1 Ocak 2025 Çarşamba

GERÇEK BİR HİKÂYE

Bugün 2 Ocak Dünya Bilim Kurgu Günü.
Bilim kurgu denilince aklınıza kim geliyor?
Jules Verne mi?
Herbert George Wells mi?
Yoksa Isaac Asimov mu?
Oysa tarihin derinliklerinde biri daha var. Üstelik Türkiye'den.
Asırlar öncesi bir hikaye bu.

Adıyaman'ın sessiz dağları ve uçsuz bucaksız ovaları, bundan yaklaşık 1800 yıl önce hayallerin ötesine geçen bir zihin için sahne olmuştu. Samsatlı Luciano, o çağların sınırlı dünyasında yaşayan ama sınırları hayal gücüyle aşan bir adamdı. Günümüzün Jules Verne’i, H.G. Wells’i, hatta Isaac Asimov’u ondan esinlenebilirdi; ama bu topraklardan çıkan bu dâhi, kendi halkı tarafından neredeyse unutulmuştu.

Luciano’nun dünyası, tanrıların öfkesinden, imparatorların ihtirasından, halkın hayatta kalma mücadelesinden ibaretti. Ama o, zihninde bu dar çemberi kırmayı başardı. Bir gece, yıldızların altında, sessizce gökyüzüne bakarken bir düşünce zihnine düştü: "Ya o parlak ayın ötesine geçebilseydim? Ya yıldızların ardındaki sırrı çözebilseydik?"

Bu düşünce, onu M.S. 2’nci yüzyılın en sıra dışı eserlerinden birini yazmaya itti. "Gerçek Bir Hikaye" adlı bu eser, yalnızca kendi çağını değil, geleceği de şekillendirecek fikirlerle doluydu. Luciano’nun hayalinde, 50 cesur insanla bir gemiye biniyor ve ayın yüzeyine doğru bir yolculuğa çıkıyordu. Uzayın derinliklerinde korkunç savaşlara, fantastik yaratıklara ve büyüleyici keşiflere tanık oluyordu.

Ancak bu sıradan bir hikâye değildi. Luciano’nun anlattıkları, bir insanın sınır tanımayan hayal gücünün ve evrenin sırlarını çözme tutkusunun ilk adımıydı. Bugün, bilimkurgu eserlerinin temel taşları arasında sayılan bu eser, insanlığın uzay hayalini ilk kez yazıya döken bir cesaret eylemiydi.

Yüzyıllar geçti. Yuri Gagarin uzaya çıkan ilk insan oldu, insanlar Ay’a ayak bastı, Mars’a araçlar gönderildi. Hatta asteroidlerde maden arayacak teknolojiler bile geliştirildi. İnsanlık yıldızlara doğru ilk gerçek adımlarını atarken, Luciano’nun hayal ettiği yolculuk bir vizyon olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşüyordu.

Ama ne ironidir ki, Luciano’nun doğduğu topraklarda, onun adı neredeyse unutulmuştu. Adıyaman'ın sessiz dağlarının ardında doğan bu hayalperest, bugün yalnızca az sayıda kişi tarafından biliniyor. Oysa dünyanın başka köşelerinde, NASA’nın Ay’da bir kratere onun adını verdiğini öğrenen insanlar, hayranlıkla onun hikâyesini dinliyor.

Luciano, hayallerin gücünün sınırları aşabileceğinin kanıtıydı. Belki de insanoğlunun uzaya çıkmasından önce, evrenin kapısını aralayan ilk zihinsel yolculuğu yapmıştı. Onu hatırlamak, sadece bir yazarı anmak değil; insanın hayal etme gücüne duyulan saygının bir ifadesidir.

Gökyüzüne baktığınızda, yıldızların arasında bir yerlerde Luciano’nun hayali hâlâ yaşıyor. Ve belki bir gün, insanlar Ay’da koloni kurduklarında onun adını anacaklar: "Burada bir hayalin ilk tohumu atıldı."
Görsel: Yapay zeka

HER ŞEY BU ADAMLA BAŞLADI

Roma’nın soğuk ve karanlık bir kış gecesiydi. Gecenin yıldızsız gökyüzü, karanlığın mutlak hüküm sürdüğü bir savaş alanına benziyordu. Halk, uzun süren karanlık günlerin ardından güneşin tekrar zafer kazanacağına dair umudunu yitirmemek için toplanmış, sessiz bir dua fısıldıyordu. 
Ateşin kıvılcımları gökyüzüne yükselirken, yaşlı bir bilge, çocukların ve köylülerin oluşturduğu kalabalığın ortasına oturdu. Onlara "Yenilmez Güneş" efsanesini anlatmaya başladı. Bir zamanlar dünya, kaosun ve karanlığın mutlak gücü olan tanrı Nox’un egemenliği altındaydı. 
Nox, yıldızları birer birer söndürmüş, güneşi zincirlemişti. İnsanlık, gece gündüz fark etmeksizin bir gölge denizinde yaşıyordu. Topraklar bereketsizleşmiş, nehirler donmuştu. İnsanlar, Nox’un gazabından kurtulmak için taş mağaralara sığınmış, dualarla umutlarını diri tutmaya çalışıyordu. 
Ancak bir gün, gökyüzünde bir ışık belirdi. Bu, güneşin ruhu Sol Invictus idi. Karanlığın içinde zincirlenmiş olan Sol, insanlığın umudu ve yaşamı yeniden filizlendirmek için bir savaş başlatmaya karar verdi. Nox’u yenebilirse, güneş yeniden doğacak, insanlar yaşamlarını geri kazanacaktı.Sol Invictus’un göksel savaşı, yedi gün yedi gece sürdü. Her gün daha da güçlenerek karanlığı biraz daha geri püskürttü. Bu savaşta yalnız değildi. Mitra, adaletin ve fedakarlığın tanrısı, Sol’un müttefiki oldu. Bir gece, Mitra, bir dağın zirvesine çıkarak kutsal bir boğayı kurban etti. Bu kurbanın kanı yeryüzüne dökülerek bereket ve yaşamın yeniden doğmasını sağladı. 
Nehirler yeniden akmaya, çorak topraklar yeşermeye başladı.Ancak Nox, kolay pes etmeyecek kadar güçlüydü. O, en uzun geceyi getirmiş ve insanları umutsuzluğa sürüklemek istemişti. Fakat Sol, gökyüzünde bir parlak çizgi halinde yeniden doğdu. İnsanların yüreklerinde yanan ateş, Sol Invictus’un gücünü artırdı ve sonunda Nox, gökyüzünden çekilmek zorunda kaldı. Zafer günü, 25 Aralık'ta geldi. Güneş, kış gündönümünde en zayıf anından yeniden yükselişe geçmişti. 
Bu gün, "Dies Natalis Solis Invicti" yani "Yenilmez Güneş'in Doğum Günü" olarak kutlanmaya başladı. Roma sokaklarında halk, danslarla ve şölenlerle güneşin zaferini kutladı. İmparator Aurelianus, bu kutsal güne ithafen büyük bir tapınak inşa etti ve Sol Invictus’un Roma’nın koruyucu tanrısı olduğunu ilan etti. İmparator Aurelianus'un  başlattığı bu pagan kökenli dini ritueli, hristiyanlık Isa'nın doğumuna bağlayarak devam ettirdi.
#25Aralık

YÜZYILLIK YALNIZLIK VE BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK

Bir zamanlar, sarp dağların koynunda gizlenen, kuş uçmaz kervan geçmez bir vadide Macondo adında bir köy yükselirdi. Bu köy, sonsuz bir yalnızlık döngüsüne mahkûm olmuş Buendia ailesinin efsanevi tarihine beşiklik etti. Ne geçmişten kaçabilen ne de geleceği değiştirebilen bu aile, insan olmanın çetrefilli çelişkileri arasında salınarak zamanın amansız akışında kayboldu. 

Köyün kurucusu Jose Arcadio Buendia, göklerin sırrını çözmeye, yıldızları avuçlarında tutmaya çalışan bir düş gezginiydi. Onun gözlerinde büyü, bilimle kol kola yürür, mucizeyle delilik arasındaki o ince çizgide bir hayat inşa edilirdi. Ancak kader, onun aklını dahi bir rüyanın girdabına teslim etti; sonunda, yalnızlıkla mühürlenmiş bir deliliğin karanlık sularında kaybolup gitti. 

Ailenin gerçek omurgası ise Ursula idi. Sabırlı elleriyle yalnızca ekmeği değil, ailenin parçalanan kaderini de yoğurmaya çalıştı. Her ne kadar yıllar onu yorsa da, o, Buendía ailesinin ağır yükünü sırtlanan sessiz kahramandı. Ancak kader, bir döngüyü başka bir döngüye bağlarken, Buendia soyunun adeta genlerine işlenmiş laneti iş başındaydı: Aynı isimler, aynı hatalar, aynı acılar… Yalnızlık, adeta bu ailenin damarlarında akan bir kan, aldıkları her nefeste içlerine dolan bir yazgı oldu. 

Macondo'nun yitik zamanlarına ışık tutan Melquiades, ölümsüz bir çingene ve gizemli bir kâhindi. Onun arkada bıraktığı şifreli yazılar, hem ailenin tarihini hem de sonunu içine hapsediyordu. Ama o yazılar, yalnızca soyun son torunu Aureliano tarafından anlaşılabilecek bir sırrı barındırıyordu. Ve bu sır, aile için dönüşü olmayan bir sona açılan kapıydı. 

Yıllar geçtikçe Macondo da Buendia ailesi gibi çürümeye yüz tuttu. Altın çağını yaşamış bu köy, doğanın sessiz gazabıyla sararıp soldu, unutuşun kanatları altında yavaşça silindi. Sonunda, Buendia ailesinden yalnızca Aureliano kaldı. Aile geçmişini ve kaderini çözmeye çalışırken, yazıların son cümlesiyle dehşetle yüzleşti: Buendía soyunun varlığı, başlangıçtan beri sona yazgılıydı. Ve kasırga, onların hikâyesini tarihten bir daha hatırlanmamak üzere sildi. 

Macondo, son gününde, yıllar boyu taşımış olduğu yalnızlığı bir kasırga gibi göğe savurup kendi içine çöktü. Hiçbir iz kalmadı geride; ne bir ad, ne bir taş, ne bir hatıra. Buendía ailesi ve Macondo’nun hikâyesi, evrenin sonsuz boşluğunda yankılanan silik bir sese dönüşse de, verdiği mesaj anlamlıydı.
İnsanlık, yalnızlığın pençesinde bir döngüden diğerine savrulurken, geçmişle yüzleşmeden, kaderin ağırlığından kurtulamaz. 
Tarihin ve hayatın döngüselliği içinde, her şey bir gün silinir. Ancak unutulmaz olan, bu döngüyü anlamak ve ona direnerek kendine özgü bir anlam yaratmaktır. 

Dünya edebiyatının en iyi romanlarından biri olarak kabul edilen, Nobel Edebiyat Ödüllü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez'in "Yüzyıllık Yalnızlık" isimli başyapıtı Netflix'de dizi olarak yayınlanıyor. Ben çok başarılı buldum.Romana yakışmış. İzlemeyenlere tavsiye edilir.

DEFNE YAPRAKLARI ARASINDA 6 KELİME


British Museum’un loş salonlarından birinde, bir mozaik zamanın gölgesinden çıkıp ziyaretçilerin ilgisini üzerinde topluyordu. İnce işçiliğiyle bezeli taşların arasına işlenmiş kelimeler, yalnızca bir dekor değil, geçmişten gelen bir hikâyenin taşıyıcısıydı. 
Defne yapraklarının arasında dolaşan kelimeler şöyle diyordu. 

“Sağlık”
“Yaşam”
“Neşe”
“Barış”
“Mutluluk”
“Umut” 

Bu kelimelerin bir ruhu, derin anlamları vardı. 

M.S. 4. yüzyıl… Roma İmparatorluğu’nun güneşle yoğrulmuş topraklarında yılın son günlerini kutlayan bir festival hüküm sürüyordu: Dies Natalis Solis Invicti(Yenilmez Güneş’in Doğum Günü). Güneş Tanrısı Sol Invictus’a adanan bu kutlamalar, kışın karanlığında insanlara yeniden doğuşun ışığını vaat ediyordu. 

Bodrum’un limanında da festivalin yankıları hissediliyordu. İnsanlar dilekler tutuyor, yeni yılın bereketi ve zenginliği için adaklar sunuyordu. Altın keseleri ve servet hayalleri, tanrıya en çok sunulan dileklerdi. Ancak biri vardı ki, kalabalığın arasından farklı bir ışık saçıyordu: Şehrin hekimi Aelianus. 

Aelianus yalnızca bir doktor değil, bilgeliğiyle de tanınan bir filozoftu. Ona göre sağlık, bedende çiçek açan bir ağaç değil, ruhun köklerinden yükselen bir yaşam ağacıydı. İnsanların zenginlik peşinde koşturduğu bu festivalde, Aelianus’un dileği bambaşkaydı. 

Evinin girişine bir mozaik astırdı. Taş ustasına şunları söyledi. 

“Defne çelengi yalnızca bir süs değil. O, yaşamın özü. İnsan, bu kelimelerin gölgesinde yaşarsa, hayatın anlamını bulur. Bu evden içeri giren herkes, burada yazanları hatırlamalı.” 

Ve mozaik işlenmeye başladı. Her bir taş, insanlık değerlerini hatırlatan kelimelerle ruh kazandı: 

“Sağlık”
“Yaşam”
“Neşe”
“Barış”
“Mutluluk”
“Umut” 

Aelianus’un evine giren herkes bu mozağe bakar, bir an durup düşünürdü. Sağlık, insanın sahip olabileceği en büyük hazine değil mi? Yaşam ne kadar kısa ve değerli? Neşe, bu kısalığa tutunan bir çiçek gibi, neden bu kadar geçici? Barış, neden insanlığa hep uzak? Mutluluk ve umut... Gerçekten bizimle mi? 

Ancak yüzyıllar geçti. Mozaik, evin duvarında yalnızlığa terk edildi. Bodrum’un taşlarının arasına gömülen bu şaheser, bir zaman sonra toprakla eşitlendi, unutuldu. Ta ki bir kış günü, yabancı eller onu keşfedip çekip çıkarıncaya kadar… 

Gemilere yüklenip uzak diyarlara götürülürken, defne yapraklarının arasındaki kelimeler hüzünle fısıldadı. 

“Beni buradan alıyorlar. Halkım nerede? Hikâyem burada kalmalıydı…” 

British Museum’a ulaştığında, mozaik artık yalnızca bir sanat eseri olarak görülüyordu. Onun önünden geçen insanlar, hayranlıkla taşların işçiliğine bakıyordu. Ama mozaik kendi kendine soruyordu. 

“Sağlık, yaşam, neşe, barış, mutluluk, umut… İnsanlar bu değerleri hâlâ hatırlıyor mu? Yoksa benimle birlikte toprak mı oldu?” 

Mozaik hâlâ orada duruyor. Ziyaretçilerin gözleri onun güzelliğinde kayboluyor, ama kim bilir, belki biri bir gün defne yaprakları arasındaki kelimeleri fark eder ve hatırlar. 

"İnsanlığın en büyük zenginliği, cebinde değil ruhunda saklıdır."

KOZMİK YILBAŞI AĞACI

Geride bıraktığımız 2024’ün son günleriydi. Dünya’nın dört bir yanında insanlar yılbaşına hazırlanırken, bir grup kişi yine sahneye çıktı. 

“Yılbaşı ağacı haramdır!” 

Onlar saçma sapan fikirleri savunurken, gözlerden uzak bir yerde, uzayın derinliklerinde ise başka bir hikâye yaşandı. 
İnsanlığın sınırlarını zorlayan bilim, bu kez gökyüzünden bir armağan gönderdi.
NASA, 2025’e sadece birkaç gün kala, dünyanın dört bir yanındaki haber kanallarında yayınlanmak üzere çarpıcı bir görüntü paylaştı. Göz alıcı bu görüntüde, yıldızlardan oluşmuş devasa bir yılbaşı ağacı var. 
Elbette bu bir ağacın fiziksel varlığı değil, NGC 2264 adlı bir yıldız kümesi. Ama şekli ve ışıltısı o kadar tanıdıktı ki, bilim insanları gözlerini bu mucizeden alamıyor. 

Bu yıldız kümesi, Dünya’dan yaklaşık 2.500 ışık yılı uzaklıkta. Genç yıldızlardan oluşan küme, doğal haliyle bile çarpıcı. Ancak NASA’daki bilim insanları, kozmik bir mizah anlayışı sergileyerek bu yıldızları kızılötesi verilerle yeşil, beyaz ve mavi renklerde görselleştirti. Ortaya çıkan görüntü, süslenmiş bir yılbaşı ağacını andırıyor. Evrensel bir sembol, bu kez insanoğlunun elinden çıkma değil, evrenin kendisi tarafından yaratılmış gibi.
Haber kısa sürede tüm dünyaya yayıldı. Bazı insanlar, “Evrenin kendisi bizi kutlamaya çağırıyor!” diye düşündü. Diğerleri ise bu görüntüyü, geleneksel inançların ötesinde, evrenin büyüklüğüne ve güzelliğine bir saygı duruşu olarak yorumladı. 
Ancak bu görüntünün, özellikle “Yılbaşı ağacı haramdır” diyenlerin zihninde bir çatışma yarattığı kesin. 

Aslında asıl mesaj yıldızlardan geliyor. 

"Evrende hiçbir şey küçük tartışmalarınıza göre şekillenmez. Biz sadece varız ve güzelliğimizle tüm sınırlamaları aşarız."
Kaynak: NASA

BİR ZAMANLAR KAPILARA BALIKLAR ASILIRDI


Datça’nın taş kokulu dar sokaklarında, zamanın geriye doğru akan sularında kaybolmuş bir hikâye yaşanır. 

Evlerin giriş kapılarının üzerindeki demir çengeller, bu hikâyenin sessiz tanıklarıdır. Şimdilerde sadece unutulmuş birer ayrıntı olarak hatırlansa da, bir zamanlar bu çengellere hayat asılırdı. Kurutulmuş soğanlar, sarımsaklar, yağdanlık şişeleri, bazen de denizin derin maviliklerinden gelen tazecik balıklar. 

Akşam olunca, tarladan yorgun argın dönen ev sahipleri kapılarının üzerindeki çengelde asılı bir kese balık bulurlardı. Evin kadını, bu beklenmedik hediyeyi bir ödül gibi kabul ederdi. El çabukluğuyla balıkları temizler, tuzuyla, baharatıyla harmanlar, kızgın ateşte pişirirdi. Ocağın üstünde çıtırdayan balıkların kokusu, taş evin içine yayıldıkça herkes sofraya toplanır, balıkların tadını çıkarırdı. 

Balıklar Bozburunlu ya da Bodrumlu balıkçıların getirdikleriydi. Ama kim asmış, kim getirmiş, kimse sorgulamazdı. Zaten sorgulamanın bir anlamı da yoktu; deniz ne verdiyse balıkçı onu tutar, kapıya bırakırdı. 

Amq balıkların karşılığı ise o an verilmezdi. Peki, bu balıkların hesabı nasıl görülürdü. 

Aslında bu hesap çoktan yazılmış bir denklemdi. Bir kilo balık, bir kilo zeytinyağına eşitti. O yıllarda Datça Yarımadası'nda para, rüzgâr kadar uçucu ve nadirdi. Balıkçılar, zeytin zamanı geldiğinde köyün zeytinyağı işliğine uğrar, önceden hazırladıkları listeleri bırakırlardı. Listelerde, hangi evin ne kadar balık aldığı yazardı. İşlik sahibi, zeytin üreticilerinden balık karşılığı alınacak yağları belirler, tenekeleri sıraya dizerdi. 

Hiç kimse bu düzene itiraz etmezdi. Zeytin üreticisi, balıkçının hakkını verirdi. Balıkçı, yağ tenekelerini alıp giderken üreticiyle yüz yüze bile gelmezdi. Basit bir alışveriş, ama hayata dair derin bir anlam taşırdı. 

Bu düzen içinde kimse şikâyet etmezdi. Hayatın ve doğanın ritmine uyum sağlamış bu insanlar, mutluluğu sadelikte bulmuştu. 

Bir kilo yağ, bir kilo balık. İsimler, markalar, para birimleri, hepsi gereksizdi. Balıkçı memnunfu, ev halkı memnun zeytin üreticisi memnun. Herkes, hayatın kendine sunduğu paydan razıydı. 

Datça’nın kapı üstü çengelleri, bir dönemin unutulmaz hikâyesini sessizce taşır. Şimdi, o taş evlerin çengellerine baktığınızda, belki de hala denizden gelen bir esintiyle bu hikâyeyi duyabilirsiniz. Ve o basit, ama bir o kadar anlamlı denklem aklınıza gelir: Bir kilo balık, bir kilo zeytinyağı…

Not: Mesudiye'den emekli öğretmen Tuncer hocanın Garaville yazarı Hasan Doğan'a anlattıklarından derlenmiştir.

Görsel: Yapay zeka

Öne çıkan

KARANLIĞI DELEN IŞIĞIN ÇOCUĞU

Fırtına, geceyi delip geçen şimşeklerle Hırvatistan Smiljan köyünün ufkunu aydınlatıyordu. Küçük bir taş evin içinde bir kadın s...