20 Ocak 2025 Pazartesi

TOPLUMSAL FELÇ VE SEYİRCİ KALMANIN BEDELİ


Uzaklarda, çok uzaklarda sözde cumhuriyet ile yönetilen bir ülkede yaşandı bunlar.
Ülkeye yönetenler toplum üzerinde her türlü sosyal deneyi yaptılar.
Hayali düşmanlar yaratarak insanları birbirine düşürdüler; kin, korku ve şüpheyi toplumsal dokunun temeline işlediler.
Çoğunluk sustu.
Önce bir grup, sonra bir başkası susturuldu. Gözaltılarla, tutuklamalarla sessizlik yavaş yavaş normalleşti.
Baktılar güçlü bir karşı çıkış yok, baskıyı daha da artırdılar.
Demokrasi, insan hakları, adalet gibi kavramlar tek tek ellerden kayarken meydanlar boş, sesler ise ürkek ve cılızdı.
Milletvekilleri ve belediye başkanları görevlerinden alındı, bir avuç insan dışında kimse buna itiraz etmedi. 
Oysa Jean-Paul Sartre, “Haksızlığa sessiz kalan, ona ortak olur” demişti.
Sessizlik bir başkaldırıyı değil, kabullenişi doğurdu. Laikliğe saldırılar artarken, doğaya hoyratça el uzanırken, emekçi hakları küçümsenirken; çoğunluk seyirci kalmayı tercih etti.
Zamlara karşı sustular, haklarına yönelik saldırılara karşı gözlerini kapadılar.
Antonio Gramsci'nin "sessiz çoğunluk" dediği bu kitle, bir şeylerin yanlış olduğunu fark etse bile harekete geçmeyi hep başkasından bekledi.
Bazıları da "ulu bir lider"in yolunu gözledi.
Sosyologların "toplumsal apati" diye tanımladığı bu durum, bireyin kendini büyük bir sistem içinde önemsiz görmesiyle açıklanabilir. Hannah Arendt'in "kötülüğün sıradanlığı" kavramında olduğu gibi, toplum, adaletsizliği ve haksızlığı kanıksamaya başladı. Oysa her bir birey, toplumsal dönüşümde aktif bir rol üstlenmek zorundadır. Aksi halde suskunluk, zamanla haksızlıkların bir ortağı haline gelir.
Şimdi herkes, "Bu ülke nasıl bu hale geldi?" diye soruyor. Ama bu sorunun cevabı siyasette değil, sosyolojinin derinliklerinde saklı.
Toplumun en büyük sorunu, dayanışmanın yerini bireyselliğin, eleştirinin yerini korkunun almış olmasıdır. Victor Hugo'nun dediği gibi, "Bir halkın çöküşü, vicdanının sessizliğinden başlar." Ve ne yazık ki, bu sessizlik bugün yankılandıkça, geleceği şekillendiren bir karanlığa dönüşüyor.
Direnenlerin, eleştirenlerin hep aynı insanlar olması tesadüf değil. Onlar, toplumu uyandırmaya çalışan vicdanın son çırpınışları. Ancak, bir toplumun kurtuluşu yalnızca birkaç kişinin mücadelesine bırakılamaz. 
Toplumun tüm bireyleri, sorumluluğu paylaşmayı öğrenmeden bu kısır döngüden kurtulamak ütopyadan başka bir şey değildir.
Ve şimdi o ülke halkı tek kurtarıcının kendisi olduğunun bilincine varmadan hala bir kurtarıcı bekliyor.

TRUMP VE DENALİ'NİN RUHLARI

Athabaskalar, Alaska’nın uçsuz bucaksız topraklarında yaşayan bir Kızılderili ulusu. 200 binden fazla nüfuslarıyla bölgenin en kalabalık halkı durumundalar. Yaşadıkları coğrafyada yükselen Denali Dağı, onlar için sıradan bir zirveden öte, kutsallığın ve doğaüstü bir gücün merkezi. Denali (Dghelaayce’e), Atabask dillerinde "büyük biri" anlamına geliyor ve mitolojilerinde ruhların mesken tuttuğu, atalarının seslerini yankılayan bir yer olarak anlatılıyor. 

Bu dağın çevresinde dönen efsaneler, doğanın kudretine ve insanın o kudret karşısındaki yerine dair derin dersler taşıyor. Bunlardan biri, hırsının bedelini ödeyen genç bir avcının hikayesidir. 

Bir zamanlar, kabilesinin bolluk içinde yaşadığı günlerde, bu genç avcı, avlanmayı yalnızca bir ihtiyaç olarak değil, bir güç gösterisi haline getirmişti. Avladığı hayvanların ruhlarına saygı göstermiyor, doğanın dengesiyle alay ediyordu. Ama her şeyin bir sınırı vardı. Avcının aşırılığı yüzünden topraklar bereketini yitirdi, hayvanlar bölgeyi terk etti ve kabile açlıkla sınandı. 

Kabilenin bilge şamanı, avcıyı uyararak şöyle dedi. 

Denali’nin ruhları seni izliyor. Eğer bu yaptıklarını telafi etmezsen, dağın öfkesi hepimizi yok edecek. Kutsal zirveye çıkmalı ve ruhlardan af dilemelisin.” 

Korku ve pişmanlık içinde, avcı Denali’nin zirvesine doğru yola çıktı. Yolculuk, hem fiziksel hem de ruhsal bir sınavdı. Kar fırtınalarının içinde yolunu kaybetti, açlık ve susuzlukla mücadele etti. Ancak doğaüstü işaretler ona yol gösterdi; rüzgarın uğultusunda hayvanların fısıltılarını duydu, yıldızların altında beliren bir ayının parıltısını gördü, bir kurt ise onun yol arkadaşı oldu. 

Zirveye ulaştığında, sessizliğin içinden ruhların sesi duyuldu. 

Hırsın, yalnızca seni değil, seni doğuran toprağı da yaraladı. Yaşam, paylaşım ve saygı üzerine kuruludur. Eğer değişirsen, biz de seni bağışlarız.” 

Avcı, bu sözlerin ağırlığı altında değişmeye söz verdi. Kabilesine döndüğünde, doğaya uyum içinde yaşamayı öğrendi. Sadece ihtiyacı kadar avlandı ve ruhların öğrettiği dengeyi kabilesine de aktardı. Çok geçmeden hayvanlar geri döndü, topraklar yeniden bereketle buluştu. O günden sonra Denali, Athabaskalar için sadece bir dağ değil, doğanın ve insanın uyumunun yüce bir sembolü oldu. 

1867 yılında Amerika Birleşik Devletleri, Alaska’yı Rusya’dan 7.2 milyon dolara satın aldı. Bu toprakların kalbindeki kutsal dağa ise 25. ABD Başkanı William McKinley’in adı verildi. Ancak Athabaskalar ve Alaska’nın yerli halkları, kutsallarını korumak için asla vazgeçmedi. 2015 yılında, yıllar süren mücadelelerin ardından dağın adı resmen "Denali" olarak iade edildi. 

Ne var ki, ABD’nin yeni başkanı Donald Trump, az önceki yemin konuşmasında dağın adını yeniden “McKinley” yapacağını duyurdu. 
Bir halkın inancını, kültürünü hiçe sayan bir liderin, ülkesine ve dünyaya barış ya da adalet getirebileceğine inanabilir miyiz? 
Ne demişti yaşlı şaman genç avcıya. 

"Doğaya karşı hırsın, sadece kendine zarar verir. Yaşam, paylaşım ve saygı üzerine kuruludur.”

Öne çıkan

NE GÜLÜP DURUYORSUN TERBİYESİZ PAPAĞAN?

Asırlar evvel, Libya 'nın sıcak ve sessiz topraklarında bir adam yaşardı. Adı Apsethus ’tu. Derin bir yalnızlıkla çevrili bu...