in kapısını da çaldılar..
Onun güzelim koyuna göz koydular.
Çektiler Mehmet'i karşılarına, al takke ve külah.
“Seni paraya boğacağız” dediler.
“Yarımadanın en zengini olacaksın” deediler,
“ Hayatının sonu kadar rahat yaşayacaksın” dediler.
Dediler de dediler.
Mehmet’e tam 100 bin lira teklif ettiler.
Mehmet için 100 bin lira büyük paraydı.
O güne kadar 100 liraya bir arada görmemişti.
Tamam” dedi, “sattım gitti.

*. *. *

Takım elbiseli adamlar arsayı ne kadar ucuza aldıklarının farkındaydı.
Mehmet’e imzadan sonra 5 bin lira bahşiş verdiler.
Bir de Kızlan camisine bir halı hediye ettiler.
Sonra da tapuyu alıp gittiler.
Mehmet artık 100 bin liralık adamdı.
Datça'da nam saldı.
Adı "Yüzbinlik Mehmet" oldu.
Eskiden eğik yürürdü..
Şimdi dünyaları ben yarattım der gibiydi.
Baş önde, omuzları dikti.
Garip Mehmet, biranda Mehmet Beyefendi olmuştu.
Kahveye girdiğinde ayağa kalkanlar bile oluyordu.
Eşekten indi.
Otomobile bindi.
Pararının 40 bin lirasıyla Reşadiye’de ailesine güzel bir ev aldı.
Geri kalan 60 bin lirayı bir yılda yedi bitirdi.
Yüzbinlik Mehmet yine meteliksizdi.
O paraları harcarken, sattığı arsaya iş makinaları girmeye başladı.
Bir kaç yıl içinde arsaya onlarca ev yapıldı.
O arsa dev bir tatil sitesi oldu.
Bu arsaya 100 bin lira verenler, üç beş yıl sonra verdikleri parayı 3-4 ev satarak çıkarıyorlardı.
Mehmet ise birkaç yıl önce kendisine ait olan bu cennette artık asgari ücretle çalışan bir adamdı.
Sattığı arsa da bugün Billurkent’in bulunduğu yerdi.

*. *. *

Yukarıdaki öykü gerçektir.
Geçmişte dönüm dönüm arsası olan çok köylü şimdi Datça'nın Karaincir, Aktur, Billurkent gibi koylardaki milyonluk villalarda temizlik işçisi olarak çalışıyor.
Bazıları da Mehmet gibi bekçilik yapıyor.
Arsalarını satmayan köylüler ise bugün zengin.
Datça turizme açıldıktan sonra o koylar, o arsalar binlerce kat değer buldu.
Mehmetler başını yerden yere vururken, bu cennet koyları alanlar "vur patlasın, çal oynasın" yaşadı, yaşıyor.


(*) Dadya Kariyesi: Piri Reis'in Reşadiye yarımadasına verdiği isim.. Cumhuriyet dönemine kadar bölge için kullanılan isimdi.

DÖRT BARDAK SUYUN HİKAYESİ



“Beni hor görme gardaşım
Sen altınsın ben tunç muyum?”
Aşık Mahsuni
Ağustos sıcağıydı..
Kocadağ'dan esen harup yeli Datça sahillerini kavuruyordu..
Ortalık alev alevdi..
İnsanlar ya denizde, ya klimalı evindeydi..
O çalışıyordu..
Çünkü çalışmak zorundaydı..
Evde ekmek bekleyen üç çocuk ve bir eş vardı.
Sıva ustasıydı Abbas..
İyi ustaydı..
Datça'nın en güzel koylarından Aktur'da çalışıyordu..
Üç arkadaştılar..
Üç Vanlı..
Üçü de Ercişli..
Bir evin dış sıvalarını onarıyorlardı..
Saatlerce mala sallıyorlardı..
Bir an memleketi düşündü Abbas..
Şimdi Erciş kimbilir ne kadar serindi..
Zilan'ın nemi hep suluovaya vururdu..
Yaylalar Deliçay ile sulanırdı..
Dereler gürül gürül Van gölüne akardı..
Suyu düşünürken Abbas'ı bir hararet sardı..
Dili damağı kurumuştu..
Yutkundu..
"Susadım" dedi..
Arkadaşları "Biz de" dediler..
Bir su molası verdiler..
Aktur'un yönetim binası yakınlarındaydı..
Yöneticiden soğuk su istediler..
Emekli bir Albaydı yönetici..
Kızdı..
"Niye kendi suyunuzu kendiniz getirmiyorsunuz?."
Abbas şaşırdı..
Bir emekli albaya baktı..
Bir arkadaşlarına..
Sustu..
Sonra onardıkları evin kapısını çaldılar..
Yaşı 40'ın üstünde bir kadın açtı kapıyı..
Elinde sigara..
Yüzünde sert bir ifade vardı..
"Ne istiyorsunuz?" diye sordu kadın..
Abbas ezildi, büzüldü..
"Yenge biz sizin duvarları onarıyoruz. Çok susadık.. Bize
dört bardak soğuk su verir misin?"
Kadın az yüksek sesle "Bekleyin" dedi..
Kapıyı kapattı, içeri girdi..
Bir iki dakika sonra geri döndü..
Elinde bir tepside
dört bardak su vardı..
"Alın" dedi..
Utana, sıkıla aldılar..
Kana kana içtiler..
Sonra bardakları bir bir kadının elindeki tepsiye koydular..
Abbas "Allah razı olsun yenge, Allah ne muradın varsa versin" dedi..
Kadın önce tiksinir bir ifadeyle Abbas'ın yüzüne baktı..
Sonra tepsideki
dört bardağı kapının önündeki çöp tenekesine attı..

*. *. *

Abbas yıllardır Datça'da inşaatlarda çalışıyor..

O gün bugün kimseden su isteyemiyor..

BİR SOYGUN HİKAYESİ.



“Dinle Anadolu. Yitip giden 
senin hikayendir.”
Yusuf Yavuz

Yıl 1973.
O yıllar Datça dediğin yer gözden uzak, gönülden ırak bir belde.
Kuş uçmaz, kervan geçmez.
Bir kadın geliyor, Amerikalı.
Havalı mı, havalı.
Prof. Iris Cornelia Love.
Long Island Üniversitesi'nden.
Sözde arkeolog bu hanımefendi.
İlgisi yok, sanat tarihçisi aslında.
Ama elinde tapu gibi bir belge.
Ankara'dan almış.
Knidos'u kazacak.
Mübarek sanki dişi Indiana Jones.
Elde kazma kürek 20 kişilik bir ekiple girişiyor işe.
Vuruyor kazmayı.
Ne gözetleyen var, ne denetleyen.
Delik deşik ediyor güzelim Knidos'u.
Tıpkı bir köstebek gibi.
Parçalıyor mermerleri.
Bazen dinamit patlatıyor.
Uçuruyor lahitleri.
Sözde Çıplak Afrodit Heykeli'ni arıyorlar.
Ne gezer!.
Gizli gizli çıkarılıyor seramikler, heykeller, büstler.
Ve yurtdışına kaçırılıyor güzelim tarihi eserler.



Ankara uyuyor ama Datça köylüsü uyumaz.
"Bu Amerikalı kadın bir dolaplar çeviriyor" diyorlar.
Konuyu Yazıköy muhtarlığına iletiyorlar.
O dönemin Yazıköy muhtarı alemci adam.
İçkiye düşkün.
Hovarda.
Amerikalı kadın buluyor zayıf noktayı.
Bizim muhtarı içki masalarında alıyor kafa kola.
Gece körkütük sarhoş olana kadar içiriyor.
Muhtar gündüz uyuyor.
O uyurken Knidos'ta talan devam ediyor.
Aradan tam 4 yıl geçiyor.
Sene 1977.
Nihayet uyanıyor Ankara.
Nihayet el koyuyor Knidos'a.
Kazı belgesini iptal ediyor Amerikalı kadının.
Hemen ülkesine postalıyor.




Prof. Iris Cornelia Love ülkesine gönderildikten bir kaç yıl sonra bir başka Amerikalı geliyor Datça'ya.
Sıradan bir insan gibi.
Adı Richard Rosenberg.
Bugün Reşadiye'de Güllerdağı Çiftliği diye tanınan yerde geniş bir arazi alıyor.
Sonra hemen Türk vatandaşlığına başvuruyor.
Richard oluyor Reşat.
Zeytinciliğe başlıyor bizim Reşat.
Ülkesinde de "Olive Farm" isimli bir şirket kuruyor.
Oregon'da.
Datça'da ürettiği zeytin ve zeytinyağı ürünlerini yine "Olive Farm" markasıyla Amerika'ya kendi şirketine ihraç ediyor.
Her ay tırlarca ürün gidiyor Amerika'ya.
Köylü bu Amerikalı'dan da huylanıyor.
Bizim Reşat'ı ihbar ediyorlar.
Çiftliğe yapılan baskında onlarca tarihi eser bulunuyor.
Zeytinyağlarının arasına gizlenmiş, Amerika'ya gönderilmek üzere paketlenmiş.
Suçüstü yakalanan Reşat hemen tutuklanıyor, hapse atılıyor.
Reşat mahkemede ifadesinde suçunu kabul ediyor ancak asıl suçluların Türk çalışanlar olduğunu da söylüyor.
Bunun üzerine Reşat'ın yerli işbirlikçileri de tutuklanıyor.
Sonra Ankara'dan gelen bir emirle tutuksuz yargılanmak şartıyla serbest bırakılıyor.
Ve Reşat kayboluyor.
Nereye kaçtı, ne yaptı bilen yok.
Bir grup insana göre Reşat suçsuz, onu yanındakiler yaktı.
Bir kısmına göre Reşat elebaşı.
Iris Cornelia Love konusunda da insanlar ikiye bölünmüş durumda.
Bazıları Iris sayesinde çok şey öğrendiklerini söylüyor ve ekliyor.
"Kadın bize çok iyilik yaptı. Türkiye Iris'i suçlamak yerine tarihi eserlerine sahip çıksaydı!"
Hikaye böyle.
Knidos ise harabe.





GEBEKUM'UN HAZİN ÖYKÜSÜ









İki milyon yıl önce Ege ve Akdeniz sularının altında tek tabaka olarak yatıyordu.
Milyonlarca yıl sanki uykudaydı.
Birgün faylar hareketlendi.
Büyük depremler oldu.
Yer yerinden oynadı.
Milyonlarca yıl denizin altında yatan o tek tabaka su üzerine çıktı.
O yükselirken, sağındaki solundaki tabakalar da su altına indi.
Böylece Datça yarımadası oluştu.
Antik dönemin tarihçisi Strabon’a göre; “yarımadaların en güzeli” idi.
Kuzeyi sert kayalardan oluşuyordu.
Bu yüzden kuzey daha fazla yükseldi.
Zamanla kayalar aşındı; kum, çakıl, mil, kil gibi maddeler rüzgar ve yağmur sularının etkisiyle güneye aktı.
Ve dünyanın en nadide kumsallarından biri çıktı ortaya; Gebekum.
Gebekum, Datça’ya 10 kilometre uzaklıkta, yaklaşık 7 kilometre uzunluğunda, bir fosil kumulu.
Yaklaşık 1.8 milyon yaşında.
Her tabakası bir başka çağı anlatıyor.
Her tabakası aslında Datça yarımadasının tarihçesi.
Doğanın milyonlarca yılda oluşturduğu bu kumulda bir çoğu endemik 100’den fazla bitki ve hayvan türü yaşıyor.
Böyle bir fosil kumulu dünyada ender sayıda var.

1970’li yılların ortalarıydı.
Dönemin bürokratları yarımadanın en güzel iki koyunu kapattılar.
Aktur Tatil Sitesi’ni yapmak için yasa, yönetmelik dinlemeden iş makinalarını devreye soktular.
1285 villa yapacaklardı.
1285 villa için kum, çakıl gerekliydi.
O günlerde yarımadaya kum getirilecek en yakın yer Dalaman’dı.
Çok masraflıydı.
Oysa Gebekum yanı başlarındaydı.
2 milyon yıllık fosil kumul olmasının ne önemi vardı ki.
Kimin umrundaydı.
Üstelik bedavaydı.
Aktur müteahhiti Muğla Valisinin onayıyla Gebekum’dan kamyon kamyon kum taşıdı.
Aktur taşıyınca diğer mütaahhitler durur mu?
Kamyon kamyon saldırdılar.
Belediye de.
Hatta Jandarma bile.
Kepçeler milyon yıllık katmanları parçaladı.
Agaç, bitki, çicek, böcek hiç birinin gözünün yaşına bakılmadı.

Yıllarca sürdü bu talan.
Sonunda duyarlı bir gazeteci olaya el attı.
1990 yılının son günlerinde Yeni Muğla Gazetesi’nde bir haber çıktı.
Şöyle yazıyordu.
“Gebekum Sahilinden devlet kum çalıyor. Kum hırsızlığının önüne geçmekle görevli Jandarmanın da bu sahilden kum götürmesi çifte standart olarak değerlendirildi.”
Kör, sağırı oynayan Muğla Valiliği ile Datça Kaymakamlığı gazete haberi üzerine müteahhitlere para cezası getirdi.
Ama cezalar komikti.
Müteahhitler güle oynaya parayı veriyor, talana devam ediyordu.
Çünkü dönemin parasıyla ceza 50 bin liraydı.
Dalaman’dan kum getirmeye kalksalar kamyon başına 1,5 milyon lira ödeyeceklerdi.
Bu yüzden ceza yaptırıcı değildi.
Elini kolunu sallayan fosil kumula giriyordu.
Hatta sahilde “off road” yarışları bile yapılıyordu.
Bunun üzerine 1992 yılında bir sempozyum düzenlendi.
Konusu Datça yarımadasında çevre sorunlarıydı.
Bilim insanları Gebekum’un mutlaka koruma altına alınması gerektiğini söyledi.
Müteahhitler ise tamamen halka açılmasını önerdi.
Belediye müteahhitleri kızdırmaktan korkuyordu.
Çünkü siyasi endişeler yaşanıyordu.
Sempozyumda tartışmalar çıktı, sonuç alınamadı.
Talan, yağma 30 yıldan fazla sürdü.

Ta ki 2001 yılına kadar.
Duyarlı insanların, doğa severlerin, Datça aşıklarının uzun uğraşları sonunda Gebekum nihayet koruma altına alındı.
Doğal Park ilan edildi.
Etrafı tel örgü ile çevrildi.
Şimdi harap olmuş bir halde, sessiz sedasız ziyaretçilerini bekliyor.
Kaç milyon yılda kendini toplar kimbilir?
Tabi biz izin verirsek.
Alman bilim insanı Paul Ehrlich ne güzel demişti.
“Doğa insan olmadan da yaşar; ama insan doğa yok olduktan sonra yaşayamaz.

Not: Gebekum'da 1990lı yıllarda yaşanan olaylarla ilgili bilgiler için Horst Unbehaun'un "Türkiye Kırsalında Kliyentalizm ve Siyasal Katılım, Datça Örneği" isimli kitabından yararlanılmıştır.

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...