6 Ocak 2025 Pazartesi

KARANLIĞI DELEN IŞIĞIN ÇOCUĞU

Fırtına, geceyi delip geçen şimşeklerle Hırvatistan Smiljan köyünün ufkunu aydınlatıyordu. Küçük bir taş evin içinde bir kadın sancılar içinde kıvranıyor, yeni bir hayatın doğumuna tanıklık ediyordu. 
Şimşeklerin ardı ardına çaktığı o anda, bir ebe, titreyen bir sesle “Bu çocuk karanlığın çocuğu olacak,” dedi. 
Kadın, acının içinden bir cesaretle başını kaldırdı ve cevap verdi. 

Hayır, o ışığın çocuğu olacak.”

İşte böyle başladı Nikola Tesla’nın hikayesi. 

Tesla, daha çocukken bile sıradışı bir zekâya sahipti. Annesinin evde yaptığı mekanik aletlere olan ilgisi, onu daha o yaşlarda hayaller kurmaya yönlendirdi. Büyüdükçe, hayalleri gerçeğe dönüştürme arzusu içinde büyüdü. Eğitimi boyunca, matematik ve fen bilimlerindeki dehasıyla öğretmenlerini hayrete düşürüyordu. Ancak Tesla’nın gözleri hep daha uzaklara, bilinenin ötesine bakıyordu.

Tesla, genç bir adam olarak cebinde sadece bir tren bileti ve birkaç dolarla Amerika’ya adım attı. Hayalleri onu Thomas Edison’la çalışmaya götürdü. Edison, Tesla’nın fikirlerinden etkilenmişti, ama Tesla’yı anlamakta zorlanıyordu. Edison için yenilikler, paranın hizmetinde araçlardı; Tesla içinse insanlığı ileriye taşıyacak kutsal bir görevdi. Edison, Tesla’ya daha verimli motorlar geliştirmesi karşılığında 50.000 dolar teklif etti. Ancak Tesla işini bitirdiğinde, Edison yalnızca gülümseyerek “Bunu Amerikan mizahı olarak düşün,” dedi. İşte o an Tesla, hayal kırıklığını derin bir kararlılığa dönüştürdü. 

Tesla, Edison’un doğru akım sistemine karşı kendi alternatif akım sistemini geliştirdi. Edison’un doğru akımı, şehirlerin yalnızca birkaç sokak ötesine güç taşırken, Tesla’nın sistemi tüm dünyayı aydınlatma potansiyeline sahipti. Ancak Edison, yenilgiyi kolay kabul edecek biri değildi. Halkı Tesla’ya karşı korkutmak için doğru akımın güvenli olduğunu, alternatif akımın ise tehlikeli olduğunu savundu. Sokaklarda hayvanları alternatif akımla öldürerek gösteriler düzenledi. Tesla, bu alçakça saldırılara sessiz bir şekilde cevap verdi: kendi vücudundan alternatif akım geçirerek zararsız olduğunu gösterdi. Sonunda kazanan Tesla oldu. Onun vizyonu, modern elektrik şebekelerinin temelini oluşturdu. 

Tesla’nın hayatı yalnızca başarılarla değil, aynı zamanda hayal kırıklıklarıyla doluydu. En büyük hayallerinden biri, enerjiyi kablosuz bir şekilde tüm dünyaya ulaştırmaktı. Wardenclyffe Kulesi, bu hayalin somut bir parçasıydı. Tesla, Dünya’yı dev bir enerji jeneratörüne dönüştürmeyi planlıyordu. Ancak yatırımcıları, bu teknolojiyi kontrol edemeyeceklerinden korktular ve projeyi yarıda bıraktılar. Tesla, finansal sıkıntılar nedeniyle projelerini gerçekleştiremeden yarıda bırakmak zorunda kaldı. 

Yaşamının son yıllarında, Tesla New York’taki bir otelde yalnız bir hayat sürdü. Güvercinlere duyduğu sevgi, onun için bir teselli kaynağıydı. Her gün parkta onları besler, bir tanesine diğerlerinden daha fazla bağlanırdı. O güvercin hastalandığında Tesla, “O öldüğünde hayatımdaki ışık da söndü,” dedi. 

7 Ocak 1943’te, doğduğu günkü gibi fırtınalı, şimşekli bir karanlık gecede, yoksulluk içinde hayata gözlerini yumdu. Ancak onun ölümüyle dünyaya getirdiği ışık asla sönmedi. Alternatif akım, radyonun temelleri, kablosuz enerji ve daha nice fikir, Tesla’nın mirası olarak insanlığa hizmet etmeye devam ediyor. 

Işığın Çocuğu, kendi çağı tarafından anlaşılmamış olabilir, ama bugün Nikola Tesla, insanlık tarihindeki en büyük dehalardan biri olarak anılıyor. O fırtınalı karanlık gecede doğan bebek, gerçekten de ışığın çocuğu olmuştu.
Antik çağın ışık tanrısı Apollon'du.Tesla o çağda yaşasaydı hiç şüphesiz ki, Apollon'u koltuğundan etmişti.
Görsel: Yapay zeka

BÜYÜK İSKENDER VE SAKAL TRAŞININ ZAFERİ

Yıl, MÖ 333. Çanakkale'nin rüzgarlı topraklarında, tarih sahnesine damga vuracak bir savaşın hazırlıkları yapılıyordu. Genç ve kararlı bir komutan, Büyük İskender, kaderini şekillendirecek Granikos
Muharebesi'nin arifesinde ordusunu bir araya toplamıştı. Karşısında, devasa büyüklükteki Pers ordusu duruyordu. Sayıca üstün bir düşmanla yüzleşmek, bir imparatorluk hayali kuran bu genç lider için yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi temsil ediyordu. Ama İskender, sayılarla değil, akıl ve stratejiyle savaşı kazanacağını biliyordu.

Savaşın öncesinde, İskender gökyüzüne baktı. Rüzgâr kurumuş otları sürüklüyor, gece yavaş yavaş çökmekteydi. Yunan tanrılarına sessiz bir dua fısıldadı. O gece, efsaneye göre korku tanrısı Phobos’a bir kurban sunmuştu. Phobos, savaş meydanlarında askerlerin kalplerine korku salan bir tanrıydı. Ancak İskender için bu ritüel, korkunun yalnızca kontrol edilmesi gereken bir gölge olduğunun bir ifadesiydi. Ordusuna korkuya teslim olmamaları gerektiğini, her bir kişinin savaşta kendine düşeni yerine getirmesinin zaferin anahtarı olduğunu söyleyerek bir kez daha hatırlattı.

Sabaha karşı, subaylarından biri yanına yaklaştı. Yüzündeki kaygı açıkça görülüyordu. "Başka bir hazırlık yapmamız gerekiyor mu, efendim?" diye sordu. İskender, kendinden emin bir tebessümle karşılık verdi: "Makedonyalıların sakallarını kesmek dışında hiçbir şey."

Bu söz, önce şaşkınlık yarattı, ardından ordu içinde yankılanan bir emir haline geldi. Subaylar, askerleri sırayla topladı ve herkes sakalını tıraş etti. Bazıları bunun İskender’in kendisini örnek almak isteyen bir liderin emri olduğuna inandı. Tıraşlı yüzler, birlik duygusunu pekiştiren bir sembol haline gelmişti. Diğerleri ise bu emrin altında yatan pragmatik sebebi fark etti: Yakın dövüşte, uzun sakallar düşman için bir avantaja dönüşebilirdi. Ayrıca askerler uzun sakallı Perslerden kendilerini ayırt edebilirdi. İskender, detaylara önem veren bir stratejistti ve düşmana karşı hiçbir koz vermeye niyetli değildi.

Muharebe günü geldiğinde, Pers ordusunun tozu dumana katan adımları ufukta belirdi. Ancak Makedon askerleri, İskender’in verdiği ilhamla ve kalkanlarının ardındaki kararlılıkla dimdik duruyordu. İskender’in planı bir satranç oyunu kadar kusursuzdu; askerlerini düşmanın zaaflarını kullanacak şekilde konuşlandırdı. Kendisi, savaş arabalarının yarattığı kaosta, ordusunun önünde bir yıldırım gibi parladı.
Granikos, kan ve terle yoğrulmuş bir zaferin adı oldu. Makedonlar, sayıca az olmalarına rağmen, disiplin, cesaret ve İskender’in dâhiyane stratejisi sayesinde Pers ordusunu bozguna uğrattı. İskender’in zaferi sadece bu savaşı kazanmakla kalmadı; aynı zamanda, bir imparatorluğun temellerini atarak tarih sahnesine adını altın harflerle yazdırdı.

Zafer sonrası, İskender’in tıraşlı yüzü, Helen dünyasında bir akım başlattı. Artık yalnızca bir askeri taktik değil, bir ideoloji, bir kültür haline gelmişti. Temiz yüzler, yeni bir dönemin sembolüydü. İskender’in sakallarını kesme kararı, bir askeri zaferin ötesine geçti; bir devrim, bir çağın başlangıcı oldu.

İşte o çağı başlatan savaşın yaşandığı alan Çanakkale'nin Biga ilçesinin yaklaşık 10 kilometre kuzeyinde gün yüzüne çıkarıldı.
Arkeolog ekibinin lideri ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi'nde arkeoloji profesörü Reyhan Körpe, Live Science'a yaptığı açıklamada, "Granikus Muharebesi, sadece İskender'in hayatındaki en önemli dönüm noktalarından biri olmakla kalmadı, daha sonra kendisine 'Büyük' ​​lakabı kazandıran bu savaş, aynı zamanda dünya tarihinde de önemli bir an oldu," dedi.
Türkiye bu tarihi zenginliği değerlendirmeli.
İyi bir tanıtım yapılırsa, o savaş alanı her yıl binlerce turist çeker.

GEZEGENLERİN DANSINI İZLEMEYE HAZIR MISINIZ?

Ocak ayının derinliklerinde, evrenin sonsuz tarlalarında sıradışı bir karnaval başlamak üzere. 
Gökyüzü, yıldızların pırıltısı ile süslenmiş bir tiyatro sahnesine dönmüş, sıranın büyük oyuncularına geldiğini haber veriyor. İnsanoğlunun gözlerini ufka diktiği o anda, güneş sisteminin yedi ihtişamlı gezegeninden altısı, antik bir melodiyle bir araya gelmeye hazırlanıyor. 

8 Ocak’ta, alacakaranlığın mavi örtüsü karanlığın kadife siyahına dönüştüğünde, hilal ayın narin ışıkları gökyüzüne yayılacak. Bu ışık, adeta kadim bir orkestra şefinin değneği gibi, gezegenleri dansa çağıracak. İlk olarak Venüs ve Satürn, güneybatı ufkunda belirip, birbirine yakın durarak sahneye çıkacak. Venüs, zarafeti ve parlaklığıyla adeta bir gece mücevheridir. Satürn ise sessiz ve vakur bir bilge edasıyla ona eşlik edecek. 

Gökyüzünde yukarılara doğru çıktıkça, Jüpiter sahne alacak. Bu gaz devi, altın bir taç gibi parlayan ışığıyla hem meraklı bakışları hem de hayalleri üzerine topluyacak. Yakın zamanda muhalefeti geçmiş olan Jüpiter, bu parlaklığını güneşin kalbinden getirdiği sırlarla bezemiş gibi görünecek. 

Doğu ufkuna doğru gözler kaydığında, kızıl bir ışık titreşecek. Bu, Mars’tan başkası değil. Kızıl Gezegen, tarihin efsanelerinden çıkmış bir savaşçı gibi gökyüzüne meydan okuyacak. Onun kızıl parıltısı, Dünya'ya olan yakınlığından gelen heyecanla daha da güçlenecek. Mars, 12 Ocak'ta en yakın yaklaşımına hazırlanıyor ve bu, onun dansına başka bir boyut katacak. 

Jüpiter’e komşu olan Uranüs, zar zor fark edilen bir titremeyle sahnede yerini alacak. O, ancak keskin bir gözle veya bir teleskop yardımıyla görülebilir. Onun hemen ilerisinde, derin uzayın buz devlerinden biri olan Neptün, Venüs ve Satürn'ün yakınında sessiz bir şekilde duracak. Bu iki buz devi, geceye mistik bir hava katıp, uzayın derinliklerine dair sırların mesajlarını taşıyacak. 

Hilal ay, bu kozmik balenin izleyicisi ve sessiz anlatıcısı olarak gökyüzünde yükselirken, insanlık bir kez daha evrenin büyüklüğü ve güzelliği karşısında nefesini tutacak.
Gezegenler sırasını alıp dans ederken, bu sahne yalnızca astronomların değil, hayalperestlerin de rüyalarına ışık saçacak. Çünkü o gece, gökyüzü sadece yıldızlarla değil, insanlığın sonsuz keşif arzusu ile de aydınlanacak. 

Ve böylece, Ocak ayının gökyüzü bir bilimkurgu masalına dönüşecek. İnsanlık, evrenin derinliklerine gözlerini çevirirken, o gece yalnızca gezegenlerin değil, hayallerin de dans ettiği bir gece olacak.
Görsel: Yapay zeka

5 Ocak 2025 Pazar

BU SOHBETE BAYILACAKSINIZ


Datça yarımadasının üç yakasında, üç ayrı köyden üç dost... Çocukluktan tanırlar birbirlerini. Aynı toprağın kokusunu içlerine çekmiş, aynı dereden su içmiş, aynı rüzgârın savurduğu papatyalara takılmış gözleri.
Batı Datça'dan(Yazı Köy) Sinyor Günay Kaptan, Doğu Datça'dan(Emecik) Bekir Cümen ve Orta Datça'dan(Reşadiye) Y. Ziya Özalp.
Onlar, birbirinden farklı aksanları, şiveleri ve tabii ki birbirinden ayrı kahkahalarıyla Datça'nın renkli mozaiğini oluştururlar.

Günlerden bir gün, bu üç eski dost Reşadiye meydanındaki kahvede buluşur. Ortalık cıvıl cıvıl, herkes kendi gündemiyle uğraşırken, onlar masanın köşesinde hararetli bir tartışmaya tutuşmuşlardır.
Konu: “NEREYE GİDİYORSUN?” sorusunun en güzel şekilde nasıl söyleneceğidir. Çünkü her biri, kendi şivesinin diğerlerinden daha doğru ve tabii ki daha "ince" olduğuna emindir.

Sinyor Günay Kaptan, bir elini bardağındaki çaya, diğerini burnunun altındaki bıyığa götürerek konuşmaya başlar:

Bakın şimdi, esas ‘nereye gidiyorsun?’ şöyle söylenir: ‘NEREYE GİDİİYRUUUN?’ Böyle bir uzatma, böyle bir ahenkle Datça’nın rüzgârını, denizin dalgasını içinde hissedersin. Bu, şivemizin asaletidir!

Bekir Cümen, sandalyesini ileri kaydırır ve parmağını masaya vurur.

Yok ya! Hadi ordan! En doğalı, en samimisi benim söylediğimdir: ‘NEREYE GİDİCİSİN?’ Hem kısa, hem net. Lafı dolandırmadan, mertçe sorarsın. Bir kere Datça’nın efeliği bu konuşmada var.”

Y. Ziya Özalp, diğer iki dostuna bakarak hafifçe gülümser. Her zamanki gibi sözünü sakınmaz.

İkiniz de yanılıyorsunuz, ağalar. Esas güzellik, ‘NEREYE GİDİPDURUUUN?’ demekte. Bir düşünün! Hem soruyorsun hem de karşı tarafın haliyle meşgul olduğunu hissettiriyorsun. Biz Reşadiyeliler, karşıdakinin halini hatırını göz ardı etmeyiz.”

Üçü de kendi söyleyişini birbiri ardına tekrar ederken, meydanda toplanan kalabalık kahkahayla izlemeye başlar.
Biri, "Bunlar bu tartışmayı kırk yıldır yapıyor!" derken, bir diğeri, "Gene başladılar!" diye ekler. Ama kimse müdahale etmez. Çünkü bu üç Datçalı'nın dostluğu, köylerin ayrılığına rağmen Datça’nın ruhunu temsil eder.

Akşamüstü, kahveci çay ocağını kapatırken, üç arkadaş hâlâ “nereye gidiyorsun” üzerine tartışmaktadır. Sinyor Günay, Cümen ve Yusuf Ziya… Bu üç Datçalı, ne kadar farklı olsalar da aynı gökyüzünün altında büyümenin güzelliğini bilir.
Onlar, Datça’nın üç rüzgarıdır; biri kuzeyden eser, biri doğudan, biri batıdan. Ama nihayetinde aynı denize ulaşırlar.

Ve o akşam Datça’da bir kez daha gülüşmeleri yankılanır:
Ee hadi bakalım, nereye gidiiyruuun? Nereye gidicisin? Nereye gidipduruuun?”

YAZIKLAR OLSUN HEPİMİZE

Yağmur kesildi.
Sular çekildi.
Belgeselci arkadaşım Orhan Soylu çekti bu fotoğrafları.
Ortaya çıkan tablo, insanlığın doğaya karşı işlediği en büyük suçlardan birinin sessiz ama bir o kadar da sarsıcı bir belgesi.

Her yer çöp. Plastik torbalar, kimyasal kalıntılar, inşaat artıkları.
Tonlarca kilometrelerce atık.
Üstelik bunların büyük bir kısmı doğrudan denize karıştı,  güzelim koylar zehirle kaplandı. Denizin mavisi, insanın açgözlülüğünden ve umursamazlığından griye dönüştü.

Dünyayı tekne ile dolaşan ilk denizcilerimizden Sadun Boro, yaşamının son günlerinde bu duruma dikkat çekmişti. Onun şu sözleri hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor:

"Dünyanın hemen hemen tüm koylarını gezdim. Doğaya bizim kadar kötü davranan bir toplum görmedim. Daha beş nesil önce birbirini yiyen yamyamlar bile çevreye bizden daha duyarlı."

Bu cümleler bir utanç vesikası gibi önümüzde duruyor. İnsan eliyle yaratılan bu yıkımı görmek, yalnızca doğaya değil, kendi vicdanımıza karşı da işlenmiş bir suçun itirafı gibi.

Ama asıl soru şu: Biz buna nasıl izin verdik? 
Kendi yaşadığımız toprakları, berrak denizleri, yemyeşil doğayı çöplüğe çeviren bu kör düzeni nasıl görmezden geldik? 
Sessizliğimizle bu suça ortak olmadık mı?

Sadece kirliliği değil, kendi kayıtsızlığımızı da sorgulamalıyız. Eğer doğa böyle acı çekiyorsa, bunun suçlusu sadece bizi yönetenler, atıkları bırakanlar değil, aynı zamanda onlara ses çıkarmayan, tepki göstermeyen hepimiziz.
Hesap sormayan biziz!
Yazıklar olsun bize.

Doğayı tüketirken, aslında kendi geleceğimizi, çocuklarımızın yaşamını ve ortak değerlerimizi de tüketiyoruz. Eğer bu kısır döngüye bir son vermezsek, çöplükte yaşamayı hak eden bir toplum olarak tarihe geçeceğiz. Ve o zaman, doğanın bize "lanet olsun" deyişini gerçekten duyacağız.

4 Ocak 2025 Cumartesi

ÇİTLERİN GÖLGESİNDE

Bir zamanlar dünya, sınırların ve çitlerin ne olduğunu bilmeyen bir yerdi. İnsanlar toprak üzerinde özgürce yürür, ağaçların dallarındaki meyveleri paylaşır, nehirlerden akan suyun her damlasını kutsal bilirdi. Toprak, gökyüzü gibi herkesin ortak yurduydu; kimsenin daha fazla ya da daha az hakkı yoktu üzerinde.

Sonra bir gün, her şey değişti. Adı unutulmuş, yüzü çoktan tarihin tozunda silinmiş bir adam, elinde birkaç kuru dal ve bir avuç kibirle bir toprak parçasının ortasında durdu. Gözlerini ufka dikerek, “Burası benim” dedi. "Bu toprak, bu ağaç, bu su... Hepsi bana ait." Kuru dallardan bir çit yaptı, sınırlar çizdi, toprağı kendi ilan etti.

Etrafına toplanan insanlar, şaşkınlık ve şüpheyle ona baktılar. "Toprak nasıl senin olabilir?" diye sordu biri. "Toprak herkesindir, kimseye ait değildir. Ne yağmur birine aittir ne de rüzgâr."

Adam kibirle güldü. "Çünkü ben çit çektim" dedi. "Çünkü bunu ilk ben yaptım. Ve şimdi bu sınırın içinde kalan her şey benimdir. İstersem paylaşırım, istemezsem saklarım. Kimse buna itiraz edemez."

Bazı insanlar bu sözlere inandı, ya korkudan ya da anlayışsızlıktan. Onu desteklediler, onun kurduğu çitleri savundular. Azınlık isyan etti. Kalabalığın arasından bir adam öne çıktı, ellerini havaya kaldırarak haykırdı:

"Dinlemeyin bu adamı! Toprak kimsenin değildir, ağaçlar kimsenin değildir! Çit çekmek, yalanın ilkidir. Mülkiyet dediğiniz şey, hırsızlığın ta kendisidir! Bu çitlerin arkasında sadece açgözlülük ve sahtekârlık vardır. Meyveler herkesindir, toprak herkesindir. Eğer bu yalana inanırsanız, yıkımımızın başlangıcı bu olacak!"

Ama sesini çok az kişi duydu. Çoğunluk, çitlerin ardında sunulan sahte güvenlik ve sahiplik duygusuna teslim oldu. İnsanlar toprağı paylaşmak yerine bölmeyi, özgürce dolaşmak yerine sınırlar içinde yaşamayı seçti. Çitler büyüdü, sınırlar sertleşti, toprağın özgürlüğü hapsedildi.

Zamanla mülkiyet kutsallaştırıldı, çitler medeniyetin temel taşları ilan edildi. Artık herkes kendi küçük çitlerini çekiyor, kendi "benim" dediği sınırların içinde yaşamaya mahkûm oluyordu. Ancak kimse görmüyordu: Çitler yalnızca toprağı değil, insanın ruhunu da kuşatıyordu.

Bir zamanlar özgür olan dünya, şimdi çitlerin gölgesinde yaşıyordu. Toprak, artık yalnızca güçlülerin mülkiyetiydi. Ve her bir çit, özgürlüğün mezar taşı oldu.
İyi pazarlar.
Görsel: Yapay zeka





3 Ocak 2025 Cuma

KNİDOS'UN ÇIĞLIĞI

1967 yılıydı. Dünya, kendi telaşını yaşarken, Ege’nin kıyısında, Knidos’un kadim topraklarında bambaşka bir hikâye şekilleniyordu. O vakitler Knidos, sadece geçmişin sessiz bir yankısıydı. Ne sit alanı ilan edilmişti, ne de koruma altındaydı. Taşların ve otların arasında, denizin tuzlu nefesiyle yoğrulan bu antik kent, yalnızca köy halkının günlük yaşamının bir parçasıydı. 

Yazı Köyü'nün insanları, köylerine yeni bir soluk katmak istiyordu. Köylülerin buluşabileceği, çayını yudumlarken sohbet edebileceği bir kahvehane... Bu fikir, köyün muhtarı Mustafa Bıçak’ın aklından çıkmıştı. Onun bu hayali, köylünün gönlünde filizlendi. Sadıkoğulları, Yorulmazlar ve daha niceleri, omuz omuza vererek işe koyuldu. Herkes elinden geleni yapıyordu. 

Taşlar bir araya getirildi, denizden kovalarla su çekildi. Kimisi marangoz oldu, kimisi duvarcı... Öğle yemeklerinde gazete parçalarından masa kurulur, sıcak köy ekmeği, dalından yeni kopmuş domates ve zeytinle karınlar doyurulurdu. Bu, sadece bir bina inşası değildi; insanları, yürekleri, hayalleri buluşturan bir kardeşlik sofrasıydı. 

Zamanla, köy kahvesi köylünün yaşamında bir mihenk taşı oldu. Gündüzleri çayın demlendiği, akşamları balık sofralarının kurulduğu bir yer... Knidos’un ılık meltemi, anason kokusuyla denizin iyotu arasında yankılanırdı. Kahkaha, muhabbet ve dostluk, bu taş duvarların arasında filizlenirdi. 

Ancak zaman, sadece insanları değil, hikâyeleri de değiştirir. Köy kahvesi, önce köy tüzel kişiliğine, sonra Muğla Büyükşehir Belediyesi’ne, en sonunda da Datça Belediyesi’ne geçti. 2011 yılında tapusu belediyeye tescil edildi. Yıllarca bir restoran olarak işletilen bu yapı, gelirini belediyenin kasasına aktarırken, köylünün emeğiyle yazılmış bu hikâye yaşamaya devam etti. 

Ta ki bir gün, devran değişene kadar... 2023 yılı geldiğinde, Cumhurbaşkanının "CHP’li belediyeleri silkeleyin" talimatıyla harekete geçen Kültür ve Turizm Bakanlığı, buraya göz dikti.
“Kaçak” dediler. Ancak belediye, tapusuyla bu iddiayı çürüttü.
Ama Bakanlık durmadı, el koyma girişimini sürdürdü. 

Yazı köylüleri kızgındı, Datçalılar üzgün. Alın teriyle, imeceyle, yüreklerinin bir parçasını koyarak inşa ettikleri bu mekânın ranta kurban edilmesini istemiyorlardı. Çünkü biliyorlardı ki bu bina, sadece bir duvarlar yığını değil; geçmişin anıları, dostluğun ve emeğin simgesiydi. 

Knidos’un taşlarına dokunan rüzgâr şimdi başka bir yankıyla dolu. Köylüler direnirken, bu kadim toprakların sessiz çığlığı yükseliyor. 

"Bizi ranta teslim etmeyin. Anılarımızı yaşatın."

2 Ocak 2025 Perşembe

CENNET KAPISI, EMEVİ CAMİİ

Şam, binlerce yıllık tarih boyunca farklı inançlara ev sahipliği yapmış bir şehir. Güneş, şehirde yükseldiğinde, altın kubbesinden ışık saçan Emevi Camii’nin yerinde bir zamanlar tanrıların, peygamberlerin ve kralların ayak izlerini taşıyan kutsal bir zemin vardı. İşte bu yerin hikayesi, bir tapınakla başladı. 

Aramiler bu toprakların ilk sakinleriydi. Tanrıları Hadad’a adadıkları görkemli bir tapınak inşa ettiler. Kölelere yaptırdılar. Her sabah güneş, tapınağın taş sütunlarına vurur, halk dualarla tanrılarından bereket ve yağmur dilerdi. Şehir büyüdü, uygarlıklar değişti ve tapınağın sessiz taşları Roma lejyonlarının ayak seslerini duymaya başladı. 

Roma İmparatorluğu, Hadad’ın adını unutturup onun yerine Jüpiter’i yerleştirdi. Yine kölelerce. Tapınak artık Jüpiter’e adanmıştı. Mermer sütunları gökyüzüne yükseliyor, Şam’ın dört bir yanından gelen insanlar burada ibadet ediyordu. Fakat zaman, her şey gibi tapınağı da değiştirdi. 

Roma, Hristiyanlığa kapılarını açtığında, bu kutsal mekan, Aziz Yahya adına bir kiliseye dönüştürüldü. Yine kölelerce.
Efsaneye göre, Hristiyanlar, Vaftizci Yahya’nın kutsal başını bu kilisede muhafaza etmeye başladılar. Yahya, hem Yahudiler hem Hristiyanlar için kutsal bir figürdü. Onun adını taşıyan kilise, yalnızca ibadet yeri değil, aynı zamanda barış ve kutsiyetin sembolü gibiydi. 

Yıllar geçti, çağlar bitti, zaman döndü ve Şam, Emevilerin yönetimine girdi. İslamiyet, bu topraklarda kök salarken, Müslümanlar için büyük bir ibadet yeri inşa etme arzusu belirdi. Halife I. Velid, Şam’a geldiğinde Aziz Yahya Kilisesi’ni gördü. Bu kutsal yer, farklı dinlerin buluşma noktasıydı ve Halife, burada İslam’ın görkemini yansıtan bir cami inşa etmeye karar verdi.
Ancak bu karar kolay alınmadı. Şam halkının bir kısmı Hristiyandı ve kilisenin yıkılmasına itiraz ettiler. Bunun üzerine Halife, halkın temsilcilerini çağırdı. Onlara bir teklifte bulundu: Kiliseyi altınla tartarak karşılığını verecek ve inşaat sırasında Hristiyan işçileri de istihdam edecekti. Uzlaşma sağlandı ve yapım başladı.
Caminin inşası sırasında, Bizans ustaları altın mozaikler işledi. Duvarlara cennetin bahçeleri tasvir edildi; akan nehirler, yeşil ağaçlar ve sonsuz huzur... Caminin kubbesi, gökyüzünü andıracak şekilde mavi ve altın renklerle kaplandı. İnşaat yıllarca sürdü, ancak sonunda cami, sadece Müslümanlar için değil, tüm Şam halkı için bir gurur kaynağı oldu.
Caminin en kutsal köşesine, Vaftizci Yahya’nın türbesi yerleştirildi. Bu türbe, caminin manevi kalbi oldu. Müslümanlar onu bir peygamber olarak saygıyla anar, Hristiyanlar ise bir aziz olarak ziyaret ederdi. Cami, iki inancı da birleştiren bir bağ haline geldi. 

Yüzyıllar boyunca cami, depremler, yangınlar ve savaşlarla sınandı. Timur’un orduları Şam’ı yerle bir ettiğinde, cami ağır yara aldı. 19. yüzyıldaki büyük bir yangında mozaikler kül oldu, ancak cami her seferinde yeniden doğdu. Emevi Camii, her yeniden doğuşunda daha güçlü, daha görkemli bir hale geldi. 

Bugün, Emevi Camii’nin beyaz minaresine bakanlar, farklı bir efsaneyi hatırlar. İslam geleneğine göre, kıyamet günü Hz. İsa, işte bu minareden yeryüzüne inecektir. Bu yüzden cami, sadece geçmişin değil, geleceğin de bir sembolü olarak ayakta duruyor. 

Emevi Camii, taşlarına dokunan her uygarlığın izlerini taşıyor. Duvarları, inançların, barışın ve umudun hikayesini anlatıyor. Şam’ın kalbinde bir ışık gibi parlıyor ve tarihteki sayfaları ziyaretçilerine şu sözleri hatırlatıyor. 

Burada her inancın bir yeri vardır, çünkü bu mekan, insanlığın ortak mirasıdır.” 

Ama iktidarı her ele geçiren bu tarihi mirası yok sayıp farklı inançlara bu kutsal mekanı kapatıyor.
Ve insanlığın bu ortak mirası siyasetin kirli diline hiç yakışmıyor.

GOLAN TEPELERİNİN LANETİ

Kadim zamanlarda, Golan Tepeleri’nin zirvelerinde, halkın kutsal saydığı Kaya Tanrıları yaşardı. 
Nimrut soyu bu tanrılar, Nimrut Kalesi'nde insan şekline bürünmüş devasa taş sütunlardı ve sadece toprağın adaletini değil Golan halkını da korumak için yaşarlardı. 
İnanca göre, bir yabancı Golan Tepeleri’ne zarar vermeye ya da bölgeyi ele geçirmeye çalışırsa, Kaya Tanrıları uyanacak ve toprağın intikamını alacaktı. 
Ancak yüzyıllar geçti, insanlar bu hikayeleri unutmaya başladı. Kaya Tanrıları ise sessizce uykuya daldı. 

Bir gün, komşu diyardan gelen  güçlü, gaddar bir kral, Golan Tepeleri’ni işgal etmeye karar verdi. Bu kral, Bibi adıyla biliniyordu ve fethettiği her toprağı halkıyla birlikte yakıp yıkıyor, ayağının bastığı yerde ölüm yeşeriyordu. Dünya onu savaş suçlusu bir cani olarak tanıyordu.
Golan Tepeleri’nin stratejik önemini bilen bu gaddar Bibi, ordusunu bölgeye gönderdi ve buradaki köyleri yakıp, kutsal tapınakları yağmalamaya başladı. 
Halk, tanrılarından yardım dileyerek dualar etti ama Kaya Tanrıları hareketsizdi. İnsanlar umutlarını yitirmek üzereyken, yaşlı bir kadın, köyün meydanında toplandı ve eski bir kehaneti hatırlattı. 

Kaya Tanrıları, yalnızca ‘Saf Gözyaşı’ toprağa değdiğinde uyanır,” dedi. “Birinin, Golan’ın özünü sevgiyle sulaması gerekir.” 

Yaşlı kadının torunu olan genç bir çoban kız Mira, halkın bu sözlere itibar etmediğini görünce, kendi başına harekete geçti. Mira, Kaya Tanrıları’nın bulunduğu Nimrut kutsal alanına çıktı ve onların önünde diz çöktü. Gözlerinden yaşlar dökülerek, Golan’ın halkı ve doğası için yalvardı. Ama tanrılar hâlâ suskundu. Mira, son bir çabayla, toprağı kendi kanıyla sulamaya karar verdi. Bir hançerle elini keserek kanını toprağa akıttı ve son nefesinde, “Toprak için toprağa döndüm. Ey adaletin tanrıları, bizi duyun!” diye haykırdı. 

Tam o anda, Kaya Tanrıları’nın gözleri parlamaya başladı. Dağları sarsan bir gümbürtüyle, Kaya Tanrıları uykularından uyandı. Devasa taş sütunlar insan formuna büründü ve göğe yükseldi. Golan Tepeleri’nin zirvesinde bir fırtına koptu. Bibi’nin ordusu bu gürültüyü duyduğunda, korkuyla kaçmaya çalıştı ama tanrılar onların kaçışını engelledi. Rüzgarlarla savrulan kumlar ve devasa taşlarla gökyüzü karardı. Kaya Tanrıları, işgalci askerleri birer taş figür haline getirdi ve Golan’ın derin vadilerine gömdü. 

Bibi ve ordusu, korkuyla bölgeyi terk etti ancak tanrıların laneti onun peşini bırakmadı. Nerede bir toprak fethetmeye çalışsa, ordusu taşlaşır ve toprak onu reddederdi. Mira’nın kanının döküldüğü yer, bahar geldiğinde asla kurumayan bir dereye dönüştü. 
Bugün Golan Tepeleri’nde o dereye bakanlar, suyun fısıldadığını duyar. 

Zalim Bibi'ler oldukça, kahraman Mira'lar da olacaktır ve o Mira'lar eninde sonunda halkını uyandıracaktır.

George Orwel, "İnanılan efsaneler gerçek olma eğilimindedir" der.

TEL ÜSTÜ SOHBETLERİ

Serin bir kış sabahıydı. Gün doğarken gökyüzü pembe ve turuncu tonlarla süslenmiş, güneşin ilk ışıkları bir çift kumruyu aydınlatıyordu. Bu kumrular, köyün hemen yanındaki eski telefon tellerine tünemiş, yan yana duruyorlardı. Biri gri tüylerini hafifçe kabartmış, diğeri başını yana eğmiş, sanki derin bir düşünceye dalmış gibiydi.

Kumrular, insana benzeyen bir içgüdüyle, doğanın bir parçası olduklarını hissettiriyordu. Birazdan köyden dumanlar yükselecek, tarlalardan insan sesleri duyulacaktı. İnsan, bu toprakların efendisi gibi görünse de, kumrular bu düşünceye karşı çıkıyor gibiydi. Tellerin üzerine tünemiş bu iki kuş, insanla doğa arasındaki bağın sessiz bir tanığıydı.

Köyün küçük çocuğu Ali, avluda koştururken onları fark etti. O sabah, dedesi ona doğanın nasıl bir bütün olduğunu anlatmıştı. Dedesinin kelimeleri hâlâ aklında yankılanıyordu: "Kuşlar özgürdür, torunum. Ama insan, kendi yaptığı şeylerle zincirlenir. Toprak onun değildir, o toprağın bir parçasıdır."

Ali, kumrulara baktı ve içini bir huzur kapladı. O kuşların gözünden, insanoğlunun kendini doğadan nasıl ayırdığını görmeye çalıştı. Kumruların bir telde, bu kadar yakın ama bir o kadar da özgür duruşu, ona insanın kaybettiği bir şeyi hatırlatıyordu. İnsan, doğayla yan yana durmayı unutmuştu. Oysa kuşlar, tellerle gökyüzü arasında gidip gelirken, her şeyin bir arada var olabileceğini gösteriyordu.

O sabah kumrular, tellere tünemiş basit iki kuş gibi görünüyordu. Ama gerçekte, insana ait olmayan bir dünyanın, birliğin ve uyumun şarkısını söylüyorlardı. Ali bunu anladı, dedesinin dediği gibi, toprağa bakıp eline bir avuç toprak aldı. Belki insan, bu toprağı sadece kirleten değil, onunla yeniden uyum içinde yaşayan biri olabilirdi.

Kumrular kanatlandı. Gökyüzüne doğru süzülürken, bir an için tarlaların, dağların ve köyün tamamını kucakladılar. Ve insan, bu iki küçük kuşun ardında bıraktığı sessiz mesajı anlamayı bekliyordu. Belki de her şey, yeniden bir parçası olmaya karar verdiğimizde değişecekti.

RÜZGARIN ÇAĞRISI

Yıl 1922… Kızlan Köyü, Datça’nın sırtını rüzgara dayadığı o günlerde, sabahları yel değirmenlerinin uğultusuyla uyanırdı. Köyün tepesinde beş yel değirmeni sıralanmıştı; her biri adeta rüzgarın şarkısını söyleyen birer müzisyen gibiydi. Değirmenlerin en büyüğünü işleten Stavros, buğdayın un haline gelmesindeki ustalığıyla tanınırdı. Onun değirmeninde öğütülen un, çevre köylerden gelenlerin en çok rağbet ettiği ürünlerden biriydi. 

Stavros, ailesinden devraldığı bu işi büyük bir özenle yürütürdü. Her sabah rüzgarın yönünü dikkatle izler, kanatların hızını ayarlar ve değirmenin içindeki taşların birbirine sürtünmesini dinlerdi. Bu ses, onun için hem iş hem de hayatın melodisiydi. Ama Stavros’un yalnızca buğdayı değil, insanların hikayelerini de öğüttüğü söylenirdi. Her gelenle konuşur, dertlerini dinler, rüzgarla birlikte sırlarını savururdu. 

Değirmenin en çok hatırlanan günü, Rumlarla Türklerin bir arada olduğu son bahar günüydü. Köylüler, değirmenlere getirilen son tahıllar için toplanmış, Stavros’un değirmeninde sıra bekliyordu. Yaşlı Hasan, Stavros’un en yakın arkadaşıydı. Birbirinden farklı inançlara ve dillere sahip bu iki adam, çocukluklarından beri beraber büyümüş, aynı sofrayı paylaşmıştı. O gün Hasan, Stavros’a bir torba buğday getirdi ve gözlerinin dolmasını engelleyemedi. 

“Stavros,” dedi, “değirmenin taşları hep dönecek mi dersin? Rüzgar hep aynı şarkıyı söyleyecek mi?” 

Stavros, dostuna baktı. Ellerini yavaşça değirmenin taşına koyarak, “Rüzgarın şarkısını biz unutmazsak, o hep söyler,” dedi. 

Ama o sonbahar, rüzgar başka bir melodi taşıdı. Nüfus mübadelesi kararı köyü sarstığında, Stavros ve ailesi gitmek zorunda kaldı. Değirmenlerini Hasan’a emanet etti, ama Hasan onu çalıştırmaya asla cesaret edemedi. “Bu değirmen Stavros’un ruhu” derdi hep. Değirmen yıllar içinde sustu, rüzgarın şarkısı bir başka zamanın yankısı oldu.

YETERİNCE EĞLENMEDİNİZ Mİ?

Britanya İmparatorluğu’nun Osmanlı’ya atanmış büyükelçisi Stratford Canning, görkemli bir üniforma içinde İstanbul’a geldiğinde yıl 1825’ti. 
Tanzimat’ın gölgesinde yükselen bu metropolün adeta sahibi gibi hüküm sürüyordu. Padişahın kapısı onun sözüyle açılır, sarayın taş duvarlarında yankılanan sesler, onun emriyle şekillenirdi. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa'ya talimat verecek kadar yetkiliydi. İngiltere’nin gücünü Osmanlı'nın her köşesine taşıyan bu adam, yalnızca politik değil, kültürel bir yağmanın da kilit figürüydü. Çünkü tarihi eser kaçakcısıydı.

1846 yılında British Museum’a gönderdiği bir hediye, onun İstanbul’daki etkisinin en sinsi kanıtlarından biri oldu. Bu hediye, Bodrum’dan çalınmış bir mermer kabartmaydı. Kabartma, tarihçiler ve arkeologlar için eşsiz bir hazineydi.
Çünkü arenalarda hep erkek gladyatörlerin dövüştürüldüğu sanılıyordu ama bu kabartmanın üzerinde iki kadın gladyatör Amazon ile Akhillia betimlenmişti. Ellerinde kılıç ve kalkan vardı; miğferleri ise yerdeydi. Kabartmanın tepesinde yazan iki kelime dikkat çekiyordu: Özgür Bırakıldılar.

MS.1'nci yüzyıldan kalma Mermer kabartma, yüzyılların sessizliği içinde bir hikâye anlatıyordu. Geceleri meşale ışığında dövüştürülen Amazon ve Akhillia, gladyatörlerin kana bulanmış arenalarında savaşa sürülmüş kadınlardı. Onların adları, kökenleri gibi, sıradan bir Roma ismi taşımıyordu. O isimlerde  Antik Anadolu'nun özgün tınısı vardı. Onlar arenada diğerleri gibi ölmek yerine, kaderlerine meydan okumuşlardı.

Tarihçiler bu hikâyeye iki farklı yorum getirdi. Kimilerine göre, Amazon ve Akhillia dövüşmüş, fakat birbirlerine üstünlük sağlayamamışlardı. Beraberlikle biten bu destansı mücadeleleri bir ödül getirmiş, hayatlarını kurtarmıştı. 
Ancak diğer bir yorum daha derindi. Dövüşmeyi reddettiklerini, yere bırakılmış miğferlerinin bu direnişi simgelediğini iddia edenler vardı. Arenanın kan isteyen seyircileri önünde, kadın gladyatörler savaşmayı reddetmiş ve hayatı seçmişlerdi.

Tahliye edilmişlerdi, evet. Ama bu yalnızca fiziksel bir tahliye değildi; onlar insan onurunun çığlığı olmuş, ölüm ve savaşın karşısında bir direnişi temsil etmişlerdi. Adlarının bir taşa kazınması, sıradan bir gladyatörün ötesine geçen bu eylemlerinin kanıtıydı.

Stratford Canning, bu kabartmayı British Museum’a hediye ederken, belki de bu kadınların hikayesinden habersizdi. Onun için bu taş parçası, İngiltere’ye taşınan binlerce tarihsel eserden biriydi. Ancak Amazon ve Akhillia’nın sessiz direnişi, tarihin unutulmaz bir köşesine kazındı.

Bugün, kadınların savaşa karşı duruşu her zamankinden daha anlamlı. Amazon ve Akhillia'nın hikâyesi, geçmişten bir yankı olarak bize ulaşıyor. Kadın, savaşın değil, barışın taşıyıcısıdır. Onlar da bunu kanıtlamıştı; miğferlerini yere bırakarak, ellerine yalnızca barışın ağırlığını almışlardı.

AHLAT AĞACI UYANINCA

Yağmurlar günlerdir Datça'yı kuşatmış, toprak doygunluğa ulaşmıştı. Gök yüzü bir türlü maviye dönmüyordu. Köyün taşlı sokaklarında yürüyen insanlar, yağmurluklarının altından güneşin özlemini taşıyordu. Ama yeni yılın ilk sabahıyla, ansızın bulutlar aralandı. Güneş, ılık ve şefkatli ışıklarıyla yeryüzüne indi. 

Kıvrımlı yamaçların birinde, yıllardır aynı köşede duran yaşlı bir ahlat ağacı vardı. Kimse ona pek dikkat etmezdi. Yaprakları sararıp döküldükten sonra, yalnızca çıplak dallarıyla kışı sessizce geçirirdi. Ancak bu sabah bir şeyler farklıydı. Güneşin sıcaklığı, ahlatın ince dallarına dokunmuş, uykusunu bozan bir ses gibi canına işlemişti. Daha kış bitmeden, baharı getirme cesaretini buldu içinde. Dallarında beyaz çiçekler açtı. O çiçekler, adeta gecikmiş bir gülümseme gibi parlıyordu. 

Yakındaki fundalıktan uçuverdi bir kelebek. Uzun süredir görülmeyen, sanki varlığı unutulmuş gibi duran narin bir yaratık... Çiçeklere kondu, kanatlarını ağır ağır çırparak güneşi selamladı. Arkasından bir diğeri, sonra bir diğeri daha geldi. Bir anda ahlatın dalları bir festival alanına döndü. Çiçeklerin ve kelebeklerin dansı, toprağın derinliklerinde uykuda olan baharın yankısı gibiydi. 

Köyün yaşlıları, bu erken baharı gördüklerinde birbirlerine bakıp sessizce gülümsediler. “Doğa şaşmaz,” dedi biri, “bizden önce bilir zamanını.” 
Güneşin altında ahlat çiçeği ve kelebeğin dansı, insanlara umut taşıyan sessiz bir şiir gibi akıp gitti..


1 Ocak 2025 Çarşamba

GERÇEK BİR HİKÂYE

Bugün 2 Ocak Dünya Bilim Kurgu Günü.
Bilim kurgu denilince aklınıza kim geliyor?
Jules Verne mi?
Herbert George Wells mi?
Yoksa Isaac Asimov mu?
Oysa tarihin derinliklerinde biri daha var. Üstelik Türkiye'den.
Asırlar öncesi bir hikaye bu.

Adıyaman'ın sessiz dağları ve uçsuz bucaksız ovaları, bundan yaklaşık 1800 yıl önce hayallerin ötesine geçen bir zihin için sahne olmuştu. Samsatlı Luciano, o çağların sınırlı dünyasında yaşayan ama sınırları hayal gücüyle aşan bir adamdı. Günümüzün Jules Verne’i, H.G. Wells’i, hatta Isaac Asimov’u ondan esinlenebilirdi; ama bu topraklardan çıkan bu dâhi, kendi halkı tarafından neredeyse unutulmuştu.

Luciano’nun dünyası, tanrıların öfkesinden, imparatorların ihtirasından, halkın hayatta kalma mücadelesinden ibaretti. Ama o, zihninde bu dar çemberi kırmayı başardı. Bir gece, yıldızların altında, sessizce gökyüzüne bakarken bir düşünce zihnine düştü: "Ya o parlak ayın ötesine geçebilseydim? Ya yıldızların ardındaki sırrı çözebilseydik?"

Bu düşünce, onu M.S. 2’nci yüzyılın en sıra dışı eserlerinden birini yazmaya itti. "Gerçek Bir Hikaye" adlı bu eser, yalnızca kendi çağını değil, geleceği de şekillendirecek fikirlerle doluydu. Luciano’nun hayalinde, 50 cesur insanla bir gemiye biniyor ve ayın yüzeyine doğru bir yolculuğa çıkıyordu. Uzayın derinliklerinde korkunç savaşlara, fantastik yaratıklara ve büyüleyici keşiflere tanık oluyordu.

Ancak bu sıradan bir hikâye değildi. Luciano’nun anlattıkları, bir insanın sınır tanımayan hayal gücünün ve evrenin sırlarını çözme tutkusunun ilk adımıydı. Bugün, bilimkurgu eserlerinin temel taşları arasında sayılan bu eser, insanlığın uzay hayalini ilk kez yazıya döken bir cesaret eylemiydi.

Yüzyıllar geçti. Yuri Gagarin uzaya çıkan ilk insan oldu, insanlar Ay’a ayak bastı, Mars’a araçlar gönderildi. Hatta asteroidlerde maden arayacak teknolojiler bile geliştirildi. İnsanlık yıldızlara doğru ilk gerçek adımlarını atarken, Luciano’nun hayal ettiği yolculuk bir vizyon olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşüyordu.

Ama ne ironidir ki, Luciano’nun doğduğu topraklarda, onun adı neredeyse unutulmuştu. Adıyaman'ın sessiz dağlarının ardında doğan bu hayalperest, bugün yalnızca az sayıda kişi tarafından biliniyor. Oysa dünyanın başka köşelerinde, NASA’nın Ay’da bir kratere onun adını verdiğini öğrenen insanlar, hayranlıkla onun hikâyesini dinliyor.

Luciano, hayallerin gücünün sınırları aşabileceğinin kanıtıydı. Belki de insanoğlunun uzaya çıkmasından önce, evrenin kapısını aralayan ilk zihinsel yolculuğu yapmıştı. Onu hatırlamak, sadece bir yazarı anmak değil; insanın hayal etme gücüne duyulan saygının bir ifadesidir.

Gökyüzüne baktığınızda, yıldızların arasında bir yerlerde Luciano’nun hayali hâlâ yaşıyor. Ve belki bir gün, insanlar Ay’da koloni kurduklarında onun adını anacaklar: "Burada bir hayalin ilk tohumu atıldı."
Görsel: Yapay zeka

HER ŞEY BU ADAMLA BAŞLADI

Roma’nın soğuk ve karanlık bir kış gecesiydi. Gecenin yıldızsız gökyüzü, karanlığın mutlak hüküm sürdüğü bir savaş alanına benziyordu. Halk, uzun süren karanlık günlerin ardından güneşin tekrar zafer kazanacağına dair umudunu yitirmemek için toplanmış, sessiz bir dua fısıldıyordu. 
Ateşin kıvılcımları gökyüzüne yükselirken, yaşlı bir bilge, çocukların ve köylülerin oluşturduğu kalabalığın ortasına oturdu. Onlara "Yenilmez Güneş" efsanesini anlatmaya başladı. Bir zamanlar dünya, kaosun ve karanlığın mutlak gücü olan tanrı Nox’un egemenliği altındaydı. 
Nox, yıldızları birer birer söndürmüş, güneşi zincirlemişti. İnsanlık, gece gündüz fark etmeksizin bir gölge denizinde yaşıyordu. Topraklar bereketsizleşmiş, nehirler donmuştu. İnsanlar, Nox’un gazabından kurtulmak için taş mağaralara sığınmış, dualarla umutlarını diri tutmaya çalışıyordu. 
Ancak bir gün, gökyüzünde bir ışık belirdi. Bu, güneşin ruhu Sol Invictus idi. Karanlığın içinde zincirlenmiş olan Sol, insanlığın umudu ve yaşamı yeniden filizlendirmek için bir savaş başlatmaya karar verdi. Nox’u yenebilirse, güneş yeniden doğacak, insanlar yaşamlarını geri kazanacaktı.Sol Invictus’un göksel savaşı, yedi gün yedi gece sürdü. Her gün daha da güçlenerek karanlığı biraz daha geri püskürttü. Bu savaşta yalnız değildi. Mitra, adaletin ve fedakarlığın tanrısı, Sol’un müttefiki oldu. Bir gece, Mitra, bir dağın zirvesine çıkarak kutsal bir boğayı kurban etti. Bu kurbanın kanı yeryüzüne dökülerek bereket ve yaşamın yeniden doğmasını sağladı. 
Nehirler yeniden akmaya, çorak topraklar yeşermeye başladı.Ancak Nox, kolay pes etmeyecek kadar güçlüydü. O, en uzun geceyi getirmiş ve insanları umutsuzluğa sürüklemek istemişti. Fakat Sol, gökyüzünde bir parlak çizgi halinde yeniden doğdu. İnsanların yüreklerinde yanan ateş, Sol Invictus’un gücünü artırdı ve sonunda Nox, gökyüzünden çekilmek zorunda kaldı. Zafer günü, 25 Aralık'ta geldi. Güneş, kış gündönümünde en zayıf anından yeniden yükselişe geçmişti. 
Bu gün, "Dies Natalis Solis Invicti" yani "Yenilmez Güneş'in Doğum Günü" olarak kutlanmaya başladı. Roma sokaklarında halk, danslarla ve şölenlerle güneşin zaferini kutladı. İmparator Aurelianus, bu kutsal güne ithafen büyük bir tapınak inşa etti ve Sol Invictus’un Roma’nın koruyucu tanrısı olduğunu ilan etti. İmparator Aurelianus'un  başlattığı bu pagan kökenli dini ritueli, hristiyanlık Isa'nın doğumuna bağlayarak devam ettirdi.
#25Aralık

YÜZYILLIK YALNIZLIK VE BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK

Bir zamanlar, sarp dağların koynunda gizlenen, kuş uçmaz kervan geçmez bir vadide Macondo adında bir köy yükselirdi. Bu köy, sonsuz bir yalnızlık döngüsüne mahkûm olmuş Buendia ailesinin efsanevi tarihine beşiklik etti. Ne geçmişten kaçabilen ne de geleceği değiştirebilen bu aile, insan olmanın çetrefilli çelişkileri arasında salınarak zamanın amansız akışında kayboldu. 

Köyün kurucusu Jose Arcadio Buendia, göklerin sırrını çözmeye, yıldızları avuçlarında tutmaya çalışan bir düş gezginiydi. Onun gözlerinde büyü, bilimle kol kola yürür, mucizeyle delilik arasındaki o ince çizgide bir hayat inşa edilirdi. Ancak kader, onun aklını dahi bir rüyanın girdabına teslim etti; sonunda, yalnızlıkla mühürlenmiş bir deliliğin karanlık sularında kaybolup gitti. 

Ailenin gerçek omurgası ise Ursula idi. Sabırlı elleriyle yalnızca ekmeği değil, ailenin parçalanan kaderini de yoğurmaya çalıştı. Her ne kadar yıllar onu yorsa da, o, Buendía ailesinin ağır yükünü sırtlanan sessiz kahramandı. Ancak kader, bir döngüyü başka bir döngüye bağlarken, Buendia soyunun adeta genlerine işlenmiş laneti iş başındaydı: Aynı isimler, aynı hatalar, aynı acılar… Yalnızlık, adeta bu ailenin damarlarında akan bir kan, aldıkları her nefeste içlerine dolan bir yazgı oldu. 

Macondo'nun yitik zamanlarına ışık tutan Melquiades, ölümsüz bir çingene ve gizemli bir kâhindi. Onun arkada bıraktığı şifreli yazılar, hem ailenin tarihini hem de sonunu içine hapsediyordu. Ama o yazılar, yalnızca soyun son torunu Aureliano tarafından anlaşılabilecek bir sırrı barındırıyordu. Ve bu sır, aile için dönüşü olmayan bir sona açılan kapıydı. 

Yıllar geçtikçe Macondo da Buendia ailesi gibi çürümeye yüz tuttu. Altın çağını yaşamış bu köy, doğanın sessiz gazabıyla sararıp soldu, unutuşun kanatları altında yavaşça silindi. Sonunda, Buendia ailesinden yalnızca Aureliano kaldı. Aile geçmişini ve kaderini çözmeye çalışırken, yazıların son cümlesiyle dehşetle yüzleşti: Buendía soyunun varlığı, başlangıçtan beri sona yazgılıydı. Ve kasırga, onların hikâyesini tarihten bir daha hatırlanmamak üzere sildi. 

Macondo, son gününde, yıllar boyu taşımış olduğu yalnızlığı bir kasırga gibi göğe savurup kendi içine çöktü. Hiçbir iz kalmadı geride; ne bir ad, ne bir taş, ne bir hatıra. Buendía ailesi ve Macondo’nun hikâyesi, evrenin sonsuz boşluğunda yankılanan silik bir sese dönüşse de, verdiği mesaj anlamlıydı.
İnsanlık, yalnızlığın pençesinde bir döngüden diğerine savrulurken, geçmişle yüzleşmeden, kaderin ağırlığından kurtulamaz. 
Tarihin ve hayatın döngüselliği içinde, her şey bir gün silinir. Ancak unutulmaz olan, bu döngüyü anlamak ve ona direnerek kendine özgü bir anlam yaratmaktır. 

Dünya edebiyatının en iyi romanlarından biri olarak kabul edilen, Nobel Edebiyat Ödüllü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez'in "Yüzyıllık Yalnızlık" isimli başyapıtı Netflix'de dizi olarak yayınlanıyor. Ben çok başarılı buldum.Romana yakışmış. İzlemeyenlere tavsiye edilir.

DEFNE YAPRAKLARI ARASINDA 6 KELİME


British Museum’un loş salonlarından birinde, bir mozaik zamanın gölgesinden çıkıp ziyaretçilerin ilgisini üzerinde topluyordu. İnce işçiliğiyle bezeli taşların arasına işlenmiş kelimeler, yalnızca bir dekor değil, geçmişten gelen bir hikâyenin taşıyıcısıydı. 
Defne yapraklarının arasında dolaşan kelimeler şöyle diyordu. 

“Sağlık”
“Yaşam”
“Neşe”
“Barış”
“Mutluluk”
“Umut” 

Bu kelimelerin bir ruhu, derin anlamları vardı. 

M.S. 4. yüzyıl… Roma İmparatorluğu’nun güneşle yoğrulmuş topraklarında yılın son günlerini kutlayan bir festival hüküm sürüyordu: Dies Natalis Solis Invicti(Yenilmez Güneş’in Doğum Günü). Güneş Tanrısı Sol Invictus’a adanan bu kutlamalar, kışın karanlığında insanlara yeniden doğuşun ışığını vaat ediyordu. 

Bodrum’un limanında da festivalin yankıları hissediliyordu. İnsanlar dilekler tutuyor, yeni yılın bereketi ve zenginliği için adaklar sunuyordu. Altın keseleri ve servet hayalleri, tanrıya en çok sunulan dileklerdi. Ancak biri vardı ki, kalabalığın arasından farklı bir ışık saçıyordu: Şehrin hekimi Aelianus. 

Aelianus yalnızca bir doktor değil, bilgeliğiyle de tanınan bir filozoftu. Ona göre sağlık, bedende çiçek açan bir ağaç değil, ruhun köklerinden yükselen bir yaşam ağacıydı. İnsanların zenginlik peşinde koşturduğu bu festivalde, Aelianus’un dileği bambaşkaydı. 

Evinin girişine bir mozaik astırdı. Taş ustasına şunları söyledi. 

“Defne çelengi yalnızca bir süs değil. O, yaşamın özü. İnsan, bu kelimelerin gölgesinde yaşarsa, hayatın anlamını bulur. Bu evden içeri giren herkes, burada yazanları hatırlamalı.” 

Ve mozaik işlenmeye başladı. Her bir taş, insanlık değerlerini hatırlatan kelimelerle ruh kazandı: 

“Sağlık”
“Yaşam”
“Neşe”
“Barış”
“Mutluluk”
“Umut” 

Aelianus’un evine giren herkes bu mozağe bakar, bir an durup düşünürdü. Sağlık, insanın sahip olabileceği en büyük hazine değil mi? Yaşam ne kadar kısa ve değerli? Neşe, bu kısalığa tutunan bir çiçek gibi, neden bu kadar geçici? Barış, neden insanlığa hep uzak? Mutluluk ve umut... Gerçekten bizimle mi? 

Ancak yüzyıllar geçti. Mozaik, evin duvarında yalnızlığa terk edildi. Bodrum’un taşlarının arasına gömülen bu şaheser, bir zaman sonra toprakla eşitlendi, unutuldu. Ta ki bir kış günü, yabancı eller onu keşfedip çekip çıkarıncaya kadar… 

Gemilere yüklenip uzak diyarlara götürülürken, defne yapraklarının arasındaki kelimeler hüzünle fısıldadı. 

“Beni buradan alıyorlar. Halkım nerede? Hikâyem burada kalmalıydı…” 

British Museum’a ulaştığında, mozaik artık yalnızca bir sanat eseri olarak görülüyordu. Onun önünden geçen insanlar, hayranlıkla taşların işçiliğine bakıyordu. Ama mozaik kendi kendine soruyordu. 

“Sağlık, yaşam, neşe, barış, mutluluk, umut… İnsanlar bu değerleri hâlâ hatırlıyor mu? Yoksa benimle birlikte toprak mı oldu?” 

Mozaik hâlâ orada duruyor. Ziyaretçilerin gözleri onun güzelliğinde kayboluyor, ama kim bilir, belki biri bir gün defne yaprakları arasındaki kelimeleri fark eder ve hatırlar. 

"İnsanlığın en büyük zenginliği, cebinde değil ruhunda saklıdır."

KOZMİK YILBAŞI AĞACI

Geride bıraktığımız 2024’ün son günleriydi. Dünya’nın dört bir yanında insanlar yılbaşına hazırlanırken, bir grup kişi yine sahneye çıktı. 

“Yılbaşı ağacı haramdır!” 

Onlar saçma sapan fikirleri savunurken, gözlerden uzak bir yerde, uzayın derinliklerinde ise başka bir hikâye yaşandı. 
İnsanlığın sınırlarını zorlayan bilim, bu kez gökyüzünden bir armağan gönderdi.
NASA, 2025’e sadece birkaç gün kala, dünyanın dört bir yanındaki haber kanallarında yayınlanmak üzere çarpıcı bir görüntü paylaştı. Göz alıcı bu görüntüde, yıldızlardan oluşmuş devasa bir yılbaşı ağacı var. 
Elbette bu bir ağacın fiziksel varlığı değil, NGC 2264 adlı bir yıldız kümesi. Ama şekli ve ışıltısı o kadar tanıdıktı ki, bilim insanları gözlerini bu mucizeden alamıyor. 

Bu yıldız kümesi, Dünya’dan yaklaşık 2.500 ışık yılı uzaklıkta. Genç yıldızlardan oluşan küme, doğal haliyle bile çarpıcı. Ancak NASA’daki bilim insanları, kozmik bir mizah anlayışı sergileyerek bu yıldızları kızılötesi verilerle yeşil, beyaz ve mavi renklerde görselleştirti. Ortaya çıkan görüntü, süslenmiş bir yılbaşı ağacını andırıyor. Evrensel bir sembol, bu kez insanoğlunun elinden çıkma değil, evrenin kendisi tarafından yaratılmış gibi.
Haber kısa sürede tüm dünyaya yayıldı. Bazı insanlar, “Evrenin kendisi bizi kutlamaya çağırıyor!” diye düşündü. Diğerleri ise bu görüntüyü, geleneksel inançların ötesinde, evrenin büyüklüğüne ve güzelliğine bir saygı duruşu olarak yorumladı. 
Ancak bu görüntünün, özellikle “Yılbaşı ağacı haramdır” diyenlerin zihninde bir çatışma yarattığı kesin. 

Aslında asıl mesaj yıldızlardan geliyor. 

"Evrende hiçbir şey küçük tartışmalarınıza göre şekillenmez. Biz sadece varız ve güzelliğimizle tüm sınırlamaları aşarız."
Kaynak: NASA

BİR ZAMANLAR KAPILARA BALIKLAR ASILIRDI


Datça’nın taş kokulu dar sokaklarında, zamanın geriye doğru akan sularında kaybolmuş bir hikâye yaşanır. 

Evlerin giriş kapılarının üzerindeki demir çengeller, bu hikâyenin sessiz tanıklarıdır. Şimdilerde sadece unutulmuş birer ayrıntı olarak hatırlansa da, bir zamanlar bu çengellere hayat asılırdı. Kurutulmuş soğanlar, sarımsaklar, yağdanlık şişeleri, bazen de denizin derin maviliklerinden gelen tazecik balıklar. 

Akşam olunca, tarladan yorgun argın dönen ev sahipleri kapılarının üzerindeki çengelde asılı bir kese balık bulurlardı. Evin kadını, bu beklenmedik hediyeyi bir ödül gibi kabul ederdi. El çabukluğuyla balıkları temizler, tuzuyla, baharatıyla harmanlar, kızgın ateşte pişirirdi. Ocağın üstünde çıtırdayan balıkların kokusu, taş evin içine yayıldıkça herkes sofraya toplanır, balıkların tadını çıkarırdı. 

Balıklar Bozburunlu ya da Bodrumlu balıkçıların getirdikleriydi. Ama kim asmış, kim getirmiş, kimse sorgulamazdı. Zaten sorgulamanın bir anlamı da yoktu; deniz ne verdiyse balıkçı onu tutar, kapıya bırakırdı. 

Amq balıkların karşılığı ise o an verilmezdi. Peki, bu balıkların hesabı nasıl görülürdü. 

Aslında bu hesap çoktan yazılmış bir denklemdi. Bir kilo balık, bir kilo zeytinyağına eşitti. O yıllarda Datça Yarımadası'nda para, rüzgâr kadar uçucu ve nadirdi. Balıkçılar, zeytin zamanı geldiğinde köyün zeytinyağı işliğine uğrar, önceden hazırladıkları listeleri bırakırlardı. Listelerde, hangi evin ne kadar balık aldığı yazardı. İşlik sahibi, zeytin üreticilerinden balık karşılığı alınacak yağları belirler, tenekeleri sıraya dizerdi. 

Hiç kimse bu düzene itiraz etmezdi. Zeytin üreticisi, balıkçının hakkını verirdi. Balıkçı, yağ tenekelerini alıp giderken üreticiyle yüz yüze bile gelmezdi. Basit bir alışveriş, ama hayata dair derin bir anlam taşırdı. 

Bu düzen içinde kimse şikâyet etmezdi. Hayatın ve doğanın ritmine uyum sağlamış bu insanlar, mutluluğu sadelikte bulmuştu. 

Bir kilo yağ, bir kilo balık. İsimler, markalar, para birimleri, hepsi gereksizdi. Balıkçı memnunfu, ev halkı memnun zeytin üreticisi memnun. Herkes, hayatın kendine sunduğu paydan razıydı. 

Datça’nın kapı üstü çengelleri, bir dönemin unutulmaz hikâyesini sessizce taşır. Şimdi, o taş evlerin çengellerine baktığınızda, belki de hala denizden gelen bir esintiyle bu hikâyeyi duyabilirsiniz. Ve o basit, ama bir o kadar anlamlı denklem aklınıza gelir: Bir kilo balık, bir kilo zeytinyağı…

Not: Mesudiye'den emekli öğretmen Tuncer hocanın Garaville yazarı Hasan Doğan'a anlattıklarından derlenmiştir.

Görsel: Yapay zeka

Öne çıkan

KARANLIĞI DELEN IŞIĞIN ÇOCUĞU

Fırtına, geceyi delip geçen şimşeklerle Hırvatistan Smiljan köyünün ufkunu aydınlatıyordu. Küçük bir taş evin içinde bir kadın s...