İnsanoğlu, varlığını ilk kez bir mağara duvarına çizdiğinde belki de farkında olmadan tiyatronun ilk perdesini açtı. Sesin, hareketin ve taklidin kutsal bir anlatı biçimi olarak kabile ateşlerinin etrafında şekillendiği o ilk çağlardan bugüne, tiyatro yalnızca bir sanat değil, bir varoluş biçimi oldu.
Tiyatronun kökleri, antik Anadolu’da Dionysos şenliklerine uzanıyor. Bu şenlikler, sadece eğlence değil, bir ritüel, bir arınma biçimiydi. Tragedya sözcüğünün anlamı “keçi şarkısı"ydı. Bu belki de tanrıya sunulan keçinin ardından söylenen ağıtlar, zamanla dramatik anlatının ilk biçimlerine evrildi. Aristoteles’in Poetika’sında çizdiği tragedya tanımı, insanın kendi kusurlarıyla yüzleşme biçimini tanımlar. Ona göre tiyatro, “katharsis”tir, yani ruhun arınması. Dolayısıyla tiyatro yalnızca bir seyirlik değil, ruhun kendine tuttuğu bir aynadır.
Sokrates sahneye hiç çıkmadı, ama felsefesi hep bir diyalog üzerine kuruluydu. Zaten tiyatronun da özü bu değil miydi; Diyalog.
Bir insanın kendisiyle, ötekiyle ve evrenle kurduğu sonsuz diyalog. Platon’un ideal devletinde şairlere yer yoktu çünkü onlar gerçeğin taklidini yaparlardı. Ama belki de en çok o korkuyordu tiyatronun insanı düşündürme gücünden.
Bugün sahneler belki Dionysos’un sunağı değil, ama hala birer kutsal alan. Perde açıldığında zaman durur, mekan silinir. Oyuncu, artık yalnızca bir beden değil, geçmişin, bugünün ve olasılıkların taşıyıcısıdır. Seyirci de o an, kendi hayatını bir başkasının aynasında izler. Bir repliğin içinde kaybolur, bir suskunlukta kendini bulur. Tiyatro, çağımızın gürültüsünde hala sessiz bir çığlıktır.
Dijital çağın hızında, algoritmaların belirlediği gündelik hayatta, tiyatro bize yavaşlamayı öğretir. Canlılığın, anın ve bedenin sanatıdır o. Tekrarı yoktur. Her oyun, her sahne biriciktir. Belki de bu yüzden, ekranların arasından sıyrılıp bir tiyatro salonuna girmek, kendine dönen bir yolculuğa çıkmaktır. Tiyatro salonu, modern insanın tapınağıdır, burada tüketmez, düşünürüz.
Evet, bugün 27 Mart. Dünya Tiyatro Günü. Sadece oyuncuları, yönetmenleri, yazarları değil, susarak izleyen, gözyaşıyla eşlik eden seyircileri de selamlamak gerek. Çünkü tiyatro, ancak biz olduğumuz sürece var. Ancak birlikte sustuğumuzda, birlikte güldüğümüzde, birlikte unuttuğumuzda anlam kazanır.
Antik çağlarda bir rahip, tanrısı adına sahnede bir ağıt yakarken başlattı bu yolculuğu. Şimdi ise sahnede anlatılan her hikayede hala o ilk sorunun yankısı var.
“Ben kimim?”
Görsel: Stratonikeia antik kenti tiyatrosundan çıkarılan maskeler