2 Kasım 2022 Çarşamba

İKİ YÜREK YARASI



Dikran ve Armen.
Kardeştiler.
Ordulu iki Ermeni vatandaşımızdı.
Altınordu ilçesinin bugün Zaferimilli, o dönem Ermeni mahallesi olarak bilinen semtinde doğmuşlardı.
Osmanlı döneminde 12 binin üzerinde Ermeni'nin yaşadığı Ordu'daki son Ermenilerdi.
İki kardeş özel bir liseyi burslu okuduktan sonra üniversiteyi kazanmışlardı.
Dikran İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde, kardeşi Armen ise İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde okumuştu.
Eğitim masraflarını mahallelerindeki komşuları imeceyle üstlenmişti.
Okullarını bitirdikten sonra da hemen geri döndüler.


Babaları Mıgırdiç usta bakırcıydı.
Çocukları diplomalarla dönünce onlara
Sırrı Paşa Caddesi’nde iki katlı bir dükkan satın aldı.
Alt katta Armen, İtimat Eczanesi’ni açtı. İtimat Eczanesi o dönem Ordu’da 5 eczaneden biriydi.
Üst kat ise Dikran'ın muayenehanesi oldu.
Doktor ve eczacı iki kardeş eğitim masraflarını karşılayanları hiç unutmadı.

Eşek sırtında köy köy dolaşıp çocukları ücretsiz muayene ettiler.
Ordu'da herkes onları tanıyor, başı sıkışan mutlaka onlara baş vuruyordu.
İkisi için geçerli tek kural vardı.
"Garibandan para alınmaz."
Hatta Dikran, tam 25 yıl Orduspor’un hekimliğini tek kuruş almadan yapmıştı.
İki kardeşin yılları hayata insanlara dokunarak geçti.


Yıllar geçti,yaşlandılar.
Dikran 90'a, Ardem 86'a gelmişti.
Üç gün öne Dikran hayata veda etti.
Son görev yapılacaktı ama Ordu'da tek bir hristiyan din adamı, tek bir kilise kalmamıştı.
Komşuları Dikran’ın cenazesini mahalle camisine götürdü.
Helallik alındı, cenaze namazı kılındı.
Sonra gömüldü.
Abisine son görevini yapan Ardem üzüntüden fenalaştı.
Bir gün sonra beyin kanamasından o da yaşama veda etti.
Bir gün önce Dikran için cenaze töreni düzenlenen mahalle camisinden bu kez de Armen son yolculuğuna uğurlandı.
İki kardeş şimdi Çakalçıkmaz Mezarlığı’nda yan yana yatıyor.


Agos'ta okudum bu haberi.
İki kardeş için dün İstanbul Feriköy Surp Vartanats Kilisesi’nde dini tören yapılmış.
Yüreğim burkuldu.
Sonra bir Ermeni vatandaşımızın sorularını gördüm.
Neden son Ermeniler?
Neden cenazeler camiden kalkıyor?
Neden Müslüman mezarlığına defnediliyor?

En iyisi Nazım Hikmet versin cevabı. 
“Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış
Affetmedi bu ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini
Fakat seviyor seni
Çünkü sen de affetmedin bu karayı sürenleri Türk halkının alnına”


OLEA PRİMA ARBORUM OMNİUM EST*



"Ağaçların konuştuğunu bilir miydiniz?
Evet, konuşurlar. Birbirleriyle konuşurlar, kulak verirseniz sizinle de konuşacaklardır.
Asıl sorun, sizin dinlememeniz, doğayı, ağaçları..
Biz ağaçlara zarar vermek istemeyiz. Ne zaman onları kesmemiz gerekse, önce onlara tütün ikram ederiz.
Odunu asla ziyan etmeyiz, lazım olduğu kadar keser, kestiğimizin hepsini kullanırız.
Eğer onların hislerini düşünmez ve kesmeden önce tütün ikram etmezsek, ormanın diğer bütün ağaçları gözyaşı dökecektir, bu da bizim kalbimizi yaralar."
*. *. *
Bu sözler Stoney Kızılderililerin şefi, Yürüyen Boğa diye de bilinen Tatanga Mani'ye ait.
Doğa ile iç içe yaşayan toplumların doğaya bakışının bir özeti bu.
Navahoların atasözüdür.
“İnsan doğadan uzaklaştıkça kalbi katılaşır.”
Karl Marks da aynı saptamayı yapar.
"İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır."
Sonra da ekler; kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser!
Bugün yaşadığımız tam da budur.
Türkiye aylardır zeytin ağaçlarını korumanın yollarını arıyor
Çünkü bir gece yarısı imzalanan bir yönetmelikle, zeytin ağaçlarının yaşamları büyük tehlike altına girdi.
Elektrik üretiminde kullanılan kömür sahası ve zeytin ağaçlarının aynı yere rastlaması durumunda, zeytinliklerin şirketler tarafından kesilebilmesinin önü açıldı.
Oysa enerji uğruna kesilecek olan yaşamımız, sağlığımız ve binlerce yıllık kültürümüz.


"Olea prima arborum omnium est" demişti Romalılar, yani "zeytin bütün ağaçların ilkidir."
bulunduğu yere bolluk, bereket, sağlık ve barış getirir.
Tarihin babası Heredot "sıvı altın" demişti zeytinyağına.
Tıbbın babası Hipokrat, şifa kaynağı olarak sözetmişti zeytinyağından. Çünkü sağaltıcı ve iyileştirici etkilerini keşfetmişti.
Gladyatörler, güreşçiler ve boksörler dövüşlerden sonra zeytinyağıyla yıkardı bedenlerini. Çünkü hem deriyi mikroplardan temizler, hem yaraları iyileştirirdi.
Atinalı şair ve devlet adamı Solon, zeytin ağaçlarını korumak için özel bir yasa çıkarmıştı; ağacı keseni asın diye.
Karanlık gecelerde insanlara ışık olmuştu asırlarca. Kandillerde zeytinyağı yakılırdı.
Dalı şeref, onur ve barıştı. Tanrılara, krallara, yarış kazanan sporculara o dallardan yapılan taçlar takılırdı.
Yaprağı bile insanlığa hizmet etti yüzyıllarca, yaprağından yapılan çay bağışıklık sistemini güçlendirirdi.
Bu nedenle antik çağdan bu yana Ege ve Akdeniz'deki tüm kültürler tarafından kutsal sayıldı.
Saygı gösterildi, onurlandırıldı.
Ama insanoğluna bu kadar hizmet etmesine rağmen, en büyük zararı uygar denilen insandan gördü.

Maalesef doğanın dilini unutanlar, bir karatavuk kuşunun dışkısı kadar olamadılar.
Karatavuk kuşları zeytin ağacının en iyi dostlarıdır.
Zeytin çekirdeğiyle beslenirler.
Ama asla nankör değillerdir.
Kendilerini doyuran zeytin ağacının çoğalmasını sağlarlar.
Karatavuk kursağında zeytinin etli kısımlarını sindirir, çekirdeğinin kabuğunu da güçlü asitiyle inceltir.
Daha sonra çekirdeği dışkısıyla dışarı atar.
Kabukları incelmiş çekirdek toprakta filizlenir ve böylece yeni bir zeytin ağacı yeşerir.
Karatavuklar olmasa zeytin ağaçları olmaz.
Zeytin ağaçları olmazsa karatavuklar olmaz.
İkisi arasında büyük bir birliktelik ve dayanışma vardır.
Çünkü yaşamları birbirlerine bağlıdır.
*. *. *
Karatavuk küçücük bir kuş.
Kuş beyni diye hor gördüğümüz o aklıyla doğanın dilini biliyor.
Ey insanoğlu, kapitalizmin dilini unutup ne zaman öğreneceksin bu gerçeği.
Doğayı yok ederek, sonunu hazırladığını ne zaman farkedeceksin?
Bakın bir şaman öğretisi ne diyor?
“Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz.
Nehirler kendi suyunu içemez.
Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez.
Güneş kendisi için ısıtmaz.
Ay kendisi için parlamaz.
Çiçekler kendileri için kokmaz.
Toprak kendisi için doğurmaz.
Rüzgar kendisi için esmez.
Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz.”
Doğanın anayasası budur.
Her şey birbiri için yaşar.
Ne yazık ki, bu anayasayı çiğneyen sadece insanoğludur.

ÖRGÜ MASALI



Atena, Yunan mitolojisinde zeka ve sanat tanrıçasıydı.
Özellikle kadınların yaptıkları ince nakışların, oyaların, kanaviçelerin, işlemelerin koruyucusu idi.
Hera'nın gelinliğini bile kendi elleri ile dikmişti.
Yunanlı kadınlar Atena'yı çalışırken seyrederek sanatçı olurdu.
El örgüsü ve dokumada kimse onunla yarışamazdı.
Bir kişi hariç.
Lidyalı bir güzel kız; Arakne.
Bir ölümlü.
Arakne İzmir'in Kolophon kentinde yaşardı.
Çok sanatkardı. Özellikle gergef (işlemelerin yapıldığı alet) işlemekte, oya yapmakta çok başarılıydı.
Nymphalar(su perileri) bile onu izlemeye doyamazdı.
Bir gün Nymphalar Arakne’ye sordu.
"Bu kadar güzel işlemeyi sana Atena mı öğretti?"
Arakne kibirliydi. "Atena da kim? Ben bu işte tanrıça da olsa geride bırakırım." diye cevap verdi.
Bunu öğrenen Athena çok kızdı. Arakne'yi tanrılarla yarışmama konusunda uyarmalıydı.
Yaşlı bir kadın kılığına girerek, soluğu Kolophon'da aldı.
Geçti Arakhne'nin karşısına "haydi yarışalım" dedi.
Başladılar nakış işlemeye.
Yaşlı kadın kılığındaki Atena, Atina kentine kendi adını verdiren Poseidon'u yendiği savaştan muhteşem bir sahne dokudu.
Bu sahne adeta tanrıların insanlara neler yapabileceğine dair bir gözdağıydı.
Arakne ise Baş Tanrı Zeus'un Leda, Europa, Danae ve Hera'yı aldatan sahnelerini dokudu.
Bu dokuma tanrıların da zaafları olduğunu vurguluyordu.
Aynı zamanda tanrılara bir meydan okumaydı.
Atena çok kızdı ve Arakne'yi orada örümceğe çevirdi.
Yunan mitolojisinde örümceğin yaratılışı böyle anlatılır.
Tıbbın babası Hipokrat’ın tarihe geçen bir sözü var.
“Vita brevis, ars longa.”
Hayat kısa, Sanat uzun(ölümsüz)
İnsan Arakne'nin hayatı kısa sürdü ve öldürüldü.
Ama Örümcek Arakne'nin o muhteşem örme sanatı yüzyıllardır yaşıyor, ölmüyor.
Bugün kendisini tanrı yerine koyup, sanatla, sanatçılarla uğraşanlara ders ola.

ZAVALLI TİTHONUS, NE ÇOK İSTEMİŞTİ ÖLMEYİ



İzmirli Homeros "Gül Parmaklı" diye söz ediyordu Şafak tanrıçası Eos'tan.
Eos, Akdenizli Güneş tanrısı Helios ile Bafalı Ay tanrıçası Selene'nin kardeşiydi.
Aliağalı ozan Hesiodos şöyle söz ederdi ondan.
"Şafak tanrıçası Eos, her gece alacakaranlık tanrısı Astraio'la birleşip coşku yürekli rüzgârları estirirdi.
Bunlar gökleri arıtan Zephyros(batı rüzgarı, meltem), azgın esişti Boreas(kuzey rüzgarı, poyraz) ve Notos‘tu(doğu rüzgarı, lodos).
Rüzgarlardan sonra Şafak tanrıça günün müjdecisi Şafak yıldızını ve göklerin çelenk çelenk yıldızları doğururdu."
Eos her şafak vakti atlı arabasıyla gökyüzünü dolaşıp, parmaklarıyla karanlık ile aydınlığı bir perde gibi ayırır, günü aydınlatırdı.
Zaten adını gül rengi şafaktan almıştı.
Akıllı, iyi kalpli olmasına rağmen, çok yaramaz, kıskanç, şıp sevdiydi.
Önüne gelene aşık oluyor, aşklarını ergence kıskanıyor, onları uzak ülkelerde saraylara kapatıyor, ergen davranışlarıyla, kaprisleriyle bıktırıyordu.
Bir gün Truva Prensi Tithonus'a aşık oldu.
Onu herkesten çok sevdi.
Ama Tithonus ölümlüydü.
Aşklarının sürmesi için ölmemeliydi.
Gitti Olimpos'a, Tithonus'u ölümsüz yapması için baş tanrı Zeus'a yalvardı.
Zeus, kurnaz ve kıskançtı.
Ve Eos'ta gözü vardı.
Şeytanca bir plan yaparak, "tek isteğin bu mu" diye sordu.
Eos o heyecanla hayatının yanlışını yaptı ve "evet" yanıtı verdi.
Bu telafi edilemez bir hataydı.
Çünkü sevdiğine sonsuz gençlik istemeyi unutmuştu.
Aylar, yıllar, asırlar geçti.
Zavallı Tithonus yaşlandıkça yaşlanıyordu.
Derisi buruşuyor, kasları zayıflıyor, eli ayağı tutmuyordu.
Truva'nın o atletik, yakışıklı prensi artık boş bir çuval gibiydi.
Bunak bir ihtiyardı.
Eos'a "beni tekrar ölümlü yap" diye yalvardı ama
Tanrıça Eos ne yapsa, ne etse aşkının yaşlanmasını durduramadı.
Tithonus'un bu çirkin, bitik halini kimsenin görmemesi için onu sarayında özel bir odaya kapattı.
Ama bu da çare değildi.
Sonunda çok sevdiği aşkından kendisi de tiksindi.
Bir şey yapmalıydı.
Öldürmeye kıyamadı, en büyük aşkı Tithonus'u bir çekirgeye dönüştürdü.
Çünkü mitolojide çekirge ölümsüzdü.
Sağlıklı yaşam uzmanları Tithonus yanlışı diyor bu mitosta yaşananlara.
Tıp bilimi modern ilaçların güçsüzleşen ve bunayan bir yaşlı toplum yaratmamasının çarelerini arıyor.
Bu yüzden de "uzun ömür" değil, "sağlıklı yaşam" kavramını insanlığa aşılamaya çalışıyorlar.
Sağlıklı yaşam, ömrün sağlıklı kısmının uzaması anlamına geliyor.
Siz siz olun Tithonus yanlışına düşmeyin.
Sevdiklerinize uzun ömür değil, sağlıklı yaşam dileyin.
Sağlıcakla kalın.

SÜT DAMLALARI



Arşipel Mitolojisi'nin baş tanrısı çapkın Zeus, bir gece vakti canı sıkılınca Olimpos dağından deniz kıyısına indi.
Thebai kentindeydi.
Dolaşırken, Thebai kralı Amphitryon’un eşi Alkmene’ye
hayran kaldı.
Ne yapıp edip bu kadının gönlünü çelmeliydi.
Hatta ondan insanların yardımına koşacak bir kahraman
yaratmalıydı.
Kral Amphitryon’un seferi çıktığı bir gün amacına
ulaştı.
Alkmene’yle birlikte olmayı başardı.
İkilinin bir erkek çocuğu oldu.
Adı Herakles’ti.
Herkül.
Zeus çocuğu alıp tekrar Olimpos’a döndü.
Çocuğu gören eşi tanrıça Hera, olaya büyük tepki gösterdi
ve bu çocuğa bakmayacağını söyledi.
Zeus ise Herkül’ün tanrılaşmasını, yani ölümsüz olmasını istiyordu.
Bu nedenle mutlaka Hera’nın sütünü içmeliydi.
Bir gece yarısı Hera uyurken, Herakles’i onun
kucağına bıraktı.
Günlerce aç kalan çocuk Hera’nın memelerine öyle
yapıştı ki, süt ağzından taşıp yere döküldü.
Her süt damlası kumda bir çiceğe dönüştü.
Kum Zambağı dediler bu çiceğe.
Latince Pancratium maritimum.
Süt gibi beyaz, soğanlı bir nergis türüydü.
Masumluğun, dişiliğin, doğurganlığın, simgesiydi.
Öyküsü Mitolojide böyle yer aldı.
Kum Zambakları kumsallarımızda yetişen bir çicek.
Maalesef nesli tükenmek üzere.
En büyük düşmanı inşaatlar.
Ve insanların koparması.
Oysa o kadar narinler ki.
Datça’da da büyük tehlike altındalar.
Sayıları günden güne azalıyor.
Ağustos ayı çiceklenme dönemi.
Ekim’e kadar ürüyorlar
Ve bu çiçeği koparmanın cezası 109 bin lira.
Yanlış okumadınız, tam 109 bin lira.
Ayrıca yurtdışına çıkarılması yasak.
Buna rağmen koparılıyorlar.
Datçalılar.
Datça’ya gelen konuklar.
Kum Zambaklarımıza sahip çıkalım.
Bu güzelim çiceği yok etmeyelim.
Unutmayalım ki;
Çiceklerin açtığı yerde, umutlar da yeşerir.

KIZ ÇOCUĞU


Cimon yaşlı, dik başlı, Roma İmparatorluğu'na kafa tutan bir adamdı.
Sert muhalefetiyle halkı etkiliyor, sözleriyle düşündürüyordu.
Saray susturulmasına karar verdi.
Tutukladılar.
Cezası ölümdü.
Ama bu ölüm farklı olmalıydı.
Cimon acı çeke çeke ölmeli, ızdırabı Roma topraklarında kulaktan kulağa yayılmalıydı.
Bir zindana kapattılar.
Açlıktan ölmesi için yemek verilmesini yasakladılar.

Ancak günler haftalar geçiyor, Cimon ölmüyordu.
Aksine her gün daha sağlıklı görünüyordu.
Bu işte bir iş vardı.
Hiç yemek yemeyen Cimon nasıl oluyor da açlıktan ölmüyordu?
Gardiyanlar gizlice zindandaki Cimon'u izlemeye başladılar.
Sonunda gerçek ortaya çıktı.
Cimon'un yeni doğum yapmış bir kız çocuğu vardı.
Adı Pero'ydu.
Her gün zindandaki babasını ziyaret ediyor, kapıya arkasını dönüyor ve sütüyle babasını besliyordu.
Gardiyanlar gördükleri manzara karşısında şaşkına dönmüştü.
Kız çocuğu resmen babasını emziriyordu.
Pero'nun bu fedakarlığı kısa sürede Roma sokaklarına, oradan da saraya ulaştı.
İmparatora yakın bir praetor(yargıç) bu olaydan çok etkilenmişti.
Önce sarayı ikna etti, sonra yargıçlar kurulunu toplayıp Cimon'un cezasını kaldırttı.
Üstelik Cimon ve kızı Pero devlet koruması altına alındı. 

Bu inanılmaz öyküyü MS 1.Yüzyılda yaşamış Romalı tarihçi Valerius Maximus yazdı.
Konu bir çok sanatçıya ilham kaynağı oldu.
Cimon ve fedakar kızı Pero'nun onlarca tablosu yapıldı.
En ünlüsü Peter Paul Rubens'in 1625'te bitirdiği paylaştığım tabloydu. 

Efendim,ne mutlu kız çocuğu olan babalara.
Tabi bana da.

KİM TAKAR İMPARATORU



Hey gidi Septimius Severus.
Sen ki, Roma'nın Afrika kökenli ilk imparatoruydun.
Sen ki, merkezde Akdeniz olmak üzere kuzeyde İngiltere, güneyde Yukarı Nil, Suriye, Anadolu ve Ermenistan’ı kapsayan devasa bölgenin tek hakimiydin.
60 milyon insan zorla sana biat ederdi.
Astığın astık, kestiğin kestikti.
Suriyeli güzel Lulia Domna ile yaşadığın aşk dillere destandı.
Her şehirde senin için yapılan zafer takları vardı.
Her kentte yazıtlar hep seni anlatırdı.
Heykellerinle doluydu her yer.
Ama bak sonunda ne oldu?
Sana methiyeler düzen bir yazıtı Antalya’nın Korkuteli ilçesindeki Kozağacı Camisi'nin avlusunda musalla taşı yaptılar.
Yine senin için dikilen anıtın bir sütununu da musalla taşının altına koydular.
Yüce Severus, gördün mü bak.
Yurdum insanının tarih bilinci bir yana ama her saltanatın bir sonu vardır.
Buna musalla taşları şahittir.

İRİŞ DEDE SULTANIM İRİŞ



Hey Karaburun.
Hey Homeros'un rüzgarlı Mimas'ı.
Anadolu'nun Dede Sultanı Börklüce Mustafa'nın yurdu.
Nergis'in ana vatanı.
Bir zamanlar nergisin kadar kıl keçilerinle de ünlüydün.
O keçilerin sütünden elde edilen mis kokulu peynirlerinle sofraların tadıydın.
Bak ne hale getirdiler seni.
Yenilebilir enerji diyerek her yere rüzgar enerji santralleri(RES) diktiler.
Avrupa'daki uygulamaların aksine meraları yok ettiler.
Daha birkaç yıl öncesine kadar sayıları 300 bini geçen keçiler bugün 28 binlere kadar düştü.
Süt ve peynir artık karaborsalık.
Bu gidişle yakında ne keçi kalacak, ne süt, ne peynir.
Sermaye son darbeyi vurmaya hazırlanıyor.
Karaburun yakında güneş enerjisi santrallerine(GES) de açılıyormuş.
Kalan meraları panellerle dolduracaklar.
Dolar uğruna, güzelim keçilerin canına okuyacaklar.
Ey Karaburunlular.
Ekho ve Narkissos aşkına.
Mis kokulu nergislerin aşkına.
Keçinin,sütün,peynirin aşkına.
"İriş Dede Sultanım İriş" deme zamanı gelmedi mi?
NOT: Karaburun keçileriyle ilgili ayrıntılı bir yazıyı Alakarga'da Ahmet Soysal 'ın kaleminden okuyabilirsiniz.

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...