7 Ocak 2025 Salı

CENNETTEN KOVULANLARIN CEHENNEMİ


Dünyanın kadim bir köşesinde, bir kabilenin yaşadığı sakin topraklar vardı. Bu topraklar, nehirlerin fısıldadığı, rüzgârın ulu ağaçlarla dans ettiği, hayvanların özgürce dolaştığı bir cennetti. İnsanlar, bu cenneti kutsal bir emanet gibi taşır, nehirlerin suyunu yudumlarken gökyüzüne şükranlarını sunarlardı. Yaşamları, doğanın ritmiyle uyum içinde akardı.
Bir gün ufukta, daha önce hiç görülmemiş devasa gemiler belirdi. Gözleri keskin, silahları parlak adamlardan oluşan bir grup karaya ayak bastı. Yüzlerindeki ifade, ne merak ne de dostluktu. Onların bakışları, sanki her şeyi birer nesneye, her şeyi birer ganimete indirgeyen bir ağırlık taşıyordu. Kabilesini koruma arzusuyla dolup taşan genç bir savaşçı, yaşlı reisinin yanına gidip sordu:

"Bu insanlar kim, neden buradalar?"

Yaşlı reis derin bir nefes aldı. Gözlerini kapattı ve duyduğu hikâyeleri hatırladı. "Onlar," dedi, "toprağı bir düşman gibi gören insanlar. Gölge gibi gelirler, ama ışıklarını getirmezler. Toprağı fetheder, nehirleri kirletir, ağaçları keserler. Yollarını kandan ve ateşten örerler. Onların kalpleri küçük, açlıkları ise dipsizdir."
Genç savaşçı şaşkındı. "Ama toprak bizim anamızdır. Ona nasıl düşman olurlar?"
Reis, derin bir hüzünle güldü. "Onlar cennetten kovulmuş olanlardır. Cenneti kaybetmenin acısını, dünyayı cehenneme çevirerek dindirmeye çalışıyorlar. Ama bil ki, toprak hiçbir zaman tam anlamıyla teslim olmaz. Nehirler yeniden akar, ağaçlar yeniden filizlenir. Biz, bu döngünün bir parçasıyız. Onlar ise kendilerini bu döngüden üstün görürler."

Beyaz adam, vadilere yayıldıkça ormanları yok etti. Sürülerle hayvanları avladı, nehirleri kuruttu. Kabile halkı direndi; ama her geçen gün toprakları biraz daha daraldı. Genç savaşçı, her kaybın ardından gökyüzüne baktı, yüreğindeki isyanı susturmaya çalıştı. Fakat beyaz adamın açlığı hiçbir zaman dinmiyordu. Onlar yalnızca toprakları değil, ruhları da ele geçiriyordu. Kabile halkının bir kısmı beyazların dünyasına katıldı; diğerleri ise izlerini doğanın saklı köşelerine taşıdı.
Yıllar geçti, nesiller değişti. Kabilelerin hikâyeleri artık yalnızca fısıltılarda, dağların yankısında yaşamaya başladı. Ama toprak, her şeyin tanığıydı. Ve toprak, her zaman hatırlardı.

Bir gün, bir başka genç savaşçı, bir yıkıntının arasında bulduğu yaşlı bir taş tableti okurken kendi halkının hikâyesini keşfetti. Üzerinde şu cümle kazılıydı:

"Toprak bizim anamızdır. O asla teslim olmaz. O bizden güçlüdür. Ama onun yitip gitmesini izlemek, kendi varlığımızı yitirmek demektir. Cenneti koruyamayan insan, bir daha onun kapılarını bulamaz."

Genç savaşçı, bu sözleri gökyüzüne haykırdı. Ve gökyüzü, onun çağrısını rüzgârla taşıdı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne çıkan

GÖKYÜZÜNÜN EFENDİSİ

Uzak geçmişin karanlık gecelerinde, insanlar gökyüzüne baktığında orada parlayan beş gezegen görürlerdi. Bu gezegenlerden biri, ...