Uzaklarda, çok uzaklarda sözde cumhuriyet ile yönetilen bir ülkede yaşandı bunlar.
Ülkeye yönetenler toplum üzerinde her türlü sosyal deneyi yaptılar.
Hayali düşmanlar yaratarak insanları birbirine düşürdüler; kin, korku ve şüpheyi toplumsal dokunun temeline işlediler.
Çoğunluk sustu.
Önce bir grup, sonra bir başkası susturuldu. Gözaltılarla, tutuklamalarla sessizlik yavaş yavaş normalleşti.
Baktılar güçlü bir karşı çıkış yok, baskıyı daha da artırdılar.
Demokrasi, insan hakları, adalet gibi kavramlar tek tek ellerden kayarken meydanlar boş, sesler ise ürkek ve cılızdı.
Milletvekilleri ve belediye başkanları görevlerinden alındı, bir avuç insan dışında kimse buna itiraz etmedi.
Oysa Jean-Paul Sartre, “Haksızlığa sessiz kalan, ona ortak olur” demişti.
Sessizlik bir başkaldırıyı değil, kabullenişi doğurdu. Laikliğe saldırılar artarken, doğaya hoyratça el uzanırken, emekçi hakları küçümsenirken; çoğunluk seyirci kalmayı tercih etti.
Zamlara karşı sustular, haklarına yönelik saldırılara karşı gözlerini kapadılar.
Antonio Gramsci'nin "sessiz çoğunluk" dediği bu kitle, bir şeylerin yanlış olduğunu fark etse bile harekete geçmeyi hep başkasından bekledi.
Bazıları da "ulu bir lider"in yolunu gözledi.
Sosyologların "toplumsal apati" diye tanımladığı bu durum, bireyin kendini büyük bir sistem içinde önemsiz görmesiyle açıklanabilir. Hannah Arendt'in "kötülüğün sıradanlığı" kavramında olduğu gibi, toplum, adaletsizliği ve haksızlığı kanıksamaya başladı. Oysa her bir birey, toplumsal dönüşümde aktif bir rol üstlenmek zorundadır. Aksi halde suskunluk, zamanla haksızlıkların bir ortağı haline gelir.
Şimdi herkes, "Bu ülke nasıl bu hale geldi?" diye soruyor. Ama bu sorunun cevabı siyasette değil, sosyolojinin derinliklerinde saklı.
Toplumun en büyük sorunu, dayanışmanın yerini bireyselliğin, eleştirinin yerini korkunun almış olmasıdır. Victor Hugo'nun dediği gibi, "Bir halkın çöküşü, vicdanının sessizliğinden başlar." Ve ne yazık ki, bu sessizlik bugün yankılandıkça, geleceği şekillendiren bir karanlığa dönüşüyor.
Direnenlerin, eleştirenlerin hep aynı insanlar olması tesadüf değil. Onlar, toplumu uyandırmaya çalışan vicdanın son çırpınışları. Ancak, bir toplumun kurtuluşu yalnızca birkaç kişinin mücadelesine bırakılamaz.
Sessizlik bir başkaldırıyı değil, kabullenişi doğurdu. Laikliğe saldırılar artarken, doğaya hoyratça el uzanırken, emekçi hakları küçümsenirken; çoğunluk seyirci kalmayı tercih etti.
Zamlara karşı sustular, haklarına yönelik saldırılara karşı gözlerini kapadılar.
Antonio Gramsci'nin "sessiz çoğunluk" dediği bu kitle, bir şeylerin yanlış olduğunu fark etse bile harekete geçmeyi hep başkasından bekledi.
Bazıları da "ulu bir lider"in yolunu gözledi.
Sosyologların "toplumsal apati" diye tanımladığı bu durum, bireyin kendini büyük bir sistem içinde önemsiz görmesiyle açıklanabilir. Hannah Arendt'in "kötülüğün sıradanlığı" kavramında olduğu gibi, toplum, adaletsizliği ve haksızlığı kanıksamaya başladı. Oysa her bir birey, toplumsal dönüşümde aktif bir rol üstlenmek zorundadır. Aksi halde suskunluk, zamanla haksızlıkların bir ortağı haline gelir.
Şimdi herkes, "Bu ülke nasıl bu hale geldi?" diye soruyor. Ama bu sorunun cevabı siyasette değil, sosyolojinin derinliklerinde saklı.
Toplumun en büyük sorunu, dayanışmanın yerini bireyselliğin, eleştirinin yerini korkunun almış olmasıdır. Victor Hugo'nun dediği gibi, "Bir halkın çöküşü, vicdanının sessizliğinden başlar." Ve ne yazık ki, bu sessizlik bugün yankılandıkça, geleceği şekillendiren bir karanlığa dönüşüyor.
Direnenlerin, eleştirenlerin hep aynı insanlar olması tesadüf değil. Onlar, toplumu uyandırmaya çalışan vicdanın son çırpınışları. Ancak, bir toplumun kurtuluşu yalnızca birkaç kişinin mücadelesine bırakılamaz.
Toplumun tüm bireyleri, sorumluluğu paylaşmayı öğrenmeden bu kısır döngüden kurtulamak ütopyadan başka bir şey değildir.
Ve şimdi o ülke halkı tek kurtarıcının kendisi olduğunun bilincine varmadan hala bir kurtarıcı bekliyor.