31 Ocak 2025 Cuma

ŞUBAT'TA DATÇA'DA OLUN. UMUTLAR ÇİÇEK AÇACAK


Yıl 1890.
Vincent Van Gogh’un kardeşi Theo, bir oğul kucakladı. Ona, amcasının adını verdiler: Vincent.

Bu isim, ressamın yüreğinde yankılandı. Bir hayat sona ererken, bir diğeri başlıyordu.
Yeni bir başlangıç, yeni bir umut, yeni bir nefes…
Ona bir armağan bırakmalıydı.

Şubat ayının soğuk rüzgarları Arles sokaklarında dolaşırken,
Van Gogh gözlerini badem ağaçlarına çevirdi.
Dallar çıplaktı ama umut çiçek açmıştı.
Bembeyaz çiçekler, kışın içinde baharı müjdeliyordu.
O an kararını verdi: İşte bu tablo, yeğenine sunulacak en güzel hediyeydi.
Ve fırçasını badem çiçeklerinin narin hatlarında gezdirerek,
"Almond Blossoms"u, badem çiçeklerinin zarif dünyasını,
yeniden doğuşun sessiz hikâyesini resmetti.

Ama badem çiçekleri yalnızca baharın değil, hüznün de çiçeğidir.
Bir zamanlar, efsanelerin fısıltılarla anlatıldığı devirlerde,
bir başka aşkla, bir başka kaderle filizlenmişti bu narin çiçekler.

MÖ 1200.
Truva Savaşı’nın ardından, kazananlar yorgun gemileriyle
savaşın külleri arasından yeni limanlara doğru yol aldılar.
Bir liman… Trakya kıyıları…
Ve bir aşkın, kaderle boy ölçüşmeye hazırlandığı an.

Thracia Kralı Lycurgus, zafer kazananları onurlandırmak için
bir şölen düzenledi.
Ve o gece, savaşın kahramanlarından Demophon gözlerini kralın kızı Phyllis’e kaldırdı.
Göz göze gelişleri bir hikâyenin başlangıcı oldu. Sonsuzluğa açılan bir pencere gibi.
O gece oturdukları masadan, ertesi gün el ele kalktılar.
Ve sonra bir gün daha, bir gün daha…

Fakat vakit geldi, Demophon Atina'ya dönmek zorundaydı.
Sözler verildi, yeminler edildi.
Döneceğim.” dedi Demophon, “Beni bekle.”

Phyllis, limanda, her geçen gemiye umutla baktı.
Bekledi…
Bekledi…
Bekledi…

Ama Demophon’un gemisi bir türlü görünmedi.
Günler haftalara, haftalar aylara dönüştü.
Ve umut, zamanın içinde yavaş yavaş solmaya başladı.

Sonunda Phyllis, umutsuzluğun gölgesinde kendini asarak
bu dünyadan göçtü.
Fakat tanrılar, aşkın hatrına onu unutmadılar.
Athena, Phyllis’i yapraksız bir ağaca dönüştürdü.

Ve bir gün, Demophon nihayet geri döndüğünde,
sevdiğinin artık yalnızca bir kuru gövde olduğunu gördü.
Sarılıp ağaca yaslandığında,
mucize gerçekleşti.

Yaprakları olmayan o ağaç, bir anda çiçeklerle bezendi.
Bembeyaz badem çiçekleri…
Aşkın ve hüznün çiçekleri…

Şimdi yine bir kış vakti.
Rüzgarlar soğuk, dağlar karla örtülü.
Ama Datça’da badem çiçekleri açıyor.
Tıpkı Phyllis’in aşkını yeniden hatırlatır gibi.

Aziz Nesin’in dizelerindeki gibi:

"Sen ağaçların aptalı,
Ben insanların.
Seni kandırır havalar,
Beni sevdalar.
Açalım yine de çiçeklerimizi."

Ve Datça’nın tarlalarına, ovalarına, sokaklarına
bahardan önce yağan bu beyaz örtü,
bize şunu hatırlatıyor:

Bazı çiçekler umut için açar.
Bazıları hüzünle çiçeklenir.
Ama her biri, hayatın içinde bir yeniden doğuş hikâyesidir.

Şubat’ta Datça’ya gelin.
Datça Belediyesi'nin düzenlediği Badem Çiçeği Festivali'nde  badem çiçeklerinin dansını izleyin.
Belki de, rüzgarın fısıltısında, Phyllis’in sesini duyarsınız.

GÖKOVALI DESTANI

Evvel zaman içinde, rüzgarın bilge sözler fısıldadığı, güneşin tanrılarla dans ettiği topraklarda, bir ozan doğdu. Adı, Şadan’dı. Gökova’nın kadim rüzgarları onun kaderini daha beşiğinde fısıldamış, Anadolu’nun bilge gölgeleri başucunda nöbet tutmuştu. 

Homeros’un destanlarını mırıldandığı, Herodot’un zamanı kayda geçirdiği, Thales’in yıldızlara göz diktiği bu topraklar, bir bilge daha yetiştirdi. 
Şadan Gökovalı, güneşin altında gölgeye ihtiyaç duymayan Diyojen gibi hakikatin izinden gitti. Anaxagoras gibi gözlerini göğe dikti, yıldızların ve tarihin sırlarını çözmeye koyuldu. 

Fakat onun destanı, mitlerin anlatmadığı bir savaşla başladı. O, kahramanların kılıç kuşanmadığı, ancak ölümle ve hastalıkla savaşan bir babanın oğluydu. Gökova, bir zamanlar tanrılar tarafından lanetlenmiş bir diyar gibi, bataklıklarla, sıtma ve ölümle boğuşuyordu. O çocukken, dört kardeşini bu lanete kurban verdi. Ancak babası, Prometheus’un ateşi insanlığa getirdiği gibi, Gökova’ya umudu getirmeye and içmişti. 

Kaderin iplerini kendi elleriyle dokuyan bu adam, tanrıların bile kıskanacağı bir azimle valilere, bilginlere, ziraatçilere danıştı. Çaresi yok sanılan bu bataklık, okaliptus fidanlarının mucizevi dokunuşuyla kurutulacaktı. Ancak bu kutsal ağaçlar Anadolu’da yoktu. O vakit, Bodrum’un bilge denizcisi, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir devreye girdi, yabancı diyarlardan fidanlar getirtti. 

Ve köylüler, bir mitin doğuşuna tanıklık edercesine, günlerce, haftalarca el ele vererek bataklığı kuruttu. Bu, yalnızca bir coğrafyanın kurtuluşu değil, aynı zamanda Şadan Gökovalı'nin kaderinin şekillenişiydi. O topraklar, onu bilgelikle, doğayla, kültürle yoğurdu. 

Edip Cansever’in dediği gibi, "İnsan yaşadığı yere benzer"di. Ve Şadan Gökovalı, toprağı gibi bereketli, suyu gibi berrak, dağı gibi vakur, yıldızları gibi bilge oldu. 

O, sadece bir insan değil, zamanın içinde bir kitap, Homeros’tan Herodot’a, Dede Korkut’tan Yunus Emre’ye uzanan bir kütüphaneydi. Mitolojiyi şiire, destanı kelimelere dönüştüren bir büyücüydü.
Cevat Şakir ona şöyle demişti: 

"Ölsem, ölüm beni yenemeyecek, çünkü Şadan var." 

Ve bu sözler, bir vasiyet gibi, tarihin sayfalarına kazındı. Gökovalı, yalnızca yaşamadı, yüzyıllara sığacak kadar yazdı, anlattı, öğretti. Akademisyen, ozan, yazar, tarihçi, mitolog, gazeteci… Kaç hayat yaşadı bilinmez, ancak kesin olan bir şey var ki, o bir masalın başkahramanıydı. 

81 yıllık ömrüne 81 asır sığdırdı. Knidos’tan Efes’e, Bergama’dan Fethiye’ye, tanrılar ve bilginler yurdu Anadolu’nun her taşına dokundu. Ve son nefesine kadar aynı şeyi söyledi: 

"Ben her şeyden önce öğrenmeyi sevdim.

Tıpkı Prometheus’un ateşi insanlığa armağan etmesi gibi, o da bilgiyi halkına sundu. Ve ardından şu dizeleri bıraktı: 

"Ben halkım, hey!
Feleğin sillesini çok yemişim.
Kalem vermemişler elime.
Diyeceklerimi türkülerle demişim." 

Ve işte böyle, Gökovalı’nın destanı, Anadolu’nun rüzgârlarıyla, kuşaklar boyunca anlatılacak bir efsaneye dönüştü.
Dört yıl önce bugün kaybettik.
Unutulmayacaklar listemde baş sıralardadır.

Öne çıkan

BİR EFSANE, BİR ŞİİR VE ÇÖZÜLEMEYEN BİR BİLMECE

Empedokles Antik Çağ'ın çılgın filozoflarından biriydi. Dört temel unsur teorisini ( hava, su, toprak, ateş ) geliştiren il...