İstanbul’un eski apartmanlarından birinde, iç içe geçmiş anılar ve kitap kokuları arasında doğdu Selim İleri. 1949 yılının sakin bir gününde, şehrin tarih dolu kalbine bir edebiyat sevdalısı daha eklenmişti. Çocukluk yıllarında bile kelimelerle kurduğu gizli dostluk, onun için bir kader ipliği gibiydi. Kendi dünyasında sessiz, ama içten içe büyük bir gürültü koparıyordu.
Edebiyatla ilk büyük hesaplaşması, lise sıralarında başladı. İstanbul’un sokaklarını bir harita gibi ezbere bilen bu genç, yalnızlığını kitaplara, hayal kırıklıklarını hikâyelere emanet etti. Ve böylece, Selim İleri’nin ilk hikâye dünyası oluştu; içinde hüzünle sarmaş dolaş olan insan yüzleriyle doluydu.
1973 yılında yayımlanan "Cumartesi Yalnızlığı", edebiyat dünyasına attığı ilk adımdı. Bu eser, onun hayata ve insana dair derin gözlemlerini, şiirsel bir dille aktarma yeteneğini herkese göstermişti. Kısa bir süre sonra, Selim İleri yalnızca bir yazar değil, duyguların kağıt üzerindeki temsilcisi olarak anılmaya başlandı.
Her hikâyesinde bir İstanbul vardı: çürüyen apartmanlar, mazinin gözden kaçırılmış köşeleri, vapur düdükleriyle yankılanan sahil yolları… İnsan ruhunun kırılganlığıyla büyülendi. Yazdığı her cümle, bir iç hesaplaşmanın izini taşırdı. "Her Gece Bodrum", onun bir roman olarak yazın dünyasında patlama yaptığı eserdi. İnsan ilişkilerinin karmaşık yapısını, Bodrum’un gece sessizliğinde yankılanan bir iç monolog gibi aktardı.
Selim İleri, sadece bir yazar değil, edebiyat tarihine saygı duruşunda bulunan bir bellekti. Tanpınar’dan Halit Ziya’ya kadar birçok isme olan vefa borcunu denemelerinde dile getirirdi. Ama o, geçmişe duyduğu sevdayla yetinmeyip modern edebiyatın da bir sesi oldu.
Bir hikâye kahramanı olsaydı, muhtemelen İstanbul’da eski bir sahaf dükkânında yaşayan melankolik bir karakter olurdu Selim İleri.
Ama o, hikâyenin kendisi oldu: sonsuz hüzünle yazılmış bir İstanbul hikâyesi.
#Selimİleri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder