5 Mayıs 2018 Cumartesi

CAN YÜCEL'DEN 8 YAŞINDAKİ TAKO'NUN HİKAYESİ


Soyadı: Tako
Öz adı: Hürmüz
Takma adı: Elif
Sahte adı: Seher
Suçlular arasındaki adı: Piç
Anasının adı: Zehra
Babasının adı: Abdi
Milliyeti: Türk
Doğumu: 1957
İşi: Hırsızlık
Vücut boyu: 1,31
Vücut Cesameti: Nârin
Vücut Bünyesi: İnce
Vücut Vaziyeti: Öne eğik
Omuzları: Düşük

(*)Sevgili Yurttaşlarım,
Şimdi size okuduğum belge, sekiz yaşındaki, Tako adlı kardeşimizin polisteki eşkâl kâğıdıdır.
Tako, bugün Türkiye’de kaldırıma düşmüş, toplumun koruyucu elinden ırak, çoğu da suçlu, dört yüz elli bin Türk çocuğundan biridir. 
Elinden tutacak kimi kimsesi yoktur ama hırsızlık ederken yakayı ele verdiğinde, Tako’yu kolundan tutup cezaevinin sübyan koğuşuna atacak bir hükümeti vardır. 
Tako’nun doğum tarihi vardır ama insan gibi yaşadığı yoktur. 
Tako’nun sabıkası vardır ama geleceği yoktur. Tako’nun onu seven bir atası vardır, Tako’nun “Halkın öğretimi ve eğitimini sağlama, devletin başta gelen ödevlerindendir” diyen bir anayasası vardır ama Tako’ya babalık edecek devlet babası yoktur.

Kardeşlerim,
Eskiler “Çocuktan al haberi!” demiş. Biz de çocuktan, Tako’dan alıyoruz memleket haberini. Çocuk Bayramı’nı.
Sayın İnönü’nün 1943’de söylediği gibi, Millî Hâkimiyet, Ulusal Egemenlik Bayramıyla birleştirmemiz bir tesadüf değildir. Birleşik Amerika’ya verilen üslerle ulusal egemenlik sarsıntılar geçirirken, Tako da ya sübyan koğuşunda ya da köprü altında kutlayacaktır elbet çocuk bayramını. Büyükleri, gelecek denen umut kasamızı zorlarlarken, Tako’nun oyuncağı da maymuncuktan başka ne olabilir ki?
Kardeşlerim,
Memleket çocukları arasında bir de nöker çocukları var. Doğu köylerinde süregelen yaygın bir kölelik düzenidir bu. Köle demezler de nöker derler, parayla satılan bu insanlara. Nöker çocukları, fukara çocuklar, kimsesizler anadan doğma nöker sayılırlar. Nöker çocuklarına da köle gözüyle bakılır. Genellikle ahırda yatar kalkarlar. Yatakları yüzsüz yorgan, eski bir hasırdır. Urbalarını açmaz, çarık çoraplarıyla girerler yatağa. Gecenin her saatinde tetik olmaları gerekir. Yazları güneşi dağların ardında görürler. Yemeklerini ahırda yerler. Ev halkı yemek yerken nöker el pençe divan durur.
— Su getir.
— Kapıya bak.
— Köpek niye havladı?
— Ahırda bir ses var.
Yemek bittikten sonra sofranın artıkları verilir nökere. Onu da bir rahatça yiyemez.
— Uyuzlu danaları çimdirdin mi?
— Atın yarasını yıkadın mı?
— Mor inek kaç güne doğar?
— Yıkık yerini yaptın mı samanlığın?

Yurttaşlarım,
Biz de altına devletimizin de imza koyduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Beyannamesi’ne soralım bakalım, ne diyor bu işe: Diyor ki, “Çocuk ihmal, zulüm ve istismarın bütün şekillerine karşı korunacaktır. Çocuk herhangi bir şekilde ticaret metaı olamaz.
Evet. Bu güzelim topraklar üstünde gülüp oynamaya doğmuş körpecik çocukların ticaret metaı haline gelmesine göz yumanlar, toprak altındaki madenlerimizi, petrollerimizi yabancılara haydi haydi peşkeş çekeceklerdir. 
Kendi parçası, kendi kanından, kendi canından kopma vatan evlâtlarına hayrı dokunmayanların memlekete ne hayrı dokunabilir ki? Bir tek hayırları varsa, o da bu adamlara denecek koskocaman bir “Hayır”dır. 
Dış politikası NATO’ya araç, ahlakı vur kaç, ekonomisi kapkaç olan partilerin, gününü gün etmekten başka bir şey düşünmeyen devlet adamlarının yurdun yarını, ulusumuzun geleceği olan çocuklarla ne ilgisi olabilir ki?
Amerikan Çocuk Hastalıkları Akademisi Başkanı Profesör Fişer, “Bugün Türkiye’de bir milyona yakın sakat çocuk olduğunu tahmin edebiliriz” diyor. Bu yurdu yönetenlerin sakat tutumuna, sâkim politikasına bu bir milyon çolak, kambur, kör, kötürüm, sağır, dilsiz, topal, sakat çocuktan daha sağlam kanıt, delil olabilir mi? “Kalkınıyoruz, kalkındık, malkındık” diye her palavra savuruşlarında, bu bir milyon sakat çocuk, “yalan” diye bağırıyor yüzlerine. Çünkü onların başlarını çıkarlarının masasından kaldıracak vakitleri yok ki, bu yurdu kalkındırabilsinler. Kendi koltuklarından başka bir şey düşünmeyenlerin sözüm ona donattığı okullarda bir lokmacık çocuklar bir sıraya tabii beş kişi oturacak, tabii sabahtan akşama kadar bir on beş santimlik yere çakılacaklardır. Kentlerimizde çocuklarımız viraneliklerde, çöplüklerde günlerini gâvur ediyorlarsa, yurdu milyonerler için bir Hilton parseli, lüks otel arsası belleyenlerin hesabında halk çocuğu için çiçek bahçesine, çocuk bahçesine yer olamaz da, ondan. Halkın yuvasını yapanlar işçi çocukları için yuva kurarlar mı hiç?

Kardeşlerim,
İşçi Partisine kızıl diye lâf atanlar Erzurum’da yavrularımızın kızıldan, kızamıktan kırılması karşısında kıllarını bile kıpırdatmamış olanlardır.
Canlarım,
İşçi Partisi’ne “Camilerin kapısına kilit takacaklar” diye çirkef atanlar, her doğan bin çocuktan yüz altmış beş tanesinin süt bebesiyken ölüp gitmesi karşısında vurdumduymazlık eden Allahsızlardır. İşçi Partisi’ne, “Dükkânınızı, evinizi, barkınızı, bir avuçluk tarlanızı elinizden alacak” diye leke sürmeye kalkışanlar halkın eğitimi için tek toplu çare olan köy enstitülerini halkın elinden alıp, kapatanlardır.
Yurttaşlarım,
İşçi Partisi’ni “Kökü dışarda” diye arkadan vurmaya özenenler halk evlerinin dibine incir dikenlerdir.

Kardeşlerim,
Türkiye İşçi Partisi’nin kökü Türk işçisinin, Türk köylüsünün, Türk aydının, Türk küçük esnafının, dar gelirli Türk memurunun insan gibi yaşama özlemidir. Türkiye İşçi Partisi yurtta tek bir aç, tek bir çıplak yurttaş kalmayıncaya kadar didinmeye ant içmiş yurtseverlerin ocağıdır. Bu özlemle ve bu kararla beslenen bu ağaç şimdilik körpedir ama Anadolu’muzun dört köşesine yayılmış ulu çınarlar kadar Türk’tür. Ve halkımızın göz nuruyla, alın teriyle sulanarak, gelecek yıllarda serpile serpile bütün Türkiye’yi yeşillere salacaktır. Türkiye İşçi Partisi’nin bir tek kaynağı var: sevinç, sevgi, halkın yanında ve halktan olmanın verdiği sevinç ve sevgi. Bir tek aracı ve pusatı var: bilim ışığı. Bu sevinç ve bilim ışığıyla bu yurdu öyle bir donatacağız ki o zaman işte ulusal egemenlik ve çocuk bayramlarını yan yana, ama bu sefer sahiden kutlayacağız.
Analar, babalar, kardeşler, sandık başlarına giderken çocuklarınızı, kardeşlerinizi de yanınızda götürün. Götürün ki görsünler İşçi Partisine oy verdiğinizi. Çünkü o oylardır ki çocuklarınıza, kardeşlerinize sütü ile mamasıyla, yuvasıyla, çiçek bahçesi, çocuk bahçesiyle, doktoru, denizi, güneşiyle, renkli oyuncakları, gül gibi okulları, güpgüzel kitapları, yiğit öğretmenleri ve haktan yana olduğu için mutlu ana babalarıyla zengin ve dopdolu bir çocukluk sağlayacak ve yine çocuklarınıza, kardeşlerinize aydınlık bir gelecek, iş, sosyal adalet, toprak, ekmek, güven, eşitlik, özgürlük, insan onuru ve pırıl pırıl bir hayat kazandıracaktır.
Yeter ki gönlünüz ve kafanız doğru yolda ve oylarınız İşçi Partisinden olsun ve yeter ki, yurttaşlarım, gazanız mübarek olsun.
Türkiye İşçi Partisi’nin işareti, tırtıklı kirtişli bir teker, yâni bir çark ve üstünde eğik duran bir başaktır. 
İçinde de iki satır yazı vardır. 
Köylüye toprak, herkese iş.

(*) 1965 Milletvekili Genel Şeçimlerinde Türkiye İşçi Partisi adına Can Yücel’in yaptığı radyo propaganda konuşması.
Bu adresten dinleyebilirsiniz: 
http://www.tustav.org/gorsel-isitsel/can-yucelin-konusmasi-1965/

ÖYLE ŞİFRELİ BİR TÜRKÜ YAZDI Kİ, DENİZLER'İ ASANLAR ŞAŞTI, KALDI.


Yıl 1940'dı.
Cumhuriyetten 17 yıl sonra.
Kahramanmaraş'ın Afşin ilçesine bağlı Berçenek Köyü.
Köyün sahibi tek kişiydi.
Bir ağaydı.
Köylü milletin efendisi değil.
Ağa köylünün efendisiydi.
Herkes ona çalışmak zorundaydı.
Üstelik boğaz tokluğuna.
Böyle bir ortamda doğdu, Şerif Çırık.
Daha çocukken gördü; ezen ile ezileni.
Köye asker geldiğinde ağanın sofrasında ziyafet verilirdi.
Yutkunarak izlerdi, yemek yiyenleri.
O masada olmayı çok isterdi.
Belki de o yüzden büyüyünce asker olmak istedi.
Askeri okula gitti.
Çok başarılı oldu.
Ama o günlerde bir İtalyan kadına tutuldu.
Evlendi.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nde yabancı ile evlenmek yasaktı.
Attılar ordudan.
Artık işsiz, güçsüzdü.
Elinden gelen tek şey saz çalmaktı.
O da saz çaldı.
*. *. *
Kısa sürede nam saldı.
Ozan oldu.
Türküleri dillere destan oldu.
Ama öyle etliye sütlüye karışmayanlardan değil.
Haksızlığa başkaldıranlardandı..
Ersen ve Dadaşlar, Edip Akbayram,Cem Karaca, Selda Bağcan ve niceleri onun türküleriyle ünlendi..
O artık Aşık Mahzuni Şerif'ti..
Aşık Veysel'in deyimiyle, "Pir Sultan"dı.
Sazı sivri telliydi.
Ağzı da sivri dilli.
Türkülerinde puşt da derdi.
Ana avrad küfür de ederdi.
Ama insanı severdi..
Çok tutuklandı, yargılandı.
Hapisler yattı..
Türküleri toplatıldı.
Pes etmedi.
Herkes ona komünist derdi..
O ise kendisini Atatürkçü olarak tanımlardı..
"Samsun'dan gel, sarı saçlım, mavi gözlüm" derdi.
Hatta, komünist diyenlere bir türkü ile cevap verdi.
"Kim diyorsa Mahzuni'ye komünist,
Onun imanından şüphe etmeli.
Böyle bir millete kim etse gasid
Yedi sülalesin topa tutmalı"
*. *. *
Yıl 1972 idi..
12 Mart askeri muhtırasıyla Süleyman Demirel hükümeti devrilmişti..
Yerine Nihat Erim başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu..
Bu hükümet de sol kesime karşı şiddetli baskı uyguluyordu..
Sol nefes alamıyordu..
Kitaplar, türküler toplatılıyordu..
Üstelik Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan daha yeni asılmıştı..
Mahir Çayan vurulmuştu..
O günlerde bu isimlere değil türkü yakmak, adlarını anmak yasaktı..
Büyük suçtu..
Hemen içeri atarlardı..
İşkencede inim inim inletirlerdi..
Ama Aşık Mahzuni durur mu?
Aldı bağlamayı eline.
Mızrabı vurdu, sazın teline..
*. *. *
"Köşkün sarayın yıkılsın
Erim erim eriyesin
Umudun suya dökülsün
Erim erim eriyesin
Çölden çöle sürünesin
....
Musa isen Tur-i Sinan
Haktan gelmiş idi İnan
Yesin seni yılan Çayan
Erim erim eriyesin
Sürüm sürüm sürünesin
....
Aslan pençesi vurulsun
Çayın Deniz’de kurusun
Gözlerin yansın çürüsün
Erim erim eriyesin
Sürüm sürüm sürünesin"

Türkü kısa sürede dillere düştü.
Plakları kapış kapıştı.
Ankara önce bir şey anlamadı türküden.
Ama Mahzuni sevdalıları anlamıştı.
Türküde şifreler vardı.
Erim erim eriyesin; NİHAT ERİM'e.
Musa isen Tur-i Sinan; SİNAN CEMGİL'e.
Haktan gelmiş idi İnan; HÜSEYİN İNAN'a.
Yesin seni yılan Çayan; MAHİR ÇAYAN'a.
Aslan pençesi vurulsun; YUSUF ASLAN'a.
..Ve
Çayın Deniz’de kurusun; DENİZ GEZMİŞ'e yazılmıştı..
(Dinlemek için; https://m.youtube.com/watch?v=lQoLGdIrujc&feature=youtu.be )

Egemenler bir süre sonra uyandılar..
Mahkemeye verdiler..
Mahkemede türküyü dinleyen hakimler bile tempo tuttu..
Ama 10 ay hapis yattı.
Mahzuni Şerif 13 yıl önce bir mayıs sabahı aramızdan ayrıldı..
Geride 400’e yakın plak, 50’nin üzerinde kaset ve şiirlerini yazdığı 9 kitap bıraktı.
Malum önümüzde seçim var.
Büyük Ozan'ı kendi mısralarıyla analım..
"Yuh yuh soyanlara
Soyup kaçıp doyanlara
İnsana kıyanlara,
Yazık şu uyuyanlara"

(Sedat Kaya)
-----------------------


Sözün özü:
"Bu toprağın türkülerini yakanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür."

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...