28 Şubat 2025 Cuma

BİR EFSANE, BİR ŞİİR VE ÇÖZÜLEMEYEN BİR BİLMECE

Empedokles Antik Çağ'ın çılgın filozoflarından biriydi.
Dört temel unsur teorisini (hava, su, toprak, ateş) geliştiren ilk düşünürlerdendi.
Ayrıcalıklı insanların bir gün tanrılaşacaklarına inanıyordu.
Kahinler, ozanlar, hekimler ve krallar ilahi varlıklardı. Kendisi de. Onun bu tanrılaştırılma umudu efsanelere bile konu oldu.

Söylenceye göre, Empedokles, hekimlerin ölüme terk ettiği Pantheia adlı bir kadına felsefesiyle yeniden hayat vermişti. Bunun üzerine olağan üstü güçleri olduğuna  inanıp Etna Yanardağı'na çıkmış kendisini kratere içindeki lavların arasına bırakmıştı.

"Artık atmayacak bu yürek; canlı bir insandın sen, Empedokles, ama artık değilsin!
Artık yalnızca bir solukta yutan alevden bir düşüncesin, çırılçıplak, sonsuzca huzursuz bir zihinsin!
Her şey, vücut bulduğu köklere geri döner, bedenimiz toprak olur, kanımız su, ısımız ateş, soluduğumuz hava.
Ahenkle doğanlar, ahenkle ölürler.
Peki ya zihin?"


Bu dizeler, yalnızca bir filozofun fiziksel ölümüne değil, aynı zamanda zihnin sonsuz sorgusuna açılan bir kapıdır. İngiliz şair Matthew Arnold’un dile getirdiği bu satırlar, Empedokles’in trajik sonunu yalnızca bir efsane olarak anlatmaz, aynı zamanda insanın varoluşsal yalnızlığını, doğa ile olan kaçınılmaz ilişkisini ve bilincin ölüm sonrası akıbetini sorgular.

Empedokles, felsefesini dört temel unsurun (hava, su, toprak, ateş) döngüsel hareketi üzerine kurmuştu. Doğadaki her şeyin bu elementlerden türediğini ve sonunda onlara geri döneceğini savunuyordu. Arnold’un şiirinde de bu görüş kendisini gösterir. İnsan bedeni dağılıp doğaya karışır, her şey başladığı yere döner. Ama asıl soru şudur: Zihin nereye gider?
Arnold’un Empedokles’i, fiziksel dünyanın katı yasalarını kabullenirken, zihnin akıbeti konusunda bir belirsizlik içindedir. Bu, yalnızca bir bireyin ölümüyle ilgili değildir. Bu, insanlığın en büyük varoluşsal sorularından biridir. Bedenin elementi toprağa, suya, ateşe ve havaya dönüşürken, insanın düşünceleri, arzuları, korkuları, hayalleri ne olur?
Bu soru, çağlar boyunca pek çok filozof ve edebiyatçı tarafından ele alındı. Platon, ruhun bedenden bağımsız bir varlık olduğunu savunurken, Lucretius gibi Epikürcüler, bilincin de bedenle birlikte yok olduğunu ileri sürdü. Arnold’un şiirinde ise, Empedokles’in zihni ölümü kabullenirken bile huzur bulamaz; "çırılçıplak, sonsuzca huzursuz" bir varlık olarak tasvir edilir. Bu, belki de modern insanın bilim ve rasyonalitenin ışığında bile içinden çıkamadığı bir bilmece.

Empedokles’in efsanevi ölümü, Etna Yanardağı’nın alevleri arasında kayboluşu, onun ilahi bir varlık olduğu iddiasıyla birleşir. O, kendisini tanrı olarak mı görmüştü, yoksa yalnızca insanın doğayla birleşerek sonsuzluğa karışacağını mı düşünüyordu?
Arnold’un şiiri, bu efsaneye trajik bir boyut katar. Empedokles, bir tanrı olmadığını biliyor olabilir, ancak yine de insani varoluşun sınırlarını aşmaya çalışır. Alevlerin içinde eriyerek, doğanın kendisiyle bütünleşmeyi seçer. Fakat burada ironik bir gerçek saklıdır. Onun ölümü, bir yüceliş değil, bir kayboluştur. Eğer gerçekten tanrı olsaydı, fiziksel dünyaya tabi olmazdı. Ama sandaletinin Etna’nın yamacında bulunması, onun insan oluşunun son kanıtı gibiydi.
Arnold, Viktorya döneminin entelektüel bunalımını ve modern insanın inanç krizini yansıtan bir şairdi. Empedocles on Etna şiirinde ele aldığı varoluşsal sorgular, yalnızca Antik Yunan filozoflarıyla sınırlı değildi.  Bunlar, Tanrı’nın ölümünün ilan edildiği, bilimsel ilerlemelerin metafiziksel düşünceleri sorguladığı bir dönemin yansımasıydı
Bu bağlamda, Empedokles’in kendini ateşe bırakışı, yalnızca bir bireyin trajedisi değil, modern insanın Tanrı ile olan bağının kopuşunun da bir metaforudur. Eskiden doğa ve tanrılar arasında bir bütünlük hisseden insan, artık bilinmezliğin içinde kaybolmuş bir zihin

Arnold’un sorusu hala yanıtlanmayı bekliyor: Peki ya zihin? Eğer insan bedeni doğanın unsurlarına geri dönüyorsa, bilinç nereye gider? Bir düşünce, bir hatıra, bir duygu, bunlar fiziksel dünyanın içinde yok olup gider mi, yoksa başka bir düzlemde yaşamaya devam mı eder?
Empedokles’in trajik sonu, belki de yalnızca onun değil, tüm insanlığın kaçınılmaz kaderini gösteriyor. Bir gün hepimiz doğanın içinde eriyip gideceğiz. Fakat zihnimiz?
Onun kaderi hala belirsiz, hala huzursuz, hala sonsuzluk içinde bir cevap arıyor.

26 Şubat 2025 Çarşamba

MEDENİYET DEDİĞİN TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR


Gazze, bir zamanlar çocuk kahkahalarının yankılandığı sokaklarıyla, annelerin ninniler fısıldadığı evleriyle, yaşlıların bilgeliğini paylaştığı avlularıyla insana ait olanın bir yansımasıydı. Şimdi ise, gökyüzü ölümle örtülü, taşlar mazinin hatıralarını haykırıyor, enkazların altında bir kültürün çığlığı var.
On binlerce masum can, savaşın kör karanlığında yitip giderken, dünya, vahşetin soğukkanlı bir seyircisine dönüşüyor. Vicdan, pazarlık konusu ediliyor; ahlak, küresel bir pazarda satılığa çıkarılmış bir mal gibi.
Bir çocuk enkazın altında son nefesini verirken, başka bir yerde, yüksek kulelerin gölgelerinde insanlar bu ölümler üzerinden kar hesapları yapıyor. ABD Başkanı Trump, yapay zeka görselleriyle Gazze’nin geleceğini bir rant alanı olarak tasvir ediyor. Üstelik bir kare var ki, insanın kanını donduruyor: Trump ve Netanyahu, Gazze’nin harabelerinde, bir havuz başında güneş banyosu yapıyor. Bir zamanlar çocukların oynadığı sokaklarda şimdi ölümün soğuk nefesi dolaşırken, bu sahte cennet tabloları hangi akılla, hangi vicdanla resmediliyor?
Aristoteles, “İnsan, doğası gereği erdemli olmaya yönelir,” der. Fakat bugün, erdemin sesi bastırılmış, insanın doğası kirletilmiş gibi. Eğer insanoğlu, bir harabenin ortasında kendi eğlencesini inşa etmeye cüret ediyorsa, medeniyet dediğimiz şey, yalnızca bir yanılsamadan mı ibaret?

Gazze’de çocukların gülüşleri yerini sessiz ağıtlara bırakırken, dünya hangi noktada bu kadar körleşti? Empatinin öldüğü, adaletin susturulduğu, ahlakın yerle bir olduğu bir çağda, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından biri yazılıyor.
Ne zaman ki bir insanın acısı, diğerinin kar hırsına kurban edilmez, ne zaman ki yıkımın yerine umut inşa edilir, işte o zaman insanlık küllerinden yeniden doğacaktır. Çünkü Herakleitos’un dediği gibi: “Aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız.” Belki de insanlık, bu çürümüş düzenin sularında kaybolduğunu kabul edip, vicdanın temiz sularında yeniden yıkanır.
"Hiçbir ordu, zamanı gelmiş bir fikrin karşısında duramaz" demişti Victor Hugo. Eğer bugün Gazze’nin enkazlarında, aç bir çocuğun gözlerinde, yetim kalmış bir bebeğin sessiz çığlığında insanlık utancı görüyorsa, belki de bir şeyler değişebilir.
Ne zaman ki insanlar, kayıtsız kalmanın da bir suç olduğunu anlar…
Ne zaman ki savaşın mağdurlarına yalnızca rakamlar olarak bakmaktan vazgeçer…
Ne zaman ki yıkımın yerine vicdanı koyar, nefreti değil sevgiyi besler…
İşte o zaman insanlık, küllerinden yeniden doğacaktır. Ve belki de bir gün, Gazze’nin sokaklarında yeniden çocuk kahkahaları yükselecek, çünkü "Gece ne kadar karanlık olursa olsun, güneş doğmak için bekler."

23 Şubat 2025 Pazar

KOPMUŞ BEDENLER KAYBOLAN HAYATLAR


Onlar, artık eksik olan bedenleriyle savaşa geri dönen adamlar… Kolları ve bacakları kopmuş, ama ruhları hala ayakta. Et ve kemikten yoksun kaldıkları her santimetre, kararlılıkla doldurdukları bir boşluk. Çünkü savaş, yalnızca mermilerle delik deşik olmuş bedenleri değil, ruhları da törpülüyor. Ve onlar, kaybettikleri her uzuvla daha da eksilmelerine rağmen, savaştan geri adım atmayı kendilerine yediremiyor.

Cephede yankılanan patlamalar, göğe yükselen duman, kurşunların ıslık gibi vızıldadığı ölümcül bir melodi... Zaman, Ukrayna topraklarında kanla yazılmış bir döngüye sıkışıp kalmış gibi. Üç yıl boyunca, her yeni gün, yeni kayıpların habercisi oldu. 46.000 asker toprağa düştü, 380.000’i sakat kaldı. Ama asıl dehşet, bu rakamların ötesinde saklı. Kopmuş bacakların, parçalanmış kolların, boşluğa bakan gözlerin ardında yatan hikayeler gerçek trajedi.

Savaş, insanın sadece bedenini değil, zihnini ve kalbini de parçalara ayırır. Ve bu adamlar, cepheye döndüklerinde, sadece bir düşmana değil, bir gölgeye, bir hayalete karşı savaşıyorlar,
kendi kayıplarının, eksikliklerinin ve hayatta kalmanın ağırlığının yarattığı bir hayalete.

Bazıları savaş alanına koltuk değnekleriyle dönüyor, bazıları protez bacaklarla. Ellerini kaybedenler, silahları tutamayınca onları kullanmayı öğrendikleri her yeni yöntemle baştan yaratıyorlar kendilerini. Çünkü onlara göre savaş, bir çift el ya da sağlam bacaklarla verilecek bir mücadele değil, iradenin en büyük sınavı. “Kollar ve bacaklarla dövüşmek herkesin yapabileceği bir şeydir,” diyor içlerinden biri. “Onlarsız dövüşmek ise bir meydan okumadır.”

Ancak her biri hemfikir. Savaş bittiğinde, bu lanetli üniformayı bir daha giymeyecekler. Çünkü hiçbiri asker olarak doğmadı. Onlar, sevdiklerini, ailelerini, çocuklarını korumak için silah kuşanan sivil insanlar. Fakat savaş onları kendine hapsetti; ölüm onları almadan, yaşam onları bırakmadı.

Ve savaş… Bitmek bilmeyen savaş, eksik uzuvları, kopmuş bedenleri, kaybolan hayatları unutarak devam ediyor. Ölüm, bir istatistik; acı, bir alışkanlık; kayıp, bir kader artık. Dünya sessizce izlerken, onlar savaşın derin yaralarını vücutlarında taşıyor, toprağa düşene dek savaşmaya devam ediyorlar.
Kaynak: The Independent

22 Şubat 2025 Cumartesi

1845'TEN 2025'E... PATATESİN ACI ÖYKÜSÜ

Yıl 1845.
Gökyüzü kurşuni bir örtü gibi İrlanda’nın üzerine kapanmıştı. Toprak, bir zamanlar bereket fışkırtan bağrında, şimdi ölüm sessizliği taşıyordu.
Tarihe "Büyük Kıtlık" diye geçen dramda İrlanda halkı, sofralarını süsleyen, karınlarını doyuran patatesin acımasız bir hastalığa kurban gittiğini gördü. Phytophthora infestans adı verilen bir mantar, tarlalarda kök salmıştı ve kısa sürede yalnızca patatesleri değil, umutları da çürütmüştü. İnsanlar artık patates yerine yosun, çimen ve çürümüş lahana yapraklarını yemeye çalışıyordu. Açlık, koca ülkeyi kemiren bir canavara dönüşmüştü.
İngiliz krallığı, güya yardım olarak mısır getirmişti ama toprağı patates için yaratılmış İrlanda’da bu yeni mahsul kök bile salamadı. Hastalık ve açlık, tifo ve kolera gibi belaların kapısını araladı. Yardım merkezleri insan kalabalığıyla doldu, ancak ne bir çare vardı ne de bir çıkış yolu. Açlıktan ölenlerin sayısı 1 milyona ulaşmıştı.

İşte tam da bu zamanlarda, beklenmedik bir yerden, Osmanlı topraklarından bir ışık belirdi. Padişah Sultan Abdülmecid, İrlanda halkının çaresizliğini duyduğunda, hiç düşünmeden beş bin pound yardım etmeye karar verdi.
Bu, İngiltere Kraliçesi’nin yaptığı yardımdan iki kat fazlaydı. Osmanlı Devleti o dönemde kendi sıkıntılarıyla boğuşsa da, insanlık namına bir el uzatmak gerektiğine inanmıştı. Ancak İngilizler, kendi tebaalarına yapılan bu yardımı kendileriyle kıyaslanır bir hale getirmeye çalışarak, Osmanlı’dan miktarı bin pounda indirmesini rica ettiler. Padişah, belki bu ricayı kabul etti ama gönlü daha fazlasını yapmak istiyordu. Bu yüzden altınlarla birlikte üç yelkenli gemi hazırlatıldı. Gemiler patates, ilaç ve tohum doluydu. Osmanlı’nın cömert eli, denizleri aşarak İrlanda’ya uzanıyordu.

Ancak bu merhamet dolu yardım, İngiliz hükümetinin engeline takıldı. Osmanlı gemileri Dublin Limanı’na yanaşamayacak, yüklerini boşaltamayacaktı. Ama deniz insanları vazgeçmezdi. Açlıktan kemikleri sayılan İrlandalıların umudu olmuşlardı bir kere. Gemiler, 30 mil uzaktaki Drogheda Limanı’na yöneldi ve yardım burada dağıtıldı. Patates dolu çuvallar, yoksul insanların ellerinde yeni bir hayatın anahtarı gibi duruyordu.
İrlandalılar bu iyiliği hiç unutmadı. Teşekkür mektupları Osmanlı sarayına ulaştı. Ama asıl vefaları, Drogheda kasabasının armasına ay yıldızı eklemek ve kentin takımı Drogheda United kulübünün formasına da ay yıldız koymak oldu.

Yıl 2025
180 yıl önce açlık içindeki bir ulusu patates ile hayata döndüren bu ülke şimdi patates kriziyle sarsılıyor. Üretici artan mazot ve gübre fiyatları nedeniyle patatesi satamıyor. Binlerce ton patates tarlada, ya da depolarda çürümeye terk edilmiş durumda. Toprak Mahsulleri Ofisi de çiftçinin elindeki patatesi almıyor. Sonuçta halk en ucuz patatesi pazardan 25 - 30 liradan bulabiliyor.
Ne demişti AKP Genel Başkanı.
"Nereden Nereye"

20 Şubat 2025 Perşembe

İŞTE DİPLOMA


MS 1. yüzyılda Anadolu’nun toprak kokan köylerinden birinde, yoksulluk içinde büyüyen Gemellus adında bir çocuk vardı. Çamura bulanmış ayaklarıyla tarlalarda koşarken ne büyük bir savaşçı olacağını, ne de adı binlerce yıl sonra anılacağını bilemezdi.

Gençlik çağına eriştiğinde, ekmek aslanın ağzında değil, doğrudan lejyonların elindeydi. O da kılıcını kuşandı, Roma'nın Ege'deki askeri birliklerine katıldı. Kimi zaman kılıçlarla boğuştu, kimi zaman düşman okları ensesinde ıslık çaldı. Tam 25 yıl boyunca Roma İmparatorluğu’na hizmet etti. Onun için kan, ter ve gözyaşı döktü. Ve nihayetinde, savaş meydanlarından emekliye ayrıldığında, Roma ona bir ödül sundu: Bronz bir diploma!

Bu diploma, yalnızca bir parça metal değildi; aynı zamanda Roma vatandaşı olmanın ve birçok sosyal haktan faydalanmanın anahtarıydı. O dönemde diploma kazanmak için yıllarca mücadele etmek gerekiyordu. Çünkü diploma, bir şerefin, emeğin, çabanın simgesiydi. Öyle kolayca var edilmezdi, uydurulmazdı.

Aradan 2000 yıl geçti,  Gemellus’un diploması Amerika’da ortaya çıktı! Türkiye, bu tarihi belgeyi vatanına geri getirmek için hemen harekete geçti. Büyük çabalar sonucunda, bugün Antalya Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor.

Bir diploma, ne kadar eski olursa olsun, gün yüzüne çıkmanın bir yolunu bulur. Eğer gerçekten varsa, er ya da geç bir yerlerden ortaya çıkar.

Ya yoksa?
İşte onu arkeologlar bile bulamaz.

SONSUZLUĞUN MOR ÜLKESİ


Tarih boyunca renkler yalnızca doğanın bir parçası değil, aynı zamanda medeniyetlerin ve kültürlerin taşıyıcısı oldu.
Bunlar arasında mor, ihtişamı, gizemi ve asilliği temsil eden özel bir renkti. Tarih sahnesinde kralların, imparatorların ve ruhani liderlerin tercih ettiği bir ton olmasının yanında, edebiyat dünyasında da melankolinin, tutkuların ve düşlerin rengi olarak kendine yer buldu.

Antik çağlarda mor, yalnızca en ayrıcalıklı kişiler için ulaşılabilir bir renkti. Fenikeliler tarafından MÖ 1500’lerde keşfedilen ve "Tyrian Moru" olarak bilinen bu renk, deniz salyangozlarından elde edilen son derece kıymetli bir boyaydı. Bir gramı için binlerce salyangoz gerekiyordu ve bu durum moru, Roma İmparatorluğu’nda yalnızca senatörler ve imparatorların giyebildiği bir statü simgesi haline getirdi.

Bizans İmparatorları morun önemini daha da ileri taşıdı. "Porphyrogennetos" yani "Mor Oda’da Doğan" unvanı, kraliyet soyundan gelenlerin yalnızca bu renkle ilişkilendirilen özel bir odada dünyaya gelmesini ifade ediyordu. Mor, aynı zamanda kilise ve ruhban sınıfı için de kutsallığın rengi olarak kabul edilerek piskoposların cüppelerinde kendine yer buldu.

Edebiyat dünyasında mor, çoğunlukla gizemli ve derin anlamlar taşıyan bir renk olarak görüldü. Romantik akımın önde gelen şairleri moru, düşlerin ve ruhsal derinliğin bir ifadesi olarak kullanıldı. Lord Byron, Edgar Allan Poe ve Baudelaire’in şiirlerinde mor, karanlık tutkuların ve melankolinin sembolü olarak sıkça karşımıza çıkar.

Modern edebiyatta ise mor, özgürlüğü ve bireyselliği temsil eden bir renge evrildi. Alice Walker’ın Pulitzer ödüllü "The Color Purple" (Mor Renk) adlı romanı, siyahi kadınların mücadelelerini ve içsel yolculuklarını morun anlam dünyası içinde ele alır. Mor, burada hem acının hem de umudun bir simgesi olarak işlenir.

Bugün mor, hala asaletin, zarafetin ve farklılığın bir simgesi olmaya devam etmekte. Sanatta ve modada, sıra dışılığı ve sofistike bir estetiği temsil ediyor. Aynı zamanda ruhsal dinginlik ve mistisizm ile ilişkilendirilen bu renk, çağdaş edebiyatta ve şiirde de bireyselliği ve özgünlüğü simgelemekte.

Antik dünyanın ihtişamlı renklerinden biri olarak doğan mor, edebiyat dünyasında da melankoliyle, derin tutkularla ve özgürlükle bütünleşti,  hem kralların hem de şairlerin vazgeçilmez rengi oldu.
Ne güzel diyor Adnan Yücel.

Bir tabak yaşam istiyoruz garson.
Şöyle zulümsüz köşesinden.
Biraz umut, bir bardak da mutluluk.
Ama sonsuzluğun mor ülkesinden.”

Ya Hasan Hüseyin Korkmazgil.

"Sevdim gelin morunu
sevdim şiir morunu
moru sevdim tomurcukta
moru sevdim memede
ve öptüğüm dudakta
ama sevmedim, hayır
iğrendim insanoğlunun
yağlı ipte sallanan morluğundan!"

18 Şubat 2025 Salı

SANATIN ASİ DEHASI

Rönesans’ın en büyük heykeltıraşlarından biriydi Michelangelo. Sanatın ışığını yoksulluk içinde büyüdüğü çocukluk yıllarından itibaren içinde taşıdı. Ressam, heykeltıraş ve mimar olarak iz bıraktı.

1501 yılında başladığı Davut heykelini üç yıl içinde tamamladı. Mermerden yontulmuş bu muhteşem eser, insan bedeninin ve ruhunun kusursuz bir ifadesiydi. Rönesans heykel sanatının en görkemli örneklerinden biri olarak kabul edildi. Ancak, Floransa’nın katı gözlemcileri arasında itiraz edenler de vardı.

Heykel sergilendiğinde, Floransa’nın ileri gelen papazlarından biri, ’un burnunun fazla büyük olduğunu söyledi. Küçültülmesini istedi. Michelangelo, bu isteği sessizce kabul etti. Eline bir avuç mermer tozu aldı ve çekiçle merdivenlere çıktı. Papaz aşağıda nefesini tutmuş izliyordu. Michelangelo, çekiçle vuruyormuş gibi yaparken elindeki tozdan azar azar yere serpiyordu. Bir süre sonra papaza döndü:

Şimdi nasıl oldu?”

Papaz memnuniyetle başını salladı. 

Tamam, şimdi çok daha iyi.”

Michelangelo gülümsedi, elindeki tüm mermer tozunu papazın üzerine serpti ve merdivenlerden indi. Davut’un burnu ise en baştaki haliyle kalmıştı.

Bu, onun sanatına olan bağlılığının, başkalarının dayatmalarına karşı duyduğu direncin küçük ama etkili bir ifadesiydi.

Yıl 1534…
Michelangelo, Vatikan’daki Sistina Şapeli’nin tavanını ve duvarlarını boyamak için işe koyuldu. Yedi yıl boyunca sabır ve tutkuyla çalıştı. Dini motiflerle şapelin duvarlarına renk kattı, cenneti ve cehennemi aynı dehşet verici gerçeklikle resmetti.

Ancak özellikle Kıyamet Günü tablosu, dönemin muhafazakâr din adamlarını rahatsız etti. Papa IV. Paulus, çıplak figürlerin bir ibadet mekânında yer almasını uygun bulmuyordu. Onları giydirmesi için Michelangelo’ya baskı yapıldı.

Büyük sanatçı, bu baskıya tarihe geçen şu cevabı verdi:

Bu küçük bir mesele ve kolaylıkla uygun hale getirilebilir. Papaya söyleyin, önce yaşadığımız bu dünyayı uygun ve yaşanılır bir hale getirsin, sonra bu tablo da aynı uygunluğa girecektir.”

Sanatın en büyük direnişi burada yatıyordu. Güce, dogmalara, baskılara boyun eğmemek… Sanatçının elleriyle yarattığı bir dünyada özgürlüğünü koruyabilmesi…

Michelangelo, tam 454 yıl önce bugün, 18 Şubat 1564’te, 89 yaşında hayata gözlerini yumdu. Floransa’daki Santa Croce Kilisesi’nde, Dante Anıtı’nın yanında sonsuzluğa uğurlandı.

Ama eserleri hâlâ dimdik ayakta… İtalya’nın dört bir yanında, zamanın ellerine meydan okuyarak sergilenmeye devam ediyor. Her bakan, onun mermerde saklı ruhunu, tuvaldeki direnişini görebiliyor.

Sanatçının özgürlüğü ve cesareti… Keşke herkesin ilham alabileceği bir miras olsa.

16 Şubat 2025 Pazar

GAZZE'NİN HAYAL SATICILARI


Gazze’nin sokaklarında yankılanan çığlıklar, enkaz altında kaybolan hayatlar, kaybolan çocukların isimleri… Tüm bunlar, dünya için artık sadece rakamlardan ibaret. Ama bazıları için çok daha fazlası: Kârlı bir yatırım fırsatı.

Bir zamanlar insanların sokaklarında kahkahalarla yürüdüğü, avlularında çay içip gökyüzünü izlediği bu kadim şehir, şimdi kağıt üstünde yeniden çiziliyor. Fakat bu kez burayı var edenlerin değil, buraya konmaya hazırlananların kaleminde.

ABD Başkanı Donald Trump, birkaç gün önce mikrofonun başına geçti ve sanki büyük bir müjde verdi: Gazze, “Orta Doğu’nun Rivierası” olacakmış! O güne kadar bombalarla yerle bir edilen şehir, şimdi gökdelenlerle donatılacak, ultra modern teknoloji merkezleriyle doldurulacakmış. Üstelik bu, “hiçlikten refaha dönüş” olacakmış!

Ne büyük lütuf!
Yıllardır açlık, ölüm ve savaş içinde yaşayan bir halk, nihayet modern bir hayatın parçası olabilecek. Tabii, bir şartla: Bu topraklar, artık onlara ait olmayacak.

Trump’ın rüya gibi sunduğu bu vizyonun mimarları arasında Benjamin Netanyahu’nun da olduğu ortaya çıktı. Meğer İsrail, Gazze’yi kimin alıp kimin satacağını önceden belirlemiş. Yapay zekâ destekli muhteşem görüntülerle, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun aylar önce “Gazze 2035” projesini sunduğu öğrenildi. O görsellerde Gazze, artık bir Filistin şehri değil, dev bir ticaret merkezi, yatırımcıların rüya destinasyonu, bir nevi satılık vatan.

Ve tabii ki bu planda, Filistin halkının kendisine yer yok.

Peki bu yeni düzende Gazzeliler nerede olacak? Talan edilmiş şehirleri, bombalanmış evleri, yerle bir edilmiş anıları ne olacak?

Bunun cevabını Trump ya da Netanyahu vermiyor. Ama verdikleri mesaj çok açık: Burası artık sizin değil.

Filistin halkı bombalarla yerinden edilirken, onların evleri gökdelen projelerinin temel kazıklarına dönüşüyor. Anıları, mega şehirlerin otoparkına gömülüyor. Ve tüm bunlar, “barış” ve “kalkınma” adı altında sunuluyor.

Ancak herkesin unuttuğu bir şey var: Bir halk, vatanını kaybedebilir ama hafızasını asla kaybetmez.

Onlara yıkıntılar bırakabilirsiniz, ama o yıkıntıların içinde yeşeren bir mücadele ruhunu yok edemezsiniz. O yüzden, Gazze’nin üstüne çizilen bu yeni haritaların, kimseye kalıcı bir huzur getirmeyeceği çok açık.

Ve tarih bize bir şeyi defalarca gösterdi: Parayla satılan toprak, kanla geri alınır.

15 Şubat 2025 Cumartesi

ANA TANRIÇANIN KENTİNİ RANTA KURBAN EDECEKLER


Ege'nin bereketli topraklarında, İzmir'in dağlarıyla çevrili bir vadi vardı. Bu vadinin ortasında, rüzgarın eski tanrılardan mesajlar taşıdığı, kuşların tanrılara adanmış şarkılar söylediği bir kent yükseliyordu: Metropolis.
Efsaneye göre, bu kent bir tanrıça tarafından kutsanmıştı. Göğü delen kayalıkların zirvesinde, Ana Tanrıça Kybele hüküm sürerdi. O, toprağın ve doğanın hakimi, bereketin ve yaşamın kaynağıydı. Geceleri vahşi hayvanlarla birlikte dolaşır, ormanların gölgelerinde yankılanan davullar, onun varlığını müjdelerdi.
Bir gün, uzak diyarlardan bir kahraman bu topraklara ulaştı. Adı Metros idi. Onun Apollon’un oğlu olduğu, güneşin parlak ışıkları altında doğduğu söylenirdi. Kybele’nin kutsal vadisine vardığında, tanrıçanın ruhunu hisseden Metros, burada bir şehir kurmaya karar verdi. “Burası, tanrıçanın şehri olacak” dedi. “Onun adı sonsuza dek burada yankılanacak.”
İlk taşlar döşendi, tapınaklar inşa edildi. Her sütun, Kybele’ye bir dua gibi yükseldi gökyüzüne. Ve zamanla, bu şehir Dionysos’un neşesiyle doldu. Şarap tanrısının takipçileri, tiyatrolarda dans ediyor, şenlikler düzenliyor, Metropolis’in adını göklere çıkarıyordu.

Fakat bu kutsal kent, yalnızca insanlara ait değildi. Rivayete göre, Amazonlar, yani savaşçı kadınlar da bu topraklara gelmiş, tanrıçaya bağlılık yemini etmişti. Onların atlarını sürerek vadide kaybolduğu, geceleyin ay ışığında nehir kıyısında kılıçlarını bileyledikleri söylenirdi.
Yüzyıllar geçti, kent kralların, filozofların ve şairlerin yuvası oldu. Fakat her fısıltıda, her eski duvarda, Kybele’nin adı hala yankılanıyordu. Güneş her doğduğunda, rüzgâr vadinin içinden geçerken eski çağların öyküsünü anlatmaya devam ediyordu. Ve Metropolis antik kenti, tanrıların ve kahramanların gölgesinde, efsanelerin sonsuzluğuna adını yazdırdı.

Efsanelere adını yazdıran bu antik kent, rant uğruna yok sayıldı. Olay gerçekten düşündürücü. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Belçikalı Collinet ailesinin sahibi olduğu Carmeuse Grup bünyesinde olan Kimtaş Kireç Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi'nin Torbalı’da açmak istediği yeni ocak için ÇED başvurusu yaptı. Toplam 30 hektar alanda patlatma yöntemiyle taş çıkarılacak.

Metropolis antik kenti maden sahasına çok yakın ve patlamalardan olumsuz şekilde etkileneceği bilim insanları tarafından dile getirildi. Buna rağmen bu kentin 271 sayfalık ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) raporunda
adı bile geçmedi. Adeta hiç yokmuş gibi davranıldı.
Yani, 5000 yıllık bir tarih ve kültür hazinesi rant uğruna görünmez yapıldı.
Kybele’nin gölgesi hâlâ vadide mi dolaşıyor, yoksa sonsuza dek susturulacak mı bilinmez.
Bölge halkı isyanda.
Diyorlar ki, direneceğiz ve rüzgar sonsuza kadar  Metropolis’in efsanesini anlatmaya devam edecek.

KADERE BOYUN EĞME

Bir zamanlar, baharın gelişini müjdeleyen en güzel çiçeklerden Anemon, bir aşkın ve bir kaybın sembolüydü.
Mitolojide, bu narin çiçek, güzellik tanrıçası Afrodit ile yakışıklı avcı Adonis’in hüzünlü hikayesinden doğmuştu.
Adonis, ormanda avlanırken bir yaban domuzu tarafından yaralandığında, Afrodit hızla sevdiğinin yanına koşmuş, ancak yetişememişti. Adonis’in kanı toprağa karışırken, Afrodit’in gözyaşları da onun üzerine yağmıştı. Tanrılar, bu büyük aşkın anısına, kan ve gözyaşlarının birleştiği yerde mor ve kırmızı anemon çiçeklerini filizlendirdi.
O günden sonra anemonlar, baharın ilk ışıklarıyla açarak aşkın hem güzelliğini hem de kaybedişin kaçınılmaz hüznünü hatırlattı. 
Hafif bir rüzgar estiğinde eğilip bükülmeleri, sanki Afrodit’in hala Adonis’in adını mırıldandığını işaret ederdi.
Sanki kadere bir boyun eğmeydi bu.
İşte bu yüzden, bu fotoğraftaki mor anemon da boynunu eğmiş duruyor. Belki de bir zamanlar yaşanmış bir aşkın izlerini taşıyor. Belki de Afrodit’in hiç dinmeyen gözyaşlarıyla ıslanmış gibi, sessizce fısıldıyor.

Aşk güzeldir, ama her bahar yeniden doğsa da, her zaman solmaya mahkumdur.”

12 Şubat 2025 Çarşamba

GAZZE'DE SON AKŞAM YEMEĞİ


Cebaliye, Gazze, 2025
Gökyüzü gri. Bombalanmış binaların isli duvarları arasında soğuk bir rüzgar esiyor. Sokakta, çadırların arasından yükselen duman, pişen yemeğin kokusuyla karışıyor. Menüde un çorbası, patates kızartma ve kuru ekmek var.

Yusuf, küçük elleriyle annesinin pişirdiği çorbanın sıcaklığını avuçlarında hissetmeye çalışırken, gözlerini babasına dikti. Babası, elindeki ekmek kırıntılarını bölüştürüyordu. Yaşlı gözleri, yorgun dudakları vardı. Birkaç gün önce gürültüyle çöken apartmanlarının enkazına bakarken de aynı gözlerle susmuştu.

Annesi, çorba kazanını ateşin üzerinden dikkatlice aldı. Kızı Amina’ya döndü.

Hadi kızım, amcanlara da götürelim, onlar sabahtan beri bir şey yemediler.”

Amina, elindeki ufak metal kaseye çorba doldurdu. Dizlerinin titrediğini hissetti ama annesine belli etmemeye çalıştı. Çadırların arasından geçerken, duvarların arasında kıvrılmış çocukları gördü. Bazıları hiç hareket etmiyordu.

Tam o sırada radyo cızırtılı bir şekilde anons yaptı:

“Trump: Gazzeliler Gazze’yi terk etmeli!…”

Amina bir an durdu. “Terk etmek?” diye düşündü. Gözlerini çadırlarına çevirdi. Burası onların evi değil miydi? Burada doğmuştu, burada büyümüştü. Kardeşinin ilk adım attığı toprak burasıydı. Babası burada marangozluk yapardı, annesi eskiden okulda yemek dağıtırdı.

Babası başını öne eğdi, Yusuf’un sırtını sıvazladı:

Gitmek mi? Biz gidecek yer bulamayız oğlum.”

Yusuf kaşığını yere düşürdü.
Amina ağzındaki kelimeleri yutkunarak tuttu. 

Terk etmek mi?”

Gaza gelmiş bir liderin, sınırlarını aşan birkaç kelimesi, onların yüzlerce yıllık toprağını bırakmalarını mı gerektiriyordu? Bir çadırın içine sığınmak yetmemiş miydi? 
Babası ona hep anlatırdı. Dedeleri de göç etmişti, nineleri de. Ama hep döndüler. Çünkü burası onların evi, kökleri buradaydı.

Annesi gözleriyle çocuklarını süzdü. Gece düşmek üzereydi. Küçük Yusuf’un başını kucağına aldı.

Uyuyun çocuklar, yarın yine güneş doğar.”

Ama ne Amina ne de Yusuf gözlerini kapatabildi. Kendi topraklarında sürgün olmuş bir halk, ne zaman uyanacaklarından emin olamazdı.

11 Şubat 2025 Salı

GEÇMİŞTEN GELEN BALIKÇI


Güneşin ilk ışıkları Ege Denizi'ni boydan boya okşarken, genç bir balıkçı, Santorini'nin kayalık kıyısında sessizce ilerliyordu. Gün yeni başlıyor, gece boyunca dalgalarla dans eden denizin mırıldandığı hikâyeler hâlâ havada yankılanıyordu. İnce bir rüzgar saçlarını karıştırırken, Santorini’nin taş döşeli sokaklarından kıyıya uzanan patikada çıplak ayaklarıyla yürüdü.

Adı Theristos olan bu genç adam, Santorini'de yaşayan herkes gibi denizle bir bağ kurmuştu. Deniz onlar için sadece bir geçim kaynağı değil, yaşamın ta kendisiydi. Geçmişteki büyükler, Poseidon’un gücünü ve denizin altındaki dünyanın sırlarını anlatan hikâyelerle büyütmüşlerdi onu. Theristos, babasından kalma uzun ağını omzuna attı ve sabahın ilk saatlerinde limanın hemen ötesinde, sakin bir koyda kayığını denize indirdi.

Denizin derinliklerinden yansıyan mavi ve yeşil ışık oyunları arasında zaman kaybolmuş gibiydi. Theristos’un parmakları becerikli bir ustalıkla ağı topluyor, yakaladığı gümüş pullu balıklar, sabah güneşinde adeta birer mücevhere dönüşüyordu. Balıklarla dolu ağı kıyıya çekerken gözlerinde çocukça bir heyecan vardı. Bugün bol bereketli bir gündü.

Kıyıya döndüğünde, tuttuğu balıkları özenle iki demet halinde bir araya getirdi. Onları ellerinde taşırken, yakındaki bir kadının Theristos’a gülümseyerek el salladığını gördü. Kadın, onun günlük çalışmasını resmetmek isteyen bir sanatçıydı. Santorini’de, duvarlara hayatın renklerini yansıtan ustalar vardı ve Theristos’un balık tutan hali, onların tuvalleri için mükemmel bir sahneydi.

Theristos, elindeki balıkları evine götürmek için yoluna devam ederken, sanatçı onu dikkatle izliyordu. İnce bir fırça darbeleriyle Theristos’un genç ve enerjik bedenini, kaslarının gerilimini ve elindeki balıkların parıltısını duvara aktardı. Bu fresk, yalnızca Theristos’un bir gününü değil, Santorini halkının denizle iç içe olan yaşamını, doğayla uyum içindeki sade varoluşunu anlatacaktı.

Yüzyıllar sonra, büyük bir patlama Santorini’yi küller altında bıraktı. Zaman durdu, yaşam sessizliğe büründü. Ama Theristos’un bir sabah denizden dönerken taşıdığı balıklar, freskteki o an, hiç kaybolmadı. Günümüze kadar korunan bu resim, bir halkın denize olan sevgisini, doğayla bütünleşmiş yaşamlarını anlatmaya devam etti.

Theristos artık bir isimden çok bir semboldü; yaşamın bereketini, doğanın gücünü ve insanoğlunun güzellik arayışını yansıtan bir figürdü. Fresk, yalnızca bir duvar resmi değil, binlerce yılın ötesinden seslenen bir hikayeydi.
(Santorini'den çıkarılan Minoslu balıkçı freski.MÖ 1600( Ulusal Arkeoloji Müzesi , Atina )







9 Şubat 2025 Pazar

KAN TOPRAĞA SIZARKEN, GÖKYÜZÜ AĞIT YAKIYORDU



İzmir, Çeşme – 9 Ekim 1941
Rüzgar, deniz tuzuyla ıslanmış bir fısıltı gibi esiyordu sahilde. Gecenin karanlığında, ıssız bir kıyıya çıkan gölgeler, ay ışığında ürkekçe hareket etti. Onlar on beş kişiydi. Kimi sandalla gelmişti, kimi belki de denizi kucaklayarak yüzerek… Kimse bilmiyordu. Ama ne fark ederdi? Sadece hayatta kalmak istiyorlardı. Bu gelenler İkinci Dünya Savaşı'nda Alman ve İtalyan işgalinden kaçan Rumlardı.

Bodur Hüseyin ve oğlu, Taşçukuru’ndaki damlarında ekmeklerini bölüştüler onlarla. Aç gözlerle yutulan lokmalar, geleceğe dair bir umut yeşertti sığınmacıların gözlerinde. Yirmili yaşlarında esmer bir kadın, kıvırcık saçlı genç bir adamın elini sımsıkı tutuyordu. Diğerleri sessizdi. Kaderleri çizilmiş gibi...

Ama umut, bazen ihanetin en büyük körüğüdür. Hüseyin, oğlu aracılığıyla haberi Çeşme’nin Barbaros Bucağı’ndaki karakola uçurdu. Ve böylece kader düğümü sıkılaştı.

Bucak Müdürü Mahmut Baştup, emir verdiğinde, sığınmacılar gelenleri sevinçle karşıladı. Onların kurtarıcıları sandılar. Ayaklarına kapanan bu aç, yorgun ve korkmuş insanlar, ölümün eşiğinde olduklarını bilmiyorlardı.

Birkaç dakika içinde umut yerini çaresizliğe bıraktı. Erkekler iple bağlandı, bazıları kelepçelendi. Genç kadın serbestti. Ama bu, onun için daha beter bir kaderin habercisiydi.

Önce sahile doğru yürüdüler. En azından öyle sandılar. Fakat sonra birden yön değişti, Kıran Dağı’na doğru ilerlediler. Yol uzadıkça ay ışığı bile saklanır gibi oldu bulutların ardında.

Bir emir yankılandı dağın soğuk göğsünde.

"Vurun!"

Kurşun sesleri havayı yırttı. Birer birer yere yığıldı Rum mülteciler. Kan, toprağa sessizce sızarken, gökyüzü bile sanki ağıt yakıyordu.

Bir adam kenara çekildi. Adı Mehmet Kınık’tı.

"Ben oruçluyum," dedi titreyen bir sesle. "Bu mübarek günde kuş bile vuramam!"

Ama diğerleri onun kadar cesur değildi.
Genç kadın, saçlarını yolarken, çığlığı karanlığı deldi geçti. Ama karanlık hiç umursamadı. Önce Bucak Müdürü, sonra askerler, sonra Hüseyin ve oğlu… Bir çukur gibi açıldılar genç kadının üzerine. Ve sonunda, tek bir kurşunla onun çığlığını da boğdular.

Cesetler bir kuyuya atıldı. Gaz döküldü, yakılmaya çalışıldı. Alevler yükselmedi. Ölüm bile isyan etti belki. O yüzden üzerleri toprakla örtüldü, hiç yaşanmamış gibi...
Ama hiçbir cinayet sonsuza dek gömülü kalmaz.

İki yıl sonra, fısıltılar şehri sardığında, Yeniasır Gazetesi muhabiri Rauf Lütfü Aksungur, gölgelerin peşine düştü. Sessizlik çözüldü, diller açıldı.
Ve nihayet 29 Mart 1944’te mahkeme kuruldu. Adliye önüne doluşan kalabalık, unutulmaya yüz tutmuş adaletin kırıntılarını görmek için bekledi.

2 Nisan 1944 günü mahkeme kararı açıkladı.
Bucak Müdürü ve Karakol Komutanı idama mahkûm edildi. Diğerleri, 30 yıl hapisle cezalandırıldı. Ama bir adam beraat etti: "Oruçluyum, kuş bile öldüremem" diyen Mehmet Kınık.

2 Temmuz 1945 sabahı, Konak Meydanı’nda cellât ipi geçirdi boyunlarına. İnsanlar izledi. Kimi alkışladı, kimi sessizce baktı.
Ama asıl sessizlik, Kıran Dağı’ndaydı. O çukurda, isimsiz mezarlıkta, unutulmuş olanların seslerinde…
Adları bilinmeyen Rum mülteciler, ne tarihin satır aralarına, ne de vicdanların yankılarına kazındı. Onları öldürenlerin isimleri unutulmadı. Ama onların kim olduğu, kimler için ağladığı, hangi hayatları geride bıraktığı hiçbir zaman öğrenilemedi.
Ve belki de en büyük trajedi buydu.

NOT: İzmir'in yaşlılarının anlattıklarından, o dönem yerel basında çıkan haberlerden ve Ayşe Hür'ün geçen yıl yaptığı bir paylaşımdan kurgulanmıştır.

https://www.haberhurriyeti.com/makale/23695414/sedat-kaya/tarihin-satir-aralarina-gizlenmis-bir-dram-cesmede-yankilanan-son-cigliklar

NEHİR GİBİ AKMAK MI? HAVUZDA HAPSOLMAK MI?


Kasabanın tam ortasında, bir nehrin kıyısında doğmuştu İlayda.
Su, onun en büyük arkadaşıydı. Çocukken saatlerce nehrin akışını izler, çakıl taşlarını suya atıp çıkan halkalara hayranlıkla bakardı. Su, özgürdü. Hiçbir yere ait değildi ama her yere aitti. Ancak büyüdükçe, ona suyun ne yapması gerektiği öğretildi.

"Bardakta durmalı, yönü belirlenmeli, çağlayanlar dizginlenmeli, yoksa taşar, zarar verir."

İlayda da su gibi özgürdü bir zamanlar. Sonra öğretmenleri ona ne düşünmesi gerektiğini anlattı. Ailesi kim olması gerektiğini söyledi. Büyükler, yöneticiler, önderler ne yapacağını belirledi. Ve İlayda'nın içindeki su, ağır ağır bir havuzun içine hapsedildi.

Zaman geçti, kasabanın meydanında büyük bir kule inşa edildi. Bu kule, yalnızca taşlardan değil, emirlerden, kurallardan, öğretilmiş doğrulardan yapılmıştı. Kulenin tepesinde oturanlar, aşağıya bakarak halkın nasıl hareket ettiğini izledi. İlayda da, diğerleri gibi, başını kaldırıp yukarı baktı ve kulenin gölgesinde yaşamanın daha güvenli olduğuna inandı.

Kasabada herkes aynı fikirdeydi artık. Çünkü farklı düşünmek tehlikeliydi. Kimse, nehrin neden kuruduğunu sorgulamadı. Kimse, güneşin ışığını neden daha az gördüğünü merak etmedi. Kimse, neden her şeyin aynı olduğunu düşünmedi. Herkes kurallara uyarsa, herkes itaat ederse, düzen bozulmazdı.

Yıllar geçti.  bir gün eski dostu olan nehre yürüdü, ama artık su yoktu. Nehir kurumuştu. O an, içinde bir şey kırıldı. Çocukken attığı çakıl taşlarının çıkardığı halkalar gözünün önüne geldi. O halkalar gibi düşünceler de yayılabilirdi, eğer cesaret ederse…

Ama kasaba, kulenin gölgesinde yaşamaya alışmıştı. İnsanlar mutlu değildi, ama huzurluydular. Kendi fikirleri yoktu, ama kaos da yoktu. Kendi yollarını seçmiyorlardı, ama en azından hata yapmıyorlardı.

Ve İlayda, bir su damlası gibi, ya göle uyum sağlayacak ya da nehrin yolunu hatırlayıp akacak, akacak ve belki de kaybolacaktı.
Milyonlarca İlayda, Ali, Mehmet gibi!

Sonunda, kim olduğumuza karar veren, "nehir mi oluruz yoksa bir havuzda hapsolmayı mı seçeriz?" sorusunun cevabıdır.

4 Şubat 2025 Salı

TRUVA'DAN SONRA SADAKATİN SON NEFESİ


İthaka’nın sarayı, zamanın acımasız ellerinde yıpranmış, eskiden yankılanan kahkahalar ve şölen sesleri yerini sessizliğe bırakmıştı. Avluda, taşların arasına sıkışmış birkaç sararmış yaprak süzülüyordu. O yaprakların arasında, kıvrılmış yatan yaşlı bir köpek vardı: Argos.
Argos’un tüyleri bir zamanlar altın gibi parlıyordu. O, efendisinin gururuydu. Gençliğinde, rüzgâr gibi hızlı, pençeleri keskin bir avcıydı. Ama şimdi tüyleri keçeleşmiş, gözleri bulanıklaşmış, bacakları titriyordu. Açlık ve ihmal içinde kıvrılmış yatıyor, bekliyordu. Çünkü beklemek, onun hayatı olmuştu.
Yirmi yıl önce…
Büyük bir sabahın eşiğindeydiler. Kral Odysseus, İthaka’nın genç savaşçılarıyla birlikte Truva’ya gitmek üzere limana yürüyordu. Tüm şehir halkı, kalkanların parlaklığını, mızrakların keskinliğini seyrediyordu. Genç adamlar şarkılar söylüyor, zafer hayalleri kuruyorlardı.
Argos, efendisinin peşinden gitmek istedi ama Odysseus eğilip onun başını okşadı. “Beni bekle, Argos” dedi. “Bir gün döneceğim.”
O zamanlar Argos’un kasları çelik gibiydi, gözleri yıldızlar kadar parlaktı. Zıpladı, havladı, kuyruğunu salladı. Efendisini bir süre daha izledi, sonra limandan ayrılan gemiler ufukta kayboldu.

Ve zaman geçti…
On yıl sürdü Truva Savaşı. Sonra bir on yıl daha, Odysseus eve dönebilmek için tanrılarla ve denizlerle mücadele etti. Efsaneler, onun denizlerde kaybolduğunu, sirenlerin sesine kapıldığını, devler ve büyücülerle savaştığını anlatıyordu. Saraya dönen haberler umutları tüketti. İnsanlar artık onu öldü bilip unuttular.
Ama Argos unutmadı.
Gözleri her gün saray kapısında, kulakları her ayak sesinde, burnu her rüzgârda efendisinin kokusunu aradı. Zaman içinde, bir zamanlar kendisine hayranlıkla bakan hizmetkârlar, artık onu görmez oldu. Avlunun bir köşesinde, gözden uzak, aç ve yorgun bir gölgeye dönüştü.
Sonunda…
Bir gün, avlunun taşlarına yabancı bir ayak bastı. Üstü başı yırtık pırtık, yüzü güneşten kavrulmuş bir adamdı bu. Eski günlerdeki gibi görkemli değildi, ama gözleri aynıydı.
Argos’un kalbi hızlandı. Gözleri artık bulanıktı, ama kokusu hâlâ burun deliklerini dolduruyordu. Gelen Odysseus’tu!
Ama bu adam, ona bakıp tek kelime etmeden geçti.
Çünkü Odysseus, sarayını ele geçiren soylulara karşı kimliğini saklıyordu. Yabancı gibi davranmak zorundaydı. Gözleri dolsa da, köpeğini çağırmadı, elini uzatmadı.

Fakat Argos, anladı.
Efendisi geri dönmüştü. Bekleyiş sona ermişti. Yorulmuş, aç kalmış, unutulmuş olsa da, beklemeye değmişti.
Son bir nefes aldı, kuyruğunu hafifçe oynattı ve gözlerini kapadı.
Odysseus, kapıdan içeri girerken bir an durdu. Başını eğdi. Sadık dostunun artık nefes almadığını fark etti. İçinden yükselen acıyı bastırarak yoluna devam etti.
Çünkü Truva’yı fethetmiş, denizleri aşmış, tanrıların gazabını yaşamıştı ama en büyük kaybını şimdi hissediyordu.

NOT: Ulysses’in (Odysseus) köpeği Argos, Homeros’un Odysseia destanında sadakatin ve bekleyişin en dokunaklı sembollerinden biri. Argos’un hikâyesi, mutlak sadakati, sabrı ve zamanın acımasızlığını anlatan edebiyat tarihinin en etkileyici sahnelerinden biri olarak kabul ediliyor. Bu sahne, Odysseus’un kimliğini gizlemek zorunda olduğu dramatik ortamda, sessiz ama derin bir duygusal an yaşatır.

TRUMP VE KANLI KANAL: PANAMA'NIN UNUTULAN BEDELİ


Sene 2025.
ABD Başkanı Donald Trump, Andrews Ortak Üssü'nde gazetecilere dönerek Panama kanalındaki ısrarını sürdürdü ve "Ya geri alacağız ya da çok güçlü şeyler olacak" diye tehdit dolu bir dil kullandı.

120 yıl öncesi.
Sene 1905.
Pascalles, boğucu bir Panama sabahında, elinde ekmek kırıntılarıyla kampın önünde duran dostu Mustafa'ya göz kırptı. Yağmur, sıcağın bunaltıcı etkisini biraz olsun dindirmişti, ama yine de üzerindeki ince gömlek tenine yapışıyordu. Mustafa
Pascalles'in uzattığı ekmek parçasını nazikçe aldı ve derin bir iç çekti.

"Bugün de hayattayız dostum" dedi Mustafa, sesi yorgun ama umudu tamamen yitirmemişçesine.

İkisi de Osmanlı topraklarından gelmişti. Pascalles Midilli’den, Mustafa ise Orhangazi'den. Birbirlerini İstanbul’da bir Fransız gemisine binerken tanımışlar, Panama’daki Amerikan mühendislerin ihtiyacı olan iş gücü için çalışmaya gönüllü yazılmışlardı. Başta bir macera gibi görünmüştü yeni bir dünya, yeni bir hayat. Ama şimdi, Gümüş Rulo’nun gölgesinde yaşıyorlardı.
İnsanlar ırklarına göre iki sınıfa ayrılmıştı. Altın Rulo’yu hak edenler, yani Amerikalılar ve diğer ayrıcalıklılar, geniş bungalovlarda kalırken, Pascalles ve Mustafa gibi Gümüş Rulo işçileri, rutubetli barakalarda yatıyor, sıtma taşıyan sivrisineklerle sabaha dek savaşıyorlardı. Birçokları gibi, onlar da neden bu koşullara razı olduklarını artık unutmuşlardı.

Washington’da, Başkan Theodore Roosevelt Panama Kanalı’nın ilerleyişi hakkında raporları inceliyordu. Çelik gözlüklerini düzeltti ve Panama’dan gelen bir telgrafı dikkatlice okudu.

"Ölümler artıyor. Yağmurlar nedeniyle çalışmalar aksıyor. İş gücü kaybı yaşanıyor. Yeni işçilerin hızla getirilmesi gerekiyor."

Roosevelt, masasındaki dünya haritasına baktı. Panama, gözünde bir hayalin gerçekleşmesi için gerekli bir mühendislik mucizesiydi. Ancak kanaldan dökülen su kadar, işçilerin kanı da akıyordu. Başkanın umurunda mıydı? Belki de yalnızca bir rakamdı bu ölümler, büyük vizyonunun önündeki ufak engeller.
"Devam etmeliyiz," diye mırıldandı kendi kendine. "Her şey bedel gerektirir."


Panama’daki şantiyede, Gümüş Rulo işçileri sıtmadan kıvranan arkadaşlarını taşıyor, bataklıklaşan hendeklerde vagonlar dolusu toprak boşaltıyorlardı. Pascalles, sıtmalı bir Rum arkadaşını taşırken, Mustafa'nın kollarına düşen bir Osmanlı işçisini fark etti.

"Dayan dostum," dedi Mustafa, adamın alnını sildiği bir paçavra ile. Ancak içten içe biliyordu. Gümüş Rulo’da kimse için doktor çağırılmazdı.

O gün yağmurla birlikte toprağa kan da karıştı. Çamura bulanmış cesetler, taşınmaya bile zahmet edilmeden suya bırakıldı.

Gece çökerken, Pascalles  ve Mustafa, gizlice bir ateşin etrafında toplandı. Yanlarında Jamaikalı, İtalyan, Türk ve Yunan işçiler de vardı. Hepsi, yorgun ama umut dolu gözlerle birbirlerine bakıyordu. Şantiyede kimseye anlatamadıkları hikayeleri, ateşin çıtırtısına fısıldıyorlardı.

"Bir gün bu kanal tamamlandığında, Amerikalılar buradan geçerken bizi hatırlayacaklar mı?" diye sordu Pascalles.
Mustafa  başını salladı. "Hayır," dedi, "Ama bu suyun her damlasında bizim terimiz, bizim kanımız olacak."


Pascalles gözlerini ateşe dikti. "Belki de gerçek miras budur" diye fısıldadı.

Mustafa ve Pascalles artık buradan kaçmaları gerektiğine karar vermişlerdi. Panama'da ölmeye niyetleri yoktu. Ama kaçmak kolay değildi. Amerikalılar, işçilerin kaçmasını önlemek için limanlara ve demiryollarına muhafızlar koymuştu.

"Kolombiya sınırına yürümeliyiz," dedi Pascalles. "Oradan bir gemi bulur, Karayipler’e geçeriz."

"Ya bizi yakalarlarsa?" diye sordu Mustafa.

"O zaman Gümüş Rulo'da ölen binlerce işçi gibi çamura gömülürüz," dedi, Pascalles acı bir gülümsemeyle.

Ay, kara bulutların ardında saklanıyordu.  Pascalles ve Mustafa yanlarına sadece birkaç parça ekmek ve biraz su alarak barakalarından ayrıldılar. Sessiz adımlarla ormanın derinliklerine doğru yürümeye başladılar. Gecenin içinde, sadece cırcır böceklerinin ve uzaktan gelen jaguarların sesleri yankılanıyordu.

Ancak Panama’nın ormanları sadece sessizlikten ibaret değildi. Sivrisinek sürüleri, üzerlerine hücum ediyor, her adımda vücutlarını delip geçiyordu. Sıcak, nefes almayı bile zorlaştırıyordu.

Tam sınır yoluna çıkmak üzereyken, arkalarından bir ses duyuldu.

“Hey! Kim var orada?”

Bir Amerikan muhafızı, elinde tüfeğiyle onlara doğru koşuyordu.
Pascalles ve Mustafa, çalıların arasına daldı. Nefeslerini tutarak saklandılar. Muhafız, fenerini ormanın içinde gezdirdi ama sonunda küfrederek geri döndü.

Saatler sonra, iki dost nefes nefese sınırın diğer tarafına geçmeyi başardılar. Kolombiya topraklarındaydılar artık.

"Başardık!" dedi Mustafa, yüzünde ilk kez gerçek bir gülümsemeyle.
Pascalles, Panama’nın üzerine doğan güneşe baktı. "Evet, ama arkada ne bıraktığımızı unutamayacağız."

Yıllar geçti. 1920’lerin başında, Mustafa ve Pascalles nihayet Karayipler’de küçük bir kasabaya yerleşmiş, bir fırın açmışlardı. Bir gün, Panama Kanalı’ndan geçen büyük bir geminin haberini aldılar. Bu gemi, Amerika’nın gücünü ve mühendislik başarısını dünyaya göstermek için törenle geçiyordu.


Pascalles, kasabanın iskelesinde durmuş, gemiyi izliyordu. Su, yıllar önce toprağa karışan işçilerin kanını taşıyor muydu? Gözlerini kapadı ve Panama'daki son geceyi hatırladı.

"Unutulmadınız," diye fısıldadı kendi kendine.

Mustafa, Pascalles'in omzuna dokundu. "Hadi, ekmeklerimiz soğuyacak" dedi gülümseyerek.

Ve Panama'nın gölgesinde sıkışıp kalmamış iki dost, hayatlarına devam ettiler. Ama kanalla birlikte silinip giden binlercesi, hiçbir zaman hatırlanmadı.


NOT: 33 yıl süren Panama Kanalı'nın inşaatında dünyanın çeşitli ülkelerin 27.500 emekçi can verdi.

UNUTULMUŞ ADANIN UYANIŞI

Ege’nin mavi sonsuzluğu içinde, haritalarda bir gölge gibi silikleşmiş, adını bile unutturmuş bir kaya parçası var; Anydros.
Rüzgarın bile tereddütle yaklaştığı, ne bir insan sesinin ne de bir keçinin ayak izinin duyulduğu bu ıssız ada, yüzyıllardır uyuyordu. Zamanın dokunmaya kıyamadığı, denizin dalgalarla oyaladığı bir yalnızlık adasıydı. 

Ancak, 2023 yılının sisli bir sabahında, Kiklad Adaları Eski Eserler Enstitüsü (ECYNI), Norveç Enstitüsü ve Carleton Koleji’nden oluşan araştırma ekibi, bu kayalık parçaya ayak bastı. Sessizliğin içine dalan ayak sesleri, adanın derin uykusunu bölmüştü. Anydros, tarihin sisleri arasından çekilip gün ışığına çıkarılmak üzereydi. 
Arkeologlar kazı yapmaya başladıkça, adanın taşlarına kazınmış geçmiş yankılanmaya başladı. Milos’tan getirildiği anlaşılan obsidyen aletler, Nisyros’tan gelen cam eserler… Bir zamanlar Ege’nin ticaret yollarının kalbinde atan bir nabız gibi hareketli olduğunu gösteren izler… Yıkık duvarlar, geçmişin sesini taşıyan taşlar ve zamana meydan okuyan bir gözetleme kulesi… Burada, tarih boyunca insanlar yaşamış, savaşlar görmüş, fırtınalara dayanmıştı. Hatta, kayaların arasında saklanmış, minik bir Bizans kilisesi bile vardı, sanki adanın yalnızlığına dua eden bir hatıra gibi. 
Fakat, Anydros’un bu sessiz uyanışı, bir başka uyanışı da beraberinde getirdi. Önce hafif bir titreşimle başladı. Adanın yüzyıllardır sakladığı karanlık bir sırrı varmış gibi… Sonra, suların altından gelen derin, iç çekişleri gibi daha büyük sarsıntılar takip etti. 

Burası, yüzyıllardır deprem üretmeyen, "aseistos" olarak bilinen bir kara parçasıydı. Ama artık durum değişti. Anydros, Ege’nin en aktif sismik merkezlerinden birine dönüşmek üzere. 

İlk başta bilim insanları bu hareketliliği anlamaya çalıştılar. Ama sarsıntılar hızlandı. Anydros, uzun süredir içinde sakladığı sessizliği haykırıyor artık. Güney ve Orta Kiklad Adaları’nı peşi sıra vuran yüzlerce deprem, onun bir zamanlar uykuya terk edilmiş olduğunu unutturuyor. Amorgos, İos, Anafi ve Santorini arasında bir hayalet gibi gezinen bu kaya parçası, şimdi Ege’yi titreten bir güce dönüştü. Çünkü son depremleri üreten fayın tam üstünde. 

Efsanelerde anlatılan kayıp adalar gibi, Anydros da unutulmuş bir geçmişten sıyrılıp gerçek dünyaya geri döndü. Fakat bu dönüş, Jules Verne’in "Gizemli Ada" romanındaki gibi bir keşif hikayesi değil, Ege’nin yer kabuğuna işlenmiş bir uyarı. 

Şubat 2025’te, Yunanistan ulusal sismik ağı, bu küçük ve unutulmuş kaya parçasının üzerine bir sismometre yerleştirdi. Çünkü Anydros artık yalnızca bir arkeolojik keşif değil, geleceğin felaket habercisi haline geldi. 

Bir zamanlar deniz yollarını kontrol eden bir ada, şimdi tektonik hareketlerin kaderini belirliyor. Sessizlikten gelen bu çığlık, Ege’nin en sessiz adasını, en gürültülü sismik merkezlerinden birine dönüştürdü. 

Ve belki de Anydros, tarihin tekrar eden döngüsünde, bir kez daha unutulmaya mahkum olmadan önce, Ege’nin hafızasında sarsıcı bir iz bırakacak. 

(×)-Aseistos (ἄσειστος), Yunanca kökenli bir kelime ve "depremden etkilenmeyen", "sarsılmaz" veya "deprem üretmeyen" anlamına geliyor.

3 Şubat 2025 Pazartesi

ATEŞİN VE KÜLLERİN ALTINDA YATAN EFSANE


Olimpos’un zirvesinde, bulutların arasında, tanrılar insanların kaderini şekillendirirken, denizlerin efendisi Poseidon’un oğlu Euphemus bir rüya gördü. Rüyasında, bir su perisi ona yakarıyordu. "Babam Triton’un gazabından kaçmalıyım," dedi peri, "Bana sığınacak bir yer ver!"
Euphemus, rüyasından uyandığında, elinde Anafi Adası’ndan aldığı küçük bir toprak parçası olduğunu fark etti. Poseidon’un oğlunun dokunduğu her şey gibi, bu da sıradan bir toprak parçası değildi. Efsaneye göre, Euphemus, toprağı Ege’nin sularına attığında, deniz kabardı, rüzgarlar  geri çekildi ve dalgaların arasından yeni bir ada doğdu: Kallisti, 'En Güzel'.
Bu ada, Euphemus’un ve onun soyundan gelenlerin evi olacaktı. Fakat tanrılar, insanoğlunun kaderini asla tek bir çizgide bırakmazlardı. Çünkü adanın tam kalbinde, uyuyan bir dev vardı: Yanardağ.

Günler, yıllar, yüzyıllar geçti. Kallisti, Akrotiri halkıyla büyüdü; zenginleşti, güzelleşti. Minos Uygarlığı doğdu. Tanrılara tapınaklar yapıldı, boğalar kurban edildi, bahar ayinlerinde şaraplar içildi. Fakat kimse farkında değildi ki, adanın altındaki uyuyan dev, tanrılar kadar kadim bir güçle besleniyordu.
Bir gece, Hades’in derinliklerinden bir ses yükseldi. Yeraltı dünyasının efendisi, toprağın altında sıkışıp kalmış bir titan olan Typhon’un yankılanan sesini duydu. Typhon, Zeus’un gazabıyla Etna Dağı’nın altına hapsedilmişti, ama parçaları, yanardağların içindeki lavlarla birlikte dünyaya yayılmıştı. Ve Santorini’nin altında, Typhon’un öfkesinden bir parça uyuyordu.
Zeus’un buyruğuyla, yüzlerce yıl sessiz kaldı bu lanetli güç. Ama bir gün, tanrılar gökyüzündeki tahtlarından uzaklaştıklarında, uykusu bozuldu.
Önce deniz sessizleşti. Poseidon bile, Ege’nin üzerinde yüzünü gölgeleyen kara bulutları fark etti. Deniz, tanrısının kontrolünden çıkmış gibiydi. Sonra, toprak titremeye başladı. Küçük sarsıntılarla başlayan bu huzursuzluk, yeraltındaki titan ruhunun uyanışıydı.
Ve o gün geldi. Typhon’un son nefesi gibi, yanardağ patladı.

Tanrıça Gaia’nın kalbini yararak yükselen lav sütunları, gökyüzünü kan kırmızısına boyadı. Santorini’nin dağları paramparça olurken, Akrotiri’nin sokaklarını ateş yuttu. Tapınaklar birer birer yıkıldı; boyalı duvarlar, freskler, mozaikler, hepsi külle örtüldü.
Poseidon’un çocukları, denizciler ve tüccarlar, kaçmak için gemilerine atladılar. Ama bir lanet adaya çökmüştü; sular, kaçanları yutmadan önce kısa bir an için çekildi. Ardından, bütün adayı boğacak büyüklükte bir dalga yükseldi, tanrıların bile önünde diz çöktüğü bir tsunami.
Hades, denizin derinliklerinde yeni ruhlar toplarken gülümsedi. O gün, Kallisti bir daha asla aynı olmayacaktı.

Yıllar geçti. Yüzlerce yıl sonra, Dorlar adaya ayak bastıklarında, burada ne Euphemus’un adası, ne de Minos uygarlığı vardı. Sadece bir enkaz ve bir hatıra kalmıştı. Theras liderliğinde yeni bir halk geldi ve adaya onun adını verdiler: Thera.
Sonra yüzyıllar birbirini kovaladı: Romalılar, Bizanslılar, Venedikliler... Her gelen, adanın şekilsiz kıyılarında kendine bir yer buldu. Ama hiçbiri yanardağın hikayesini unutmadı.
Bugün, Santorini’de Oia’nın tepesinden gün batımına baktığınızda, o eski patlamanın izlerini görebilirsiniz. Kraterin hilal şeklindeki kıvrımları, denize bakan volkanik kayalar... Her şey, tanrıların ve devlerin savaşının yankılarıyla şekillenmiş gibi görünür.
Bazen, rüzgarın arasında bir ses duyarsınız. Bu, Typhon’un hâlâ Santorini’nin derinliklerinde yankılanan sesi olabilir mi? Yoksa Poseidon’un kaybolan adasını arayan yankıları mı?
Kim bilir…
Ama bildiğimiz tek şey, Santorini asla gerçekten ölmez. Çünkü küllerin altından her seferinde yeniden doğar.

Öne çıkan

BUNCA İNSANI KAPATTIYSAK KİMİ ÖZGÜR BIRAKTIK?

Bir ülkenin en kalabalık şehirleri artık metropoller değil, cezaevleri. Hücreler dolup taşarken, sessizlik her zamankinden daha...