21 Kasım 2025 Cuma

DATÇA 1942: EN SESSİZ GECE

1942 yılının Ocak gecesi…
Simi adasının taş sokaklarında faşizm geziyordu.
Alman üniforması taşıyan İtalyan askerlerin ayak sesleri, evlerin duvarlarına çarpıp geri dönüyordu. Limanın hemen arkasında, Yahudilerin yaşadığı küçük mahalle günlerdir sessizdi. Sessizlik, korkunun aldığı şekildi.
Kasım 1941’de uygulamaya konulan yeni askeri düzenlemeler, Yahudilerin iş yerlerini kapatmış, evlerine baskınlar yapılmış, paralarına el konulmuştu. “Kayıt dışı oldukları” gerekçesiyle pek çok kişiye tutuklama tehdidi savruluyordu. Filistin’e gitmek yasaktı, Yunanistan’dan çıkmak zaten imkânsızdı.
Kapana sıkışmışlardı.
İşte bu yüzden o gece 15 kişi, eski bir balıkçı teknesine bindi. Onların gözünde tek bir yön vardı;  Denizin karşı kıyısı.
Datça.
Simi'de konuşulan hep aynıydı.
“Datça kıyıları geceleri sakindir… Orada devriyeler zayıftır… Oradan içerilere yayan yürürsünüz… Bodrum’a, oradan belki bir vapura…”

Tekne Simi limanından sessizce ayrılırken, küçük Rachel annesinin eteğine sarılıp sordu.
“Anne, neden evimize dönemiyoruz?”
Annesi cevap veremedi.
Çünkü nasıl anlatsın?
Yahudi olduğu için artık dükkân açamayacağını, bir sabah komşusunun evinden alınışını, erkeklerin “çalışma kampı” denilen, kimsenin dönmediği yerlere götürüldüğünü, bir Nazi subayının kapılarını tekmeyle açıp, “Filistin’e gitmeye kalkışırsanız vurulur, geri gönderilirsiniz” dediğini?
Bu cümleleri altı yaşındaki bir çocuğa nasıl anlatsın?
Kadın sadece saçlarını okşadı.
“Uzaklaşmamız gerekiyor, o kadar.”
Tekne karanlığa gömülürken Simi, geride bir hayalet adaya dönüşmüştü.

Aynı saatlerde Datça Kaymakamlığı'nın Reşadiye karakoluna bağlı devriyesi kıyıda nöbetteydi.
Türkiye o sırada savaşta tarafsızdı ama “tarafsızlık politikası” aslında acımasız bir çizgide yürüyordu. İngilizler baskı yapıyor, “Yahudi mültecileri kabul etmeyin, Filistin’e gidişleri engelleyin” diyordu. Nazi Almanyasıyla ilişkiler hassastı, ülkenin kapılarını açmak siyasi bir risk demekti.
İçişleri Bakanlığı’nın Muğla Valiliği’ne gönderdiği emir netti.
“Simi’den gelecek Musevi unsurların kıyıya çıkmalarına müsaade olunmayacaktır.”
(BCA 30.18.1.2 – Dahiliye Vekâleti)
Bu cümle, bir politikayı değil, bir kaderi belirliyordu.
Datça kıyılarında o gece hangi insanın yaşayıp hangisinin öleceğini bile…

Tekne kıyıya yaklaştığında, Cuma denen genç adam fısıldadı.
“Burası Palamutbükü… Haritadan baktım… Geceleri ıssız olur.”
O haritayı nereden bulmuştu?
Limanın kenarında unlu bir çuvalla sarılmış, rüzgârda uçuşan bir kâğıttı sadece.
Ama o kâğıt o teknedeki insanların tüm coğrafyasıydı.
Birden kıyıda bir ışık belirdi.
Devriye feneri.
Teknedekiler nefesini tuttu.

Jandarma çavuşu feneri teknenin içine tuttu.
“Türk karasularındasınız. Geri dönün!”
Stavros, teknenin dümeninde, korkuyu bastırmaya çalışan bir sesle cevap verdi.
“Bu insanlar savaş kaçkını! Yahudiler! Kamplara götürülecekler!”
Komutanın yüzünde bir anlık tereddüt belirdi. Ama tereddüt, emre karşı gelecek kadar büyümedi.
“Kıyıya çıkmaları yasaktır. Sahilden uzaklaştırılacaktır.”
İşte bu, tarihin bütün acımasızlığını tek cümleye saklayan andı.
Bir cümle, 15 insanın kaderini belirledi.

Jandarmalar tekneye dokunmadan, ateş etmeden, fakat sert bir ses tonuyla bağırarak onları geri yönlendirdi.
Balıkçı Stavros motoru çalıştırdı.
Çocuklar ağlıyordu, korku dalgaların içinde yankılanıyordu.
Yaşlı adam cebinden pasaport sayfasını çıkardı. Kâğıdın üstünde kardeşinin mühürlü fotoğrafı vardı. “O gitti” dedi. “Ben de gideceğim herhalde…”
Genç kadın fısıldadı:
“Simi’ye dönmek ölüm demek.”
Ama başka yön yoktu.

Belgelerde o gece şöyle yazıldı.
“Kıyıya çıkmalarına müsaade edilmeyerek sahilden uzaklaştırılmışlardır.”
(BCA 490.01 – Mülteci girişimleri dosyası)

Ne çocukların korkusu geçti kayıtlara, ne kadının titreyen elleri, ne de yaşlı adamın o kâğıdı kalbine bastırışı.
Belgeler insanı değil, prosedürü yazdı.

Tekne, dalgalarla birlikte karanlığa karıştı.
Simi’nin feneri uzakta yeniden göründüğünde içlerinden biri mırıldandı.
“Belki bir gün, başka bir yol buluruz.”
O yol çoğu için hiç açılmadı.
Kimi Simi’de tutuklandı, kimi İtalya üzerinden ölüm kamplarına gönderildi, kimi kayboldu.
O 15 kişinin akıbeti belgeye geçmedi.

Ertesi sabah Palamutbükü’nde güneş doğdu.
Kıyıda hiçbir iz yoktu.
Dalgalar geceyi yutmuştu.
Rüzgâr hafiflemişti.
Datçalılar'ın haberi bile olmamıştı.
Ama tarihin hafızasında o gece duruyordu.
Bir tekne, bir emir, bir geri çevirme.
O gece Datça'nın en sessiz gecelerinden biriydi.
Kaynak:
1) Corry Guttstadt – Türkiye, Yahudiler ve Holokost
2) Rıfat N. Bali – Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri

GERİDE KIZILA ÇALAN BİR GÖRÜNTÜ BIRAKABİLMEK

Yıl 1826...
İskoç gökbilimci James Dunlop, Avustralya’da Parramatta Gözlemevi’nde güney gökyüzünü tarıyordu.
Akrep takımyıldızı'nda inanılmaz bir görüntüyle karşılaştı.
Bu bir yıldızın ölümüydü.
Devasa bir kelebeğin iki kanat gibi açılan ateş kabuğu, ancak 1888’de kataloğlara girdi ve adını buldu: Kelebek Bulutsusu(NGC 6302)
4.000 ışık yılı uzakta olan bu görkemli ölümün gerçek yüzünü ise ancak 2009’da Hubble Teleskopunun gözleri dünyaya gösterdi. 

Evren bazen bir sır anlatır.
Duyabilen için…
Görmeyi bilen için…
Bu görüntü, yani kızıl bir alevden açılan bu kelebek,  aslında bir bulutsudan fazlası değil. Bir yıldız ölürken geride bıraktığı gazlar, ışığın son kez yaptığı estetik bir jest… 
Ama insan, her şeyi kendine benzetmeden duramaz. Küllerinden doğan bir kuş görür onda, bir tanrıçanın kanat çırpışını, ya da unuttuğu bir mitin küle dönmüş satırlarını.
Belki de bu yüzden ilk uygarlıklar göğe baktığında tanrıları gördü.
Knidoslu bir rahip bu sahneyi görse, “Afrodit’in göğe açılan kapısı” derdi.
Anadolu’nun bir ozanı, “Helios’un yırtılmış altın pelerini” diye betimlerdi.
Hititli bir kâhin, “Bilinmeyenin kelebeği bugün uçtu” diye not düşerdi tablete.
Ama modern insan artık göğe baktığında sadece fizik görüyor. Spektrum, element, sıcaklık, ışık yılı…
Oysa şu alevden kanatlar, her iki yöne de açılan bu simetri,  bize çok eski bir hakikati hatırlatıyor.
Her şeyin ömrü bir kelebeğinki kadar kısa. Yıldızın da, insanın da.
Bir yıldız ölürken kanat açıyor,
Bir insan ölürken kelimeleri saçılıyor.
Bir şehir ölürken sessizliğe gömülüyor.
Ama evren, ölümleri yeni başlangıçlara dönüştürmeyi bilir.
Kanat çırpan bu kozmik kelebeğin içindeki ateş, milyonlarca yıl sonra yeni dünyaların toprağı olacak.
Belki bir gezegende, bir çocuğun ilk nefesini aldığı oksijene dönüşecek.
Belki bir ozanın dudağına değen kelimenin titreşimine…
Çünkü evren hiçbir şeyi boşa harcamıyor.
İnsan ise harcıyor.
Günlerini, öfkesini, kavgasını, umutlarını…
Bir yıldızın milyonlarca yıllık sabrına karşı, ömrünü tüketen bir acele içindeyiz hepimiz.
Oysa bu görüntü bize bir ders bırakıyor.
İnsan da tıpkı yıldız gibi, öldüğü anda en parlak haline ulaşır.
İyi bir sözünde…
Doğru bir direnişinde…
Yerine yakışan bir iyilikte…
Ve belki de asıl mesele, evrende ölümsüz olmaya çalışmak değil.
Bir kelebeğin ömrü kadar bile olsa, kızıla çalan bir ışık bırakabilmektir.

ZAMAN DEDİĞİN NEDİR Kİ

Edip Cansever'in Ahmet Gayretli'ye yazdığı "Mendilimde Kan Sesleri" şiirini her okuduğumda bir cümleye takılır aklım.
"Zaman dediğin nedir ki Ahmet abi..."
Gerçekten zaman dediğimiz nedir ki…

Datça’nın yaz gecelerinde göğe bakarsanız, en parlak yıldız olan Sirius göz kırpar. Antik çağda adına “Sothis” dediler. Kuraklığı, bereketi, takvimleri o belirledi. Bizim içinse sadece bir yıldız değil, zamanın bize oynadığı oyunun en dürüst göstergesi. Çünkü Sirius’a giden ışık, bize 8.6 yıl önceki halini anlatır. Göğe bakarken aslında geçmişi izleriz.
Geçmiş…
Bu ülkede en hızlı unuttuğumuz şey.
Birkaç yıl önce biri bana “Işık hızına yakın gitsek Sirius’a gidip dönmek ne kadar sürer?” diye sordu. Fiziğin cevabı şaşırtıcı derecede yalın. Gemide geçen birkaç hafta. Ama Dünya’da geçen 17 yıl.
İşte tam burada, fizik dışı bir gerçeğe dokunuyoruz.
Hızlandıkça zaman senin için yavaşlıyor ama bırakıp gittiklerin için hızlanıyor.

Sirius’a gidip dönen birini düşünün. Dünya’dan 35 yaşında ayrılıyor, 4–5 haftalık bir yolculuğun ardından dönüyor. O hâlâ 35 yaşında. Ama burada takvim 17 yıl ileri atlamış.
Arkadaşları yaşlanmış, şehir değişmiş, hatıraları solmuş.
O ise aynı.
Zaman ona değmemiş.
Bu sahne aslında hepimizin hayatında yaşanıyor.
Kimimiz ışık hızına yaklaşmıyor belki ama kendi hızımızda bir koşturmanın içinde zamanla bağı kopuyor. 
Günlerimiz, haber akışları, krizler, gündemler…
Biz “birkaç hafta gibi” yaşayan bir hayatın içindeyiz. Ama dışarısı 17 yıl yaşlanıyor.
Sirius’a gidip dönen adamın yalnızlığı, tam da bu.
Zamanı başka türlü yaşayanların birbiriyle temasının giderek zorlaşması.

Her gün “her şey çok hızlı değişiyor” diyoruz.
Aslında hızlanan şey biz değiliz. Biz, dünyanın hızının gerisinde bir kabarcıkta yaşıyoruz. Elimizde gemiye benzeyen telefonlarla kendi iç zamanımızı yavaşlatıyoruz.
Birileri 17 yıl yaşarken, birileri 17 gün yaşıyor.
Ve asıl kırılma burada başlıyor.
Toplumun farklı kesimleri birbirini bu yüzden anlamıyor.
Kimi bir siyasetçinin yanlışını iki dakikada unutuyor, kimi yıllarca taşıyor.
Bakın mesela… Adam profesör, siyasetçi. Villasının tuvaletini hepimize ait olan ormana yapıyor. Yargı açıkça “bu bir işgal” diyor.
İki gün tepki koyup sonra unutuyoruz.
Bize ait orman, birinin helası oluveriyor.
Kimi bir felaketin acısını ertesi gün tüketiyor; kimi bir ömür unutmuyor.
“Unutursak kalbimiz kurusun” diyoruz ama unutuyoruz.
Kimi bir skandalın üstüne üç gün sonra yenisi biner diye bekliyor; kimi hâlâ dünün hesabını soruyor.
Zaman herkes için aynı hızda akmıyor.
Bilimin söylediği şey, memleketin haline birebir uyuyor.
Hız farkı, zaman farkı yaratır.
Zaman farkı, algı farkı yaratır.
Algı farkı da bu ülkenin en büyük uçurumu.

Sirius’a gidip dönen adama en çok ne dokunurdu biliyor musunuz?
Yıldızın sıcaklığı değil, insanların değişmiş yüzü.
Geri döndüğünde kimse onu bıraktığı yerde bulamazdı.
Biz de bugün memlekete, hayata, insana dönüp baktığımızda hep o duyguyu yaşıyoruz.
“Ben aynı kaldım ama her yer 17 yıl yaşlanmış.”
Görelilik teorisi galiba önce gökyüzünde değil, bu topraklarda anlaşılmalı.
Işığa ne kadar yaklaşırsan yaklaş, zaman seni değil, geride bırakıp gittiklerini değiştiriyor.
Sirius’a gitmeye gerek yok.
Bu ülkede, bir haber döngüsüne bile 17 yıl sığabiliyor.

ESKİ DATÇA'DA İYİLİĞİN TOPRAĞA KARIŞMIŞ HALİ

Eski Datça’nın dar sokaklarında gezen biri, bir evin temelinden kopmuş eski bir mermer parçasını görse belki fark etmezdi. Ama o taşın üzerinde, neredeyse rüzgârın güçlükle tuttuğu birkaç harf vardı: Εὐνοίας.
“Eunoia.”
“İyi niyet. Temiz kalp. İyilik düşüncesi.” 

Onun hikâyesi yazıtlarda uzun uzun anlatılmaz,  sadece küçük bir mezar taşı, hafif bir kırık çizgi ve bir isim…
Ama bazen bir isim, bir destanı sürüklemeye yeter. 

Rivayet odur ki Eunoia, Datça yarımadasının rüzgârı gibi tatlı bir kadındı. Evinin kapısı hiç kapanmaz, yoldan geçen yabancının “su var mı?” demesini beklemezdi, küpü kapısının önünde dururdu. Zeytinyağı azalsa komşusuyla bölüşür, balıkçılar fırtınaya yakalandığında sahile ilk o koşardı. 

Yaşadığı sokak bugün Eski Datça’da herhangi bir sokak olabilir. Belki bembeyaz bir begonvil kapısı, belki taş duvarlı bir eski ev…
Ama o sokak, Eunoia’nın zamanında “iyiliğin yolu” diye anılırmış. 

Öyle ki yaşadığı yıllarda bir söylenti yayılmış.
“Datça rüzgârı kötü sözü taşımaz, çünkü Eunoia’nın duvarlarına çarpar, orada yumuşar.” 

Sonra bir gün, sebepsiz bir hastalık, ya da ansızın patlayan bir fırtına, ya da kaderin bilmediğimiz bir cilvesi… Eunoia hayata gözlerini yummuş. Onu sevenler başına küçük bir mezar taşı dikmişler. Taş çok mütevazıymış. Üzerinde büyük ünvanlar, süslü sözler yokmuş. Sadece adı:
Εὐνοίας — Eunoia. 

Çünkü bazen bir insanın bütün hayatı tek bir kelimeye sığar.
O mezar taşı yüzyıllar sonra bir evin duvarına gömülmüş, sonra ev yıkılmış, taş yeniden gün yüzüne çıkmış.
Bugün sadece bir şey anlatır. 

“İyilik unutulmaz.” 

Eski Datça’nın sokaklarında yürürken, belki rüzgâr saçımıza değdiğinde, belki bir esnaf gülümseyip “kolay gelsin” dediğinde, belki bir çocuk bize yol verdiğinde,  fark etmesek de Eunoia’nın adı hâlâ dolaşıyor oralarda.
Belki de Datça’nın meşhur “iyi insanları”nın kökeni, onun sessiz mirasıdır.
Eunoia bir isim değil, Eski Datça’nın karakteridir.
İyiliğin toprağa karışmış hâlidir.
Kaynak: Addenda und Corrigenda zu IK 41 (Knidos)/
Wolfgang Blümel

PAGAN MEZARI TÜRBE OLURSA

Antik dönemin spor etkinliklerini araştırırken yine o isim çıktı karşıma.
Ne ünlü bir adammış.
Çağının Muhammed Ali Clay'ı..
Çok ilginç bir öyküsü var, bir o kadar da ironik.
Sonunu bilen çoktur ama başını bilenler azınlıktır sanıyorum.

Tarih MÖ 5. yüzyıl…
Ege kıyılarında sanki Herkül’ün nefesi dolaşıyordu.
Vurduğunu yıkan bir boksör: Diagoras.
Datça’nın komşusu Rodos’ta doğmuş, yumruğunun şiddeti Arşipel’in bütün kıyılarını titretmişti. Şampiyonların şampiyonuydu. Karşısına çıkan rakibin dizleri daha ilk darbede çözülürdü.
İki kez Olimpiyat, iki kez Nemean, dört kez İsthmian, bir kez Pythian şampiyonluğu.
Yetmedi, üç oğlu Dorieus, Damagetos, Akousilaos'u da olimpiyat şampiyonu yaptı. 
Antik kaynaklara göre son büyük zaferinde oğulları babalarını omuzlarında taşırken tribünler ayağa kalkıp şöyle haykırmıştı.

“Artık ölebilirsin Diagoras, insanın erişebileceği en yüce onura ulaştın!”

Diagores bir savaşta öldü.
Ve mezarı kayboldu.
Asırlar boyunca kimse nereye gömüldüğünü bilmedi.

Yüzyıllar geçti…
Rodos’un karşı kıyısında, Marmaris’in Turgut köyünde insanlar bir tepeyi kutsal kabul etmeye başladı. Piramit benzeri yapıya “Çağbaba Türbesi” dediler. Kadınlar duvarlarına çaput bağladı, askere giden gençler bir avuç toprak aldı, kimin derdi varsa dua etti.
Anadolu’nun binlerce diğer noktası gibi burası da bir türbe olarak yaşadı, çamların arasında nefes alan bir inanç mekânı oldu.

Tarih 2018…
Arkeologlar Çağbaba Türbesi'nin taşların üzerinde rüzgârla yarışan, zamana direnen harfler buldu.
O yazıt, mezarın gerçek sahibini ele veriyordu.

“Ben Diagoras’ım..Hiçbir korkak gelip bu mezarı yıkmasın diye tepede uyanık duruyorum.”

Mezar taşındaki diğer isim Aristomache’ydi,  Diagoras’ın eşi.
Demek ki burası iki kişilik bir heroön, yani antik bir kahraman mezarıydı.
Yani…
Çağbaba Türbesi diye bilinen yapı aslında bir Olimpiyat şampiyonunun mezarı çıkmıştı.

İşte burada biraz durup, düşünmek gerekiyor.
Bugüne kadar türbe sanıp dua edenler, meğer antikçağın en ünlü boksörüne niyaz ediyormuş.
Taşa elini koyup “Çağbaba’m yardım et” diyen teyze, farkında olmadan antik olimpiyatların en sert yumruğuna dokunuyormuş.
Askere gitmeden dilek tutan genç, asker disiplinli bir sporcuya yalvarıyormuş.
Hele Diagoras’ın “korkak gelmesin” uyarısı…

Bu hikâyeyi eşsiz yapan şu.
Tarih değişse de kutsallık bitmiyor, tam tersine daha da büyüyor.
Bir yanda pagan çağların yumruğu, diğer yanda Türkmen dedelerinin duası.
Bir yanda Aristomache’nin heykeli, diğer yanda çaput bağlayan köylüler.
Aynı rüzgârda iki inanç, iki çağ, iki ölümsüzlük yan yana duruyor.
Artık biliyoruz ki Turgut’taki piramit mezar bir türbe değil.
Ama Anadolu’nun ona türbe muamelesi yapmış olması, bu coğrafyanın kadim geleneği.
Kahramanlar ölür, isimleri değişir, ama mezarları kutsallığını hiç kaybetmez.
Diagoras gider, Çağbaba gelir.
Ve ikisi de aynı taşın altında yaşamaya devam eder.

İKİ BİN YILLIK UYARI: HALKIN PARASINI ÇARÇUR ETMEYİN

Knidos’un iki boynuzlu burnu, rüzgârın sabah ve akşam iki farklı dilden konuştuğu bir yerdi. Sabahlari Dionysos’un neşesiyle, akşamları Afrodit’in ince hüzünleriyle dolardı.
Ama en çok sese sahip olanlar rahiplerdi. 
Onlar en üst kesimdi, söyledikleri ve yaptıkları sorgulanamazdı.

Şehrin büyük tapınağında görev yapan üç rahip vardı:
Philetos, Damon, Krates.
Her üçü de tanrıçanın sesini duyduklarını, onun adına konuştuklarını ve kenti yönlendirme gücüne sahip olduklarını iddia ederdi.
Halk ise onlara saygı duyar, ama kapalı kapılar ardında fısıldaşırdı.
“Bu kadar heykeli kim ödüyor?”
Çünkü son yıllarda tapınak avlusunda yükselen heykellerde bir tuhaflık vardı.
Afrodit’in heykeli değildi onlar.
Kent kahramanlarının heykeli de değildi.
Onlar, rahiplerin kendi heykelleriydi.
Her biri mermer kaideler üzerine ihtişamla dikilmişti:
Philetos’un heykeli sol elinde bir çiçek tutuyor, yüzünde tanrıçaya özgü olduğunu iddia ettiği bir tebessüm taşıyordu.
Damon’un heykeli kılıç gibi bir asayla resmedilmiş, “kenti koruyan rahip” ünvanıyla süslenmişti.
Krates ise kendisini tanrıçanın en yakın danışmanı ilan etmiş, heykelinin yanına “Khrysos logos”, altın söz diye yazdırmıştı.
Ama halk bu heykellerde ne Afrodit’in ışığını, ne Dionysos’un taşkınlığını, ne de Knidos’un şanını görebiliyordu.
Tek gördükleri, kasadan eksilen paraydı.

Bir gün agoradaki toplantıda demosun yani halk meclisinin yaşlı üyesi Mnesikles ayağa kalktı.
Rüzgâr taş salonda uğuldamıştı.
“Bu böyle gitmez” dedi.
“Tapınağa ayrılan bütçe tanrıça içindir, rahiplerin gölgeleri için değil.”
Bunun üzerine rahipler öfkeyle karşılık verdi.
“Biz tanrıçanın hizmetkârıyız!
Bizim onurumuz, Afrodit’in onurudur!”
O an salona kesif bir sessizlik çöktü.
Halkın çoğu korkar gibi oldu.
Rahiplerle ters düşmek, tanrıçanın gazabını çekmek gibi algılanırdı.
Ama Knidos’un yaşlı balıkçısı Leonidas ayağa kalktı, bastonunu yere vurdu:
“Tanrıça sessizdir, ama taşlar konuşur. Ve taşlar bize paranın nereye gittiğini söylüyor!”

O gece, tam ay Afrodit Tapınağı’nın üzerinde yükselirken, rüzgâr ansızın yön değiştirdi.
Tanrıçanın mermere işlenmiş yüzünde, yıldız ışığıyla birlikte hafif bir gülüş belirdi.
Rahipler bu gülüşü kendi lehlerine yorumladı.
“İşte! Afrodit bizi destekliyor!”
Ama halk başka bir şey görüyordu.
Taşın içinde saklanmış, yüzlerce yılın bilgeliği gibi bir uyarı.
Ertesi gün tapınağın kapısında yeni bir taş payanda bulundu.
Üzerine kazınmış kısa ama sert bir metin vardı:
“Halk meclisinin kararıdır. Kent bütçesini zorlayan masraflara girişmeyin.”
“Halkın parasını kendiniz için kullanmayın.”
Rahiplerin yüzü soldu.

Ve o günden sonra, rahiplerin heykel sevdası kesildi.
Bir daha kendi adlarına bir mermer parçası bile diktiremediler.
Çünkü biliyorlardı
Afrodit’in gülüşü tatlıdır ama halkın sabrı taş gibidir.
Yıllar sonra, o uyarı yazıtı tapınağın bir köşesine kaldırıldı, sonra uzun barış dönemlerinde unutuldu, depolara gömüldü.
Ama taş, hâlâ bugün okunabilir.
“Kent bütçesini zorlayan masraflara girişmeyin.”
İnsan değişir, makam değişir, yüzler ve sıfatlar değişir…
Ama taş böyle şeyleri unutmaz.
Knidos’un rüzgârı da unutmaz.
O yazıt bugünün yöneticilerine de bir uyarıdır.
“Kent bütçesini zorlayan masraflara girişmeyin.”

(Bu kazılarda bulunmuş gerçek bir Knidos karar yazıtından türeyen mitolojik, tarihi bir öyküdür)
Kaynak: Supplementum Epigraphicum Graecum 46, 141, Knidos

7 Nisan 2025 Pazartesi

BUNCA İNSANI KAPATTIYSAK KİMİ ÖZGÜR BIRAKTIK?


Bir ülkenin en kalabalık şehirleri artık metropoller değil, cezaevleri. Hücreler dolup taşarken, sessizlik her zamankinden daha derin. Çünkü bir toplumun gerçek haritası, içinde kaç kişi yaşadığından çok kaç kişinin susturulduğu ile çizilir.
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün son verilerine göre, Türkiye cezaevlerinin kapasitesi 299 bin kişi. Ancak şu an demir parmaklıklar ardında 371 bin 587 tutuklu ve hükümlü var. Yani kapasiteler dolmuş değil, taşmış. 100 bine yakın fazlalık.  Bu taşkın, sadece duvarların ötesine değil  vicdanların içine de sızıyor. Çünkü aşırı doluluk yalnızca fiziksel değil, ahlaki bir çöküştür aynı zamanda. Temel haklara erişim bir yana, temel insani değerlerin bile nefessiz bırakıldığı bir rejimle karşı karşıyayız.
Yeni cezaevleri yapılıyor. Beton çoğalıyor, demir artıyor. Ama yetmiyor. Çünkü içeride olanlar sadece "suçlular" değil. Parti genel başkanları, belediye başkanları, gazeteciler, avukatlar, öğrencilere umut olmaya çalışan akademisyenler, sokakta barışçıl bir dövizi taşıyan gençler...Hepsi bu sistemin gözünde tehlikeli. Tehlikeli olan ise fikirleri, varlıkları, dirençleri.
Oysa bir hapishane yalnızca taş ve demirden değil, toplumun bilinçaltından da örülür. Eğer bir ülkede düşünce özgürlüğü suç sayılıyorsa, orada cezaevleri yalnız suçluları değil, geleceği de hapseder.
Bugün cezaevlerinde tutulanlar, bir hukuk devletinin değil çökmekte olan bir vicdanın sessiz tanıklarıdır. Ve biz, dışarıda kalanlar için belki de gerçek soru şudur:

Bu kadar insanı kapattıysak, kimi özgür bıraktık?

3 Nisan 2025 Perşembe

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR


Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim?
Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü bazı melodiler, yalnızca notalardan oluşmaz; tarih taşır, direniş taşır, umut taşır.

1930’ların Almanyasında piyanist Grete Sultan, Yahudi olduğu için sahnelerden men edildi. Onu susturmak isteyen rejim, sadece bir sanatçıyı değil, onun kimliğini, inancını ve düşüncesini de bastırmak istiyordu. Sultan, sonunda ABD’ye göç ederek piyanonun başında yeniden var oldu. John Cage’in kendisine ithaf ettiği eserler, onun susturulamayan sesinin nişanesi oldu.

Dün yaşanan bir başka olayda, bu kez Türkiye’de bir piyanist sahneden indirildi. Gezi'den de tanınan Alman piyanist Davide Martello, Kadıköy’de bir meydanda piyano çalmak istedi. Ne pankart taşıdı ne de slogan attı. Fakat yine de polis müdahalesiyle karşılaştı. Tutuklanan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na destek amacıyla geldiği açık olan bu performans, politik bir eylem sayıldı. 
Sonuç: sınır dışı edildi. Bir süre piyanosuna el kondu, römorkuna zarar verildi.

Bazen bir piyano, konuşmaktan daha gürültülüdür. Tıpkı Grete Sultan gibi, Martello da bir coğrafyada sanatçının sesinin neden bastırıldığını bize yeniden hatırlattı.

Bu çağda hala bir müzik aletinin yasaklanabildiği bir gerçekse, asıl tehdit piyano değil, onun söylemeye cesaret ettiği şeydir.

30 Mart 2025 Pazar

ÖLÜM BAZEN BİR TÜRKÜDE YANKILANIR, YÜZYILLAR BOYU..


O, bir dağ çocuğuydu.
Sislerin ardında saklı Maçka’nın yamaçlarında doğdu.
Yüreği, "Göklerde Kartal Gibiydim" dercesine hürdü. Sesi, rüzgarın öfkesini taşıyan bir ağıt gibiydi.
Daha küçücükken anladı. Bu dünya, sadece yaşanacak değil; hissedilecek, direnilecek bir yerdi.

Henüz beşikteyken, Karadeniz’in hoyrat türkülerini ezberlemiş gibiydi. Annesinin ninnileriyle değil, horon sesleriyle uyurdu. Büyüdükçe, yüreği de Karadeniz gibi büyüdü, dalga dalga taştı.

İstanbul Teknik Üniversitesi’nin konservatuvar kapısından içeri adımını attığında, yanında sadece bağlaması değil, binlerce yıllık halk ezgilerinin yükü de vardı. O, müziği sadece çalmakla kalmadı, "Aleni,Aleni" yaşadı, yaşattı.
Ne hissediyorsa söyledi, ne söylediyse hissettirdi.
Onun sesi duyulduğunda,
Trabzon’un yaylaları ayağa kalkar, rüzgarlar bile hüzünlenirdi.
"Cerrahpaşa" gibi bir şarkıyla, insanların en mahrem acılarına dokundu.
Sözlerinde hüzün vardı, gözlerinde Karadeniz’in köpüklü yalnızlığı ve o hırçın dalgaların asiliği.
O, yalnızca bir türkü söylemiyordu,
"Ben Karadeniz’im" diyordu her ezgide, "Efulim" diyordu.
Bir sevgiliye, bir memlekete, bir halkın unutulmuş masalına...

Ama sadece bir türkücü değildi. O, çocuklara umut, gençlere burs, memleketine ışık olmuştu. Her kazandığını bölüştü, paylaştı. Çünkü derdi yalnızca müzik değildi, bir memleket yarasıydı o, bir halk sevdası..
"Tren Gider" ama onun verdiği umutlar durakta beklemeyi hiç bırakmazdı.

Yıllar geçtikçe büyüdü adı.
Artık sahnelerde sadece türkü söylemiyor, binlerce insanın içindeki en kuytu yaraya ses oluyordu.
Ama kimse bilmiyordu, her türkünün içinde biraz kendi hüznü, her mısranın ardında biraz kendi vedası vardı.

Dün gece.
30 Mart 2025.
Famagusta’nın sıcak rüzgarı, bir anda soğudu. Volkan Konak sahnedeydi yine. Yüzlerce kişiyle birlikte, 'Mimoza'yı söylüyordu belki de.
O an bir seyirci seslendi.

"Volkan abi sivri konuşma içeri atarlar seni de!"

Önce güldü, sonra kükredi.

"Devrimciler korkmaz!"

Ve sonra sessizlik.
Sahne çöktü, yürekler çöktü.
Kuzey’in Oğlu, son türküsünü orada söyledi.

Ölüm, sadece sessizlik değildir bazen. Yankısı yüzyıllar sürecek bir türküde gizlidir.

YENİ BİR KOLEKTİF BİLİNCE Mİ İHTİYACIMIZ VAR?

Bir slogan, bazen bir yumruk, bazen bir haykırıştır ama her zaman bir hedef gösterir.
Tarihin belirli anlarında, kelimeler silaha dönüşür. Duvarlara, pankartlara yazılır, megafonla haykırılır, marş olur. Kimi zaman bir yürüyüşte binlerce ağızdan çıkar, kimi zaman bir duvar yazısında tek bir kişinin öfkesine tanık oluruz.
Özellikle 70’ler ve 80’lerde,  Türkiye'nin siyasi hafızasında sloganlar, sadece söz değil, yaşanmışlık, acı, umut, direnişin ta kendisiydi. “Kahrolsun Faşizm” ya da “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye” gibi haykırışlar, o dönemin siyasal tansiyonunu özetleyen kısa cümlelerdi. Sloganlar, bir neslin belleğinde yumruk gibi yer etti.
Ancak zaman değişti. Sokaklar sessizleşti, meydanlar bariyerlendi. Mücadele sokaklardan çok sosyal medyaya, dijital platformlara taşındı. Duvarlardaki boyalar yerini hashtag’lere, megafonlar yerini tweet'lere bıraktı.
Ama bir şey değişmedi; İnsan hala direnmek istiyor. Hala söyleyecek sözü var.
Bugün artık sadece “ne söylediğimiz” değil, “nasıl söylediğimiz” de önemli. Bu yüzden yeni çağın sloganlarının neye benzediği anlamak gerekiyor.

Evet sloganlar değişti, çünkü dünya değişti.
Ama değişmeyen bir şey var:
İnsan, haksızlığa karşı hala bir şeyler söylemek istiyor.
Kimi zaman bunu bir pankartla yapıyor, kimi zaman bir tweet’le. Bazen bir şarkı sözüne, bazen bir podcast cümlesine dönüşüyor o isyan.
Ama özünde aynı. Hala direniyor.
Bugünün sloganları daha ironik, daha yaratıcı, daha çok katmanlı.
Ama aynı zamanda daha kırılgan. Çünkü geçmişteki gibi kolektif değil her zaman.
Kimi zaman yalnız, kimi zaman yankı odasında, kimi zaman algoritmalara çarpıp kayboluyor.
Bu yüzden belki de yeni bir görevimiz var.
Sadece yeni sloganlar üretmek değil, yeni bir kolektif bilinç dili kurmak.
Geçmişin haykırışını bugünün mecralarında taşıyabilecek, hem anlaşılan hem hatırlanan bir dil.
Çünkü,
Sloganlar da hafızadır.
Ve hafızası olmayan toplumlar, her dönemde aynı zulmü yeniden yaşar.
Sokaktan sosyal medyaya uzanan bu yolculukta belki en çok ihtiyacımız olan şey şu.

“Anlamın peşinde, ritmin içinde, birlikte söylemek.

29 Mart 2025 Cumartesi

GENÇLİK ARTIK AYNI YERDEN KONUŞMUYOR


1980 darbesi yalnızca siyasal kurumları değil, toplumsal dokuyu da derinden etkiledi. Bu etkilerden biri, gençliğin siyasetle kurduğu ilişkinin dönüşümüdür.
Otoriter bir atmosferde yetişen kuşaklar, zamanla siyasetten uzaklaştırıldı. Bireysel başarı, kariyer hedefleri ve tüketim kültürü etrafında şekillenen yeni normlara yönlendirildi.
Ancak toplumsal dinamikler durağan değildir. Bugün karşımızda, geleneksel siyasal aidiyetlerden uzak, farklı bir gençlik profili bulunmakta.

Yeni kuşak, ideolojik sadakat ya da lider bağlılığı üzerinden tanımlanamaz. Onlar için siyaset, artık klasik siyasal yapıların, ideolojilerin veya parti aidiyetlerinin ötesinde. Siyasal ifade biçimleri, sosyal medya kampanyalarından YouTube yorumlarına, Instagram paylaşımlarına, Twitch yayınlarına kadar genişleyen dijital mecralara taşınmış durumda. Mizah, ironi ve görsel anlatılar, bu yeni siyasallığın temel araçları haline geldi.
2013’teki Gezi Direnişi, bu yeni siyasal dilin kamusal alandaki ilk büyük örneğiydi.  Gençler, o süreçte yalnızca devlet otoritesiyle değil, aynı zamanda konvansiyonel siyasal formlarla da yüzleşti.

Yakın dönemde gerçekleşen protestolarda semazen figürü ya da Pikachu kostümü giymiş bir eylemcinin yarattığı uluslararası etki, hiçbir geleneksel slogan ya da pankartın erişemediği bir görünürlük sağladı. Dünya, Türkiye'deki polis şiddetine bu iki figürle tanık oldu.
Bu durum, yeni kuşağın siyasal performansının ironi, mizah, semboller ve estetik üzerinden kurulduğunu göstermekte. Onlar için siyaset bir ağacı savunmak, bir kadınla dayanışmak, iklim adaleti talep etmek gibi gündelik yaşamla iç içe geçmiş bir pratik halini almış durumda.

Klasik siyasal sloganlar bu kuşak için ya nostaljik bir anı ya da anlamsız bir tekrar niteliğinde. “Kahrolsun faşizm” ya da “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” gibi sloganlar, gençlerin siyasal eyilimine hitap etmemekte. Benzer şekilde, "Rabia" gibi, "Bozkurt" gibi geleneksel ideolojik semboller de çoğunluğun gözünde bir anlam kaybına uğramış durumda.Bu bireyselleşmiş ve dijitalleşmiş siyasal tutumun etkili olup olmadığı tartışmaya açıktır. Ancak dikkat çekici olan, bu kuşağın kendi siyasal ifadesini özgün biçimlerde inşa etme kapasitesi. Temsil alanlarının dışında, alternatif araçlarla siyasal özneleşme pratikleri geliştirmekteler.

Öte yandan, artan ekonomik baskılar, geleceğe dair belirsizlikler ve siyasal tıkanmalar, az da olsa bazı gençleri "net" konuşan lider figürlerine ya da sadeleştirilmiş ideolojik anlatılara yöneltebilmekte.  Bu da içinde hem değişim umudunu hem de geçmişin tekrarını barındıran çelişkili bir siyasal tablo yaratmakta.

Bu kuşağı anlamak için klasik siyasal analiz araçları yetersiz kalıyor. Yeni sorular, yeni kavramlar ve en önemlisi, onların dünyasına içeriden bakabilme çabası gerekli. Gençlik artık aynı yerden konuşmuyor. Kendi dilini, kendi tarzını yaratıyor. Ve bu dil, hiçbir ideolojiye, sembole ya da kalıba sığmıyor.

Lidersiz, ideolojisiz ve dağınık görünen bu yeni kuşak bir siyasal dönüşüm yaratabilir mi? Benim kuşağımın normlarıyla bu soruya verilecek cevap kesinlikle "hayır"dır.
Ancak mesele tam da burada. Gençlerin gerçekliği, bizimkinden farklı. Ve siyaset, bu yeni dili doğru okuyamazsa, geleceği de ıskalayacak.
Bu dili öğrenip, anlayan ve ayak uyduran bir siyaset geliştirilse, yarınları da o siyaset yazacak.

Öne çıkan

DATÇA 1942: EN SESSİZ GECE

1942 yılının Ocak gecesi… Simi adasının taş sokaklarında faşizm geziyordu. Alman üniforması taşıyan İtalyan askerlerin ayak sesl...