1942 yılının Ocak gecesi…
Simi adasının taş sokaklarında faşizm geziyordu.
Alman üniforması taşıyan İtalyan askerlerin ayak sesleri, evlerin duvarlarına çarpıp geri dönüyordu. Limanın hemen arkasında, Yahudilerin yaşadığı küçük mahalle günlerdir sessizdi. Sessizlik, korkunun aldığı şekildi.
Kasım 1941’de uygulamaya konulan yeni askeri düzenlemeler, Yahudilerin iş yerlerini kapatmış, evlerine baskınlar yapılmış, paralarına el konulmuştu. “Kayıt dışı oldukları” gerekçesiyle pek çok kişiye tutuklama tehdidi savruluyordu. Filistin’e gitmek yasaktı, Yunanistan’dan çıkmak zaten imkânsızdı.
Kapana sıkışmışlardı.
İşte bu yüzden o gece 15 kişi, eski bir balıkçı teknesine bindi. Onların gözünde tek bir yön vardı; Denizin karşı kıyısı.
Datça.
Simi'de konuşulan hep aynıydı.
“Datça kıyıları geceleri sakindir… Orada devriyeler zayıftır… Oradan içerilere yayan yürürsünüz… Bodrum’a, oradan belki bir vapura…”
Tekne Simi limanından sessizce ayrılırken, küçük Rachel annesinin eteğine sarılıp sordu.
“Anne, neden evimize dönemiyoruz?”
Annesi cevap veremedi.
Çünkü nasıl anlatsın?
Yahudi olduğu için artık dükkân açamayacağını, bir sabah komşusunun evinden alınışını, erkeklerin “çalışma kampı” denilen, kimsenin dönmediği yerlere götürüldüğünü, bir Nazi subayının kapılarını tekmeyle açıp, “Filistin’e gitmeye kalkışırsanız vurulur, geri gönderilirsiniz” dediğini?
Bu cümleleri altı yaşındaki bir çocuğa nasıl anlatsın?
Kadın sadece saçlarını okşadı.
“Uzaklaşmamız gerekiyor, o kadar.”
Tekne karanlığa gömülürken Simi, geride bir hayalet adaya dönüşmüştü.
Aynı saatlerde Datça Kaymakamlığı'nın Reşadiye karakoluna bağlı devriyesi kıyıda nöbetteydi.
Türkiye o sırada savaşta tarafsızdı ama “tarafsızlık politikası” aslında acımasız bir çizgide yürüyordu. İngilizler baskı yapıyor, “Yahudi mültecileri kabul etmeyin, Filistin’e gidişleri engelleyin” diyordu. Nazi Almanyasıyla ilişkiler hassastı, ülkenin kapılarını açmak siyasi bir risk demekti.
İçişleri Bakanlığı’nın Muğla Valiliği’ne gönderdiği emir netti.
“Simi’den gelecek Musevi unsurların kıyıya çıkmalarına müsaade olunmayacaktır.”
(BCA 30.18.1.2 – Dahiliye Vekâleti)
Bu cümle, bir politikayı değil, bir kaderi belirliyordu.
Datça kıyılarında o gece hangi insanın yaşayıp hangisinin öleceğini bile…
Tekne kıyıya yaklaştığında, Cuma denen genç adam fısıldadı.
“Burası Palamutbükü… Haritadan baktım… Geceleri ıssız olur.”
O haritayı nereden bulmuştu?
Limanın kenarında unlu bir çuvalla sarılmış, rüzgârda uçuşan bir kâğıttı sadece.
Ama o kâğıt o teknedeki insanların tüm coğrafyasıydı.
Birden kıyıda bir ışık belirdi.
Devriye feneri.
Teknedekiler nefesini tuttu.
Jandarma çavuşu feneri teknenin içine tuttu.
“Türk karasularındasınız. Geri dönün!”
Stavros, teknenin dümeninde, korkuyu bastırmaya çalışan bir sesle cevap verdi.
“Bu insanlar savaş kaçkını! Yahudiler! Kamplara götürülecekler!”
Komutanın yüzünde bir anlık tereddüt belirdi. Ama tereddüt, emre karşı gelecek kadar büyümedi.
“Kıyıya çıkmaları yasaktır. Sahilden uzaklaştırılacaktır.”
İşte bu, tarihin bütün acımasızlığını tek cümleye saklayan andı.
Bir cümle, 15 insanın kaderini belirledi.
Jandarmalar tekneye dokunmadan, ateş etmeden, fakat sert bir ses tonuyla bağırarak onları geri yönlendirdi.
Balıkçı Stavros motoru çalıştırdı.
Çocuklar ağlıyordu, korku dalgaların içinde yankılanıyordu.
Yaşlı adam cebinden pasaport sayfasını çıkardı. Kâğıdın üstünde kardeşinin mühürlü fotoğrafı vardı. “O gitti” dedi. “Ben de gideceğim herhalde…”
Genç kadın fısıldadı:
“Simi’ye dönmek ölüm demek.”
Ama başka yön yoktu.
Belgelerde o gece şöyle yazıldı.
“Kıyıya çıkmalarına müsaade edilmeyerek sahilden uzaklaştırılmışlardır.”
(BCA 490.01 – Mülteci girişimleri dosyası)
Ne çocukların korkusu geçti kayıtlara, ne kadının titreyen elleri, ne de yaşlı adamın o kâğıdı kalbine bastırışı.
Belgeler insanı değil, prosedürü yazdı.
Tekne, dalgalarla birlikte karanlığa karıştı.
Simi’nin feneri uzakta yeniden göründüğünde içlerinden biri mırıldandı.
“Belki bir gün, başka bir yol buluruz.”
O yol çoğu için hiç açılmadı.
Kimi Simi’de tutuklandı, kimi İtalya üzerinden ölüm kamplarına gönderildi, kimi kayboldu.
O 15 kişinin akıbeti belgeye geçmedi.
Ertesi sabah Palamutbükü’nde güneş doğdu.
Kıyıda hiçbir iz yoktu.
Dalgalar geceyi yutmuştu.
Rüzgâr hafiflemişti.
Datçalılar'ın haberi bile olmamıştı.
Ama tarihin hafızasında o gece duruyordu.
Bir tekne, bir emir, bir geri çevirme.
O gece Datça'nın en sessiz gecelerinden biriydi.
Kaynak:
1) Corry Guttstadt – Türkiye, Yahudiler ve Holokost
2) Rıfat N. Bali – Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder