25 Ocak 2025 Cumartesi

BİR PROTEZ BACAĞIN ANLATTIKLARI

Datça’nın Sındı Köyü, bir öykü saklar. Çam ağaçlarının serin gölgesinde, taş evlerin arasında dolaşan bu öykü, Hasan Uysal'ın adını taşır. 1900 yılında burada doğan Hasan, hayata ayak basarken kimse onun bir milletin onuru ve fedakarlığının sembolü olacağını tahmin edemezdi.
Genç Hasan, 20’li yaşlarının başında, Anadolu’nun dört bir yanında yankılanan çağrıya kulak verdi. Kurtuluş Savaşı’nda vatan toprağını savunmak için cepheye koştu. Ancak savaş, Hasan’dan çok şey aldı; iki bacağını.
Onun hikayesi burada sona erdi sananlar yanıldı. Hasan, düşen bir çınar gibi toprağa kök saldı. Devletin verdiği tahtadan yapılmış, kösele deri ve demirle desteklenmiş protezlerle hayata tutundu. Bu tahtadan bacaklar, sadece birer protez değil; Hasan’ın inadının, umudunun ve mücadelesinin birer uzantısıydı.
O protez bacaklarla tarlalarda çalıştı, çocuklarını büyüttü. İki evliliğinden doğan 11 çocuğuna sadece ekmek değil, azim ve onur miras bıraktı. Her adımında yitirilmiş bir gençliğin, ama kazanılmış bir bağımsızlığın ağırlığını taşıyordu. Protezleriyle yürüyemediği yolları çocuklarına hayal ettirdi, belki de torunlarına bir milletin fedakarlık öyküsünü anlattı.
1974 yılı geldiğinde Hasan Uysal, ardında derin bir sessizlik bırakarak bu dünyadan göçtü. Ama hikayesi, torununun kalbinde yaşamaya devam etti. O protez bacak, sadece tahtadan bir eşya değildi artık; dedesinin mücadelesinin ve vatan uğruna feda edilenlerin simgesiydi.
Hasan’ın torunu Sedat Uysal bir gün protezi eline aldı, uzun uzun baktı. Parmaklarını yıpranmış kösele deride gezdirirken, dedesinin yorgun nefeslerini ve kahramanlık dolu sessizliğini hissetti. "Bu protez sadece bizim ailemizin değil," dedi kendi kendine, "bir milletin hatırası." Dedesi adına gururla dolarken, bu emaneti daha çok insanın görmesi gerektiğini düşündü. Bir müzede, Hasan Uysal'ın protezi, onun hikayesini bilmeyen gözlere ilham olabilir, unutan kalplere hatırlatıcı bir yankı bırakabilirdi.
Datça’da bir etnografya müzesi hayal etti torunu. Hasan Uysal’ın tahtadan protezinin sergilendiği bir müze... Yalnızca dedesinin değil, bu toprakların nice kahramanının, emekçinin, fedakar insanının izlerini taşıyan bir yer. Çiftçinin sabanı, balıkçının ağı, terzinin makası, annenin ekmek tahtası... Her bir eşya, kendi hikayesini anlatan sessiz bir ağıt, bir direniş destanı olabilirdi.
Bir etnografya müzesi, Datça tarihinin arasında saklanan nice hikayeyi gün yüzüne çıkarabilirdi. O protez, bir gün hak ettiği yerde, bir müzede, bir milletin fedakarlığını anlatan bir sembol olmalıydı. Çünkü bazı hikayeler, unutulmamak için anlatılmalı, saklanmalı ve paylaşılmalıydı.
Bazı kulaklar "müze gerekli" seslerini duymalıydı.
Not: Evren Ersoy'un Demirören Haber Ajansı'nda yaptığı haberden kurgulanmıştır.

KORKU KRALLIKLARI DA YIKILIR


MÖ 500’lerin Sicilyası... Bugünkü İtalya'nın güneşli topraklarında, bereketli vadilerin gölgesinde kan kokusu duyulurdu. O topraklarda Phalaris adında bir tiran hüküm sürüyordu. Gücü kadar zalimliğiyle de nam salmıştı. Halkın üzerine demir yumruğunu indirmiş, ordusunu paralı askerlerle donatmış ve kendini sarayındaki altın işlemeli duvarların ardına kapamıştı. Sokaklarda açlık ve sefalet kol gezerken, sarayında şarap fıçılarından taşar, sofralarında kuş sütü eksik olmazdı. Ama bu lüks, Phalaris’in içindeki korkuyu dindiremezdi. Çünkü her tiran gibi o da bilirdi: Korku, en çok korkanların silahıdır.
Bilge diyor ya.

"Topluma korku salanlar, aslında en çok kendileri korkanlardır."

Pharalis de korkuyordu.
Halkın gazabından korkuyordu.
Bu nedenle zulmü, baskıyı daha da artırmalı, topluma daha çok korku salmalıydı.

Sicilya’nın halkı suskundu; konuşanın dili koparılır, başı kesilirdi. İşkenceler Phalaris’in düzeninin temel taşıydı. Ancak bu düzeni daha da korkutucu hale getirmek için bir şeyler gerekiyordu. İşte burada, Atinalı bronz ustası Perilaus sahneye çıktı. Perilaus, sanatını vicdanına değil altına satanlardandı. Tiranın sarayında, kanlı dehasını gösteren bir eser yaratmıştı: Bronz bir boğa. Heykel devasa, parıldayan bir canavar gibi duruyordu. Ancak bu sıradan bir sanat eseri değildi. Boğanın içi boştu ve yan tarafında bir kapak bulunuyordu. Tiranın düşmanları, bu metal canavarın içine hapsedilecek ve altına ateş yakıldığında, acı çığlıkları boğanın burun deliklerinden kızgın bir hayvanın böğürtüsü olarak yankılanacaktı.

Perilaus eserini tanıtırken, sesindeki gurur ve çılgınlık birbirine karıştı:
“Ey büyük Phalaris! İşte düşmanlarınıza korku salacak bir mucize! Bu boğa, onların iniltilerini böğürmeye çevirecek. İzleyenler hem korkacak hem de sana hayran kalacak.”

Tiran, heykeli hayranlıkla inceledi. Ama bu metal canavarın vaadini görmek istiyordu. Deneme kurbanı, başka biri değil, Perilaus’un kendisi olacaktı. Phalaris, sanatçısına döndü ve soğuk bir emir verdi: “Haydi, senin eserinle başlayalım.” Perilaus, boğanın içine sokuldu. Kapağı kapatıldı ve altına ateş yakıldı.

Kısa bir süre sonra, bronz boğanın burun deliklerinden dumanlar yükseldi ve Perilaus’un çığlıkları kızgın bir boğanın böğürtüsüne dönüştü. Saray buharlı bir cehenneme dönmüştü. Phalaris’in gözlerinde bir tatmin parıltısı vardı. Ama tiran, Perilaus’u kavrulmaya bırakmadı. Onu canlı canlı çıkarttırdı, sadece daha ağır bir ceza için. Sanatçısını uçurumdan attırarak, sadakatini ödüllendirdi!
Yalakalığın sonu buydu.

Yıllar boyunca, bronz boğa Sicilya’da bir ölüm sembolü oldu. Muhalifler, suçlanan masumlar ve tiranın keyfine dokunan herkes o ateşin içinde can verdi.
Ancak tarih, tiranların ebedi olmadığını hatırlatır. Halkın sabrı taşar, öfke alevlenir ve bir gün korku krallıkları yıkılır. Sicilya halkı, Telemachus adında bir liderin önderliğinde ayaklandı. Sarayın duvarları yıkıldı, askerler kaçtı ve Phalaris yakalandı.

Adaletin tecellisi, demirden yapılmış o boğanın içinde gerçekleşecekti. Phalaris, kendi eserine hapsedildi ve altındaki ateş körüklendi. Bronz boğa, bu kez tiranın kendi böğürtüleriyle yankılandı. Duman, saraydan gökyüzüne yükseldiğinde, Sicilya halkı sonunda derin bir nefes aldı.

Phalaris’in korku krallığı sona ermişti. Bronz boğa ise bir zamanlar zulmün sembolü iken, şimdi zalimlerin kaçınılmaz sonunun sessiz bir tanığı olarak tarihin tozlu raflarına kaldırıldı. Bugün Brüksel İşkence Müzesi’nde sergilenen bu boğa, insanoğlunun hem dehasını hem de zulme karşı direnişini hatırlatan bir sembol olmaya devam ediyor.

Öne çıkan

HASTA KUŞUN RÜYASI

Tamer Ertuna , hayatı boyunca doğanın ve sanatın izini süren bir gezgindi. 5 Şubat 1958'de İstanbul’un gri göğü altında doğd...