31 Temmuz 2018 Salı

TARİHİN AKIŞINI DEĞİŞTİRMEYE ÇALIŞAN DATÇALI'NIN HİKAYESİ



Bir resim.
Yer Knidos.
Tarih 1859.
Bir Roma mezarının üzerinde üç adam oturuyor.
En önde siyah ceketli, sakallı olan İngiliz arkeolog Sir Charles Thomas Newton.
Diğer ikisi de büyük olasılıkla onun ekibinde çalışan Birleşik Krallık Donanması'na bağlı askerler.
Birazdan bu mezarı kazıp askeri gemiye yükleyecekler.
Anadolu'nun eserlerini Londra'ya götürecekler.
Gidenler sadece mermer lahitler, sütunlar değil.
Bu toprağın öyküleri, hikayeleri, yaşanmışlıkları.
Bu resim o kadar çok şey anlatıyor ki.

*.  *.  * 

Yıl MÖ 44'tü.
Günlerden 15 Mart.
Roma Senatosu  tarihe geçen en önemli olayına tanık oluyordu.
Birazdan İmparator Sezar salona girecek ve o heybetli konuşmasını yapacaktı.
Sezar'ın gireceği kapının önü tıklım tıklımdı.
Bir adam imparatora yaklaşmak için yoğun çaba içindeydi.
Elinde küçük bir kağıda yazdığı notu iletmeye çalışıyordu.
Uzun uğraşlardan sonra, itiş kakışla Sezar'ın yanına yaklaşmayı başardı.
Notu verdi ve kulağına fısıldadı.
”Mutlaka okuyun" 
Sezar kağıdı aldı, okumadan cebine koydu ve salona girdi.
Girer girmez cumhuriyetçi senatörlerin saldırısına uğradı.
Arka arkaya bıçak darbeleriyle yere yığıldı.

Öldürücü darbe üvey evladı Brütüs'ten gelmişti.
“Et tu Brütüs!” dedi Sezar.
“Sen de mi Brütüs!" 
O an son nefesini verdi.
Oysa, kapıda kendisine iletilen o notu okusa, belki de tarihin akışı değişecekti.
Çünkü o notta şöyle yazıyordu.
"İmparatorum dikkatli olun, sizi öldürecekler!"
Sezar'ı uyaran kişi Artemidoros’tu.
Kimdi bu Artemidoros?
Nereliydi?

*.  *.   *

Aradan 2 bin yıla yakın zaman geçti.
Yıl 1859'du.
Aylardan yine Mart.
Osmanlı'nın izniyle Knidos'u soymaya gelen İngiliz arkeolog Charles Newton ve ekibi antik kentte keşif yapıyordu.
Onbaşı Spackman deve boynunda çalıların arasında dolaşırken, ayağı toprağa gömülmüş mermerden bir kadın heykeline takıldı.
Hemen Newton'a haber verdiler.
İngilizler heykelin bulunduğu yeri kazmaya başladı.
Toprağın altından çıkan bir Roma aile mezarıydı.
Görkemli bir anıt mezardı.
Üç lahit vardı.
O lahitlerden biri kime aitti biliyor musunuz?
Sezar'ı suikasttan önce uyarmaya çalışan Artemidoros'a.
Artemidoros Knidosluydu.
Tarihin akışını değiştirmeye çalışan adam Datça topraklarında doğup, büyümüştü.
Charles Newton tüm mezarın içindeki değerli eserleri ve yazıtları alarak İngiltere'ye götürdü.
Yazıtların birinde şöyle yazıyordu.
İmparator Sezar'ı MÖ 15 Mart 44'te Roma Senatosu'na girmemesi için uyarmaya çalışan Knidoslu Artemidoros onurlandırılmıştır.”
Newton lahitleri büyüklükleri ve ağırlıkları nedeniyle götüremedi ama zaman içinde onlar da paramparça oldu.
Knidos’a  kala kala sadece temel taşları kaldı.
Artemidoros'un mezarından çıkanlar bugün British Museum'da sergileniyor.


Artemidoros Knidos'un en ünlü ailelerindendi.
Sayılan, sevilen biriydi.
Roma ile ilişkileri çok iyiydi.
Sezar'a suikastı önleyememesine rağmen ödüllendirildi.
Roma Senatosu Artemidoros nedeniyle Knidos'a "Özgür Kent" ünvanı verdi. Vergi affı dahil büyük ayrıcalıklar tanıdı.
Bu ayrıcalıklar nedeniyle Knidos en parlak dönemlerinden birini yaşadı.
Öldükten sonra Knidoslular onu unutmadı, adına şenlikler düzenlediler.
Artemidoros yıllarca Shakespeare dahil bir çok ünlü yazara da konu olmuştu.
Sezar’a suikastı konu alan çok romanda, tiyatro oyununda önemli bir figürdü.

Gelişmiş ülkeler kültür turizmininden milyar dolarlar kazanıyor.
Doğal ve tarihsel kültür varlıklarıyla milyonları ülkelerine çekiyorlar.
Peki biz ne yapıyoruz?
Örneğin Knidos.
Artemidoros’un hikayesi.
Aristokleidas'ın iyilik meleği kızı Lykaithion’un mezarı.
Korint Tapınağı.
Boulakrates Çeşmesi.
Ne haldeler!
Her ne kadar çıkan eserler British Museum’da olsa bile bu mezarın ve Knidos’un genelinin öyle taş yığını halinde durması doğal mı?
En azından bir maketi yapılarak, öyküsü gelen turistlere anlatılamaz mı?
Bu konuda bizim arkeologlarımızdan görüş alınamaz mı?
Onlarla birlikte projeler üretilemez mi?
Mesela Knidos’ta yıllarca kazı çalışması yapan Ertekin Doksanaltı hocadan, Burgaz’ı en iyi bilen isimlerden Numan Tuna hocadan.
Ve de diğerlerinden.
Ertekin Doksanaltı hocanın Artemidoros, Lykaithion gibi Knidos'un bilinmeyenleriyle ilgili çalışmaları müthiş.
Elimizdeki bu değerlerle, bu tarihsel kültür varlıklarımızı dünyaya tanıtamaz mıyız?

*.  *.  * 
Osmanlı'da Asar-ı Atika Nizamnamesi'ne kadar ülke topraklarında bulunan tarihi eserlerin yurtdışına çıkarılması serbestti.
Dönemin önemli aydını Osman Hamdi Bey’in uğraşları sonunda 1884’te kazılarda çıkan eserlerin kamuya ait olduğu yasallaşmıştı.
Peki sonra ne oldu?
Knidos gibi çok yer taş yığını halinde kaderine terkedilmesi mi?
Zaman zaman bizim arkeologlarımızın kazıları bütçe nedeniyle yarıda kalmadı mı?
Güney Ege Kalkınma Ajansı GEKA, bu konuda önemli işler yapıyor ama maalef yeterli olamıyor.
Knidos’a altın dönemlerini yaşatan Artemidoros bugün kentinin ve mezarının halini görse ne derdi acaba?

28 Temmuz 2018 Cumartesi

RAMAZAN PİDESİNİN KOKUSUNA HASRET GİTTİLER


Tarihler 1955’i gösteriyordu.
Eylül’ün 6’sı.
Akşam saatleri.
Fener Balat’ta Zehra Hanım bütün Rum komşularını uyarmaya başladı.
“Evinize kapanın, ışıkları yakın ve mümkünse pencerelerinize Türk bayrağı asın.”
Rumlar şaşkındı.
Ne olduğunu, ne olacağını anlamamıştı.
Bazıları Zehra hamını dinledi.
Evine çekildi, lambayı yaktı, penceresine Türk bayrağı astı.
Bazıları ise oralı bile olmadı.
Bir iki saat sonra mahalleyi eli sopalı adamlar bastı.
Sopalar tek tornadan çıkmıştı.
İstanbul’un diğer semtleri Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı, Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy gibi Balat da devlet destekli milisler tarafından basılmıştı.
Bağırıyorlardı.
“Türkiye Türklerindir.”
“Gavurlar defolun.”

*.  *.  *

Kin ve nefret dolu kalabalık sokakta gördüğü Rum’u, yahudiyi, her azınlığı dövüyor, ışığı yanmayan evi taşlıyordu.
Ellerinde benzin şişeleri vardı.
Azınlıkların önce camlarını kırıyor sonra pencereden içeriye benzin şişelerini atıp yakıyorlardı.
O sırada uzakta Yedikule Kilisesi yanıyordu.
Evlerinde korkuyla bekleyen Rumlar kilisenin kubbesindeki kurşunların erimesini gözyaşlarıyla izliyordu.
Gözü dönmüş kalabalığın en büyük tepkisi mahallenin bakkalı Bodoz’a idi.
Bodoz biraz kazıkcıydı.
Dükkanını yağmadılar, ne varsa talan edip, ateşe verdiler.
Dükkan yanarken bağırıyorlardı.
“Al sana Bodoz, al sana Bodoz”
Ama Bodoz'u bulamadılar.
O çoktan kayıplara karışmıştı.



Andon o yıl 8 yaşındaydı,
Kurtuluş’ta yaşıyordu.
İki gün boyunca eve hapsolmuştu.
Olaylar biter bitmez anne ve babasıyla anneannesi Katina’nın Balat’taki evinde aldı soluğu
Bakın gördüklerini nasıl anlattı.
“Anneannemin evine gittiğimizde ev dört duvar kalmıştı. Anneannem karşıdaki komşusu Zehra Hanım’a gitmişti. Evini yıktıkları zaman komşusu Zehra bayrağı tutuyor, anneannem de alkışlıyormuş ki belli olmasın Rum olduğu. Kendi evinin yıkılışını alkışlayarak izlemiş yani.  Evde hiçbir şey kalmamıştı. Büyük bir çaydanlığı vardı, bakır.  Onun üstünde bile tepinip tepsi gibi dümdüz etmişlerdi.”

*.  *.  *

Angel ile Angelica Maschas o günlerde 20 yaşlarında bir çiftti.
Yeni evliydiler.
Onlar da Balat’ta yaşıyorlardı. 
Ailelerinin yardımıyla bir yuva kurmuşlardı.
Mutluydular.
Hep el eleydiler.
Yüzlerindeki gülümseme hiç eksik olmazdı.
Mahallenin sevilen insanlarıydılar.
Ama 6-7 Eylül olaylarında onlar da zülum gördü.
Evleri talan edildi.
Ölümden zor kurtuldular.

Ülke genelinde olayların yatışmasından sonra 
Angel Maschas ve eşi Angelica Maschas 150 bin İstanbul Rum’u gibi Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı.
Yeni vatanları artık Yunanistan'dı.
Atina.
Nice zorlukları aşıp, yeni yuvalarında hayata tutundular.
Ama İstanbul’u hiç unutmadılar.
O mis gibi kokan Ramazan pidesini.
Kandil simidini.
Komşuları Zehra hanımın ilgisini.
Beyoğlu’nu, İstiklal Caddesini, Pier Loti’yi.
63 yıl Atina’da sürgünde gibiydiler.
Yaşlanınca, evlatlarına yük olmamak için Atina yakınlarında bir yaşlı evinde kalmaya başladılar.
Ama yine mutluydular.
Yine yüzlerinden gülümseme eksik olmuyordu.
Geçen hafta yürekleri sarsan o feci yangından kurtulamadılar.

Cesetleri birbirlerine sarılmış vaziyette bulundu.
Angel Maschas ve Angelica Maschas.
İki İstanbul Rum’u. 
İki güzel insan.
Ramazan pidesinin kokusuna hasret gidenlerden.

PEPUK KUŞLARININ HİKAYESİ


Baharın gelmesiyle Munzur'da kengerler yerden bitmeye başlar.
Kenger papatyagillerden dikenli bir ottur.
Yemeği, sakızı, kahvesi yapılır.
Kengerlerin yeşermesiyle de Pepuk kuşları acı acı ötmeye başlar.
Pepuk kuşu, guguk kuşudur.
Acı acı ötmesinin elbet bir nedeni vardır.


*. *. *


İki kardeştiler.
Biri kız, biri erkek.
Abla kardeş.
Yaşları daha 15 bile değildi.
Anneleri öldü.
Babaları başka bir kadınla evlendi.
Üvey anne iki kardeşi hergün çalıştırıyor, dövüyor, kötü davranıyordu.
Bir bahar sabahı Munzur'a sürdü onları.
'Gidin, kenger toplayın, gelin' dedi.
Sonra da ekledi.
'Toplamazsanız dayak var!'
İki kardeş tırmandı Munzur'a.
Topladılar kengerleri.
Çuvalı erkek kardeş sırtladı.
Hava kararmadan dönüşe geçtiler.
Abla birara çuvaldan şüphelendi.
'Dur' dedi kardeşine..
Açtı çuvala baktı, içinde hiç kenger yok.
'Eyvah' dedi, 'üvey anne dövecek.'
Sonra kardeşine bağırdı.
'Sen yedin kengerleri.'
Kardeş yemin etti..
'Ben yemedim, yeminle ben yemedim..İstersen yar karnımı bak.'
Abla inanmadı kardeşine.
Karnını yardı.
Ama midesi boştu.
Sonra bir çuvala baktı.
Çuvalın altı delikti.
Kengerler delikten düşmüştü.
O sırada karnı yarılan kardeş öldü.
Abla deliye döndü.
Kendini yerden yere attı.
Kardeşine inanmamış, onun katili olmuştu.
Hemen bir ağıt yaktı orada.


"Keko-Pepo
Kam kıst?.
Mı kıst..
Kam şüt?
Mı şüt.
Kam dardwe?.
Mı dardwe. "


Gözyaşları sel oldu..
Sonra Allah'a yalvardı.
"Allah'ım beni Pepuk kuşu yap.. Bu dağlara bırak.. Bırak da dünya döndükçe dağlardan dağlara kardeşim diye seslenip durayım!."
Ablanın duaları kabul oldu.
O an Pepuk kuşu olup havalandı.
Ogün bugün her kengerler yeşerdiğinde Pepuk kuşları acı acı öter..

"Keko-Pepo
Kim öldürdü?
Ben öldürdüm.
Kim yıkadı?
Ben yıkadım.
Kim kaldırdı?.
Ben kaldırdım."


*. *. *
Ünlü bir Dersim efsanesidir Pepuk Kuşu'nun hikayesi.
Dayak korkusuyla kardeş katili olan birinin acı öyküsüdür bu.
Ders alınacak bir öyküdür.
Benim ülkemde yıllardır kardeş kardeşi öldürüyor.
Cenazelerin ardı arkası kesilmiyor.
Her cenaze töreninde analar gözyaşı dökerken,
Dağlarda, ağaçlarda Pepuk kuşları acı acı ötüyor..
Neden?
Emperyalizmin kirli oyunlarından.
Egemenlerin yarattığı binbir çeşit korkudan.
Kardeşine inanmamaktan.
Üveylerin baskısından.
Oysa kardeş katili olmaya da.
Pepuk kuşu gibi ağlamaya da gerek yok.
Tek ihtiyacımız barış.
Barışla kalın.

27 Temmuz 2018 Cuma

KANLI AY VE BİR BARIŞ HİKAYESİ



MÖ 590’dı.
Medler binlerce askerlik bir orduyla Anadolu’ya, Lidya topraklarına saldırmıştı.
Karşılarına çıkanı ezip geçiyorlardı.
Kızılırmak(Halys) kıyısına kadar dayanmışlardı.
Lidyalılar bu güçlü ordu karşısında inanılmaz bir direniş gösterdi.
Bu öyle bir direnişti ki, Medler bir türlü Kızılırmak’ı geçemiyordu.
Günler ayları, aylar yılları kovaladı.
İki ulus tam 5 yıldır savaşıyor ve birbirine üstünlük sağlayamıyordu.
İki tarafın da kayıpları büyüktü.
Artık çocuk yaştakiler bile savaşa katılmıştı.
O günlerde Miletli bilim insanı Thales bir kaç ay içinde güneşin tutulacağını, gündüz vakti havanın kararacağını söyledi.
İki taraf da buna inanmadı.
Tarih MÖ 28 Mayıs 585’ti.
Lidyalılar ve Medler Kızılırmak kıyısında ölümüne savaşıyordu.
Kızılırmak adeta kan akıyordu.
Thales’in dediği oldu.
Öğle saatlerinde bir anda güneş tutulmaya başladı.
Hava kararıyordu.
Savaşçılar ne olduğunu anlamamıştı.
Birden güneş kayboldu, savaş alanı alaca karanlığa boğuldu.
Herkes şaşkındı.


İki taraf da  güneş tutulmasını, savaşın yapılmasını istemeyen tanrıların bir uyarısı olarak görüp barış imzaladılar.
Barış anlaşmasına göre  iki devletin sınırı Kızılırmak oldu. Ayrıca simgesel olarak Lidya kralı Alyattes’in kızı ile Med kralı Kyaksares’in oğlu Astyages evlendirildi.
Barış sözleşmesine Kilikialı Syennesis ve Babilli Labynetos şahit oldu.
O tarihten sonra iki ulus hiç savaşmadı.
Kozmik bir olay 6 yıl kanla sulanan topraklara barış getirmişti.
Tarihin babas Heredot, bu olayı şöyle anlattı.
“Lidyalılarla Medler arasında beş yıl süren bir savaş çıktı, sık sık Medler Lidyalıları dövdüler, sık sık da onlar tarafından dövüldüler. Hele bir seferinde tuhaf bir gece savaşına tutuştular; savaş denk koşullar altında sürüyordu ki, altıncı yılda, bir çarpışma sırasında ve ortalığın en çok karışmış olduğu bir anda gündüz, birden yerini karanlığa bıraktı. Bu ışık tutulmasını Miletoslu Thales, İonialılara daha önceden bildirmişti; yılına, gününe kadar. Ama Lidyalılar ve Medler gün ortasında gece olduğunu görünce, çarpışmayı kestiler ve hemen bir anlaşma, bir barış sözleşmesi yaptılar.”

*. *. *

Çok tanrılı dönemde insanoğlu güneş ve ay tutulmalarını tanrıların bir mesajı olarak kabul etti.
Zaman zaman savaşlara son verdiler, zaman zaman da krallar, padişahlar halkın üzerindeki vergileri hafiflettiler.
Bazı devletlerde ay ve güneş tutulmalarından sonra mahkumlar serbest bırakıldı.
Bu kozmik olay yıllarca halklar için hep umut oldu.

*. *. *

Tek tanrılı dinlerden sonra ise güneş ve ay tutulmaları savaşın habercisi oldu hep.
Bakın Muharref Kral James İncili'nde ne diyor?
"30 - Göklerde ve yeryüzünde mucizeler, kan, ateş ve duman sütunları göstereceğim.
31 - RAB'bin 'muazzam ve dehşet verici günü gelmeden önce' güneş karanlığa, ay da kan rengine bürünecek."
Arka arkaya Dört kanlı ay Amerikalı evangalistler ve dinci İsrailliler için Armageddon Savaşı'nın nedeni olarak gösterilir.
Son dönemde iki tarafın bu savaş naraları bundan mıdır acaba?

*.  *.  *

Bu akşam yüzyılın en uzun ay tutulmasını yaşadık.
Dünyanın gölgesi ayın yüzeyine düşünce karşımıza kanlı dolunay çıktı.
Bir an antik çağda yaşamak istedim.
Çünkü o günün insanları bu kanlı ayı görseydi, tüm savaşlara son verirdi.
Oysa bugün.
Yine de umudu yitirmeyelim.
Savaşsız ve barış dolu günler dileğiyle.

26 Temmuz 2018 Perşembe

HEPİMİZ MARSLI MIYIZ?


İki gün önce ajanslara düşen bir haber ülkemizde çok ilgi görmedi.
Oysa, bilim dünyasında büyük heyecan yarattı. 
Haber şöyle.
“İtalyan bilim adamları Mars'ın yüzeyinde dev bir su gölü buldu.Bologna Ulusal Astrofizik Enstitüsünden gökbilimciler, Mars Express uydusuyla yaptıkları gözlemlerde Kızıl Gezegen'in güney kutup dairesinin güneyinde buz örtüsü altına gizlenmiş bir su gölü olduğunu keşfetti. Göl gezegen yüzeyinin 1.5 kilometre altında ve 20 kilometrelik bir alana yayılmış durumda.”
Bu haber ile birlikte tekrar iki soru yoğun şekilde tartışılmaya başlandı.
“Mars’ta yaşam var mı, daha da ötesi dünyaya yaşam Mars’tan mı geldi?” 


Yıllarca evrimi araştıran bilim adamlarının çoğu çok şaşırtıcı bir gerçekle karşı karşıya kaldı.
Çünkü yaşam tek bir kaynaktandı ve buraya ait değildi.
Dünya üzerindeki canlı maddenin hepsi, yeryüzünde bol bulunan kimyasal maddenin çok azına sahipti.
Buna rağmen gezegenimizde nadir bulunan kimyasal elementlerin çoğunu içinde barındırıyordu.
Öyleyse bu elementlere sahip yaşam dünyaya başka bir gezegenden mi gelmişti?
Bu elementlerden biri Molibden’di.
Yaşamın olmazsa olmazlarındandı.
Dünya’da çok nadir bulunuyordu.
Amerika ve Rusya’nın Mars yüzeyinde yaptığı incelemelerde kızıl gezegenin bol miktarda oksitlenmiş Molibden elementine sahip olduğu ortaya çıktı.
Dünya’nın Kutup bögelerine düşen Mars meteorlarında da Molibden elementinin çokluğu dikkati çekti.
Yale, Harvard ve Florida Üniversiteleri’ndeki kariyeriyle tanınan Profesör Steven Benner dünyaya yaşamın Mars’tan geldiğini savunanlardan.
Profesör Benner, yaşamın ortaya çıkış sürecinde çok önemli rol oynayan Molibden’in üç milyar yıl önce oksijen bakımından çok fakir olan Dünya yüzeyinde değil, o tarihlerde oksijence zengin Mars’ta oksitlenmiş olabileceğini söylüyor.
Benner 3 milyar yıl önce Mars'a düşen büyük meteorlar nedeniyle yüzeyden kopan kayaların dünyaya Molibden elementini, ya da tek hücreli yaşam formlarını getirdiğini savunuyor.

Günümüzden 6 bin yıl önce Mezopotamya’da birden ortaya çıkan Sümer medeniyeti  tüm güneş sistemini biliyor ve Mars gezegenine büyük önem veriyorlardı.
Lahmu ismini verdiler ona.
Lahmu savaşan İlah demekti.
Sümerler’in İnançlarına göre Tanrıları dünyaya gelirken, Mars gezegeni üs olarak kullanmıştı.
Bunu çivi yazılarıyla tabletlere mühürlere kazıdılar.


1 Eylül 1987 tarihinde  yayınlanan The New Yok Times gazetesinde Antartika’ya düşen bir Mars kayasının fotoğrafları yer aldı..
Fotoğraflar NASA tarafından dağıtılmıştı..
Kaya sanki yapay olarak biçimlendirilmiş ve birbirine oturtulmuş köşeli taşlara benzeyen dört tuğla gibi bir bloktan kopmuş parçayı andırıyordu..
Yapılan tüm testler kayanın Mars kökenli olduğunu ortaya çıkardı..

1990 Yılında  St. Petersburg kentindeki Hermitage Müzesi'nde sergilenen silindir şeklinde 6 bin yıllık bir Sümer mühürü tercüme edildi..
Mühürde Mars’tan bir astronotun dünyadaki bir astronota tebrik mesajı gönderdiği ve aralarında bir uzay aracı olduğu yazıyordu.



2000 yılında Dünya Tarihçisi, pre-astrolog, Sümerolog yazar Zecharia Sitchin “Kozmik Tohum” isimli kitabında şu cümlelere yer verdi.
“NASA için çalışan Arizona Devlet Üniversitesi’ndeki jeologlar Sovyet bilimcilere iniş bölgeleri önerdiklerinde, bir arazi aracının ‘eski nehir yataklarını ziyaret edip havzaya akan eski bir nehir deltasındaki tortuları kazabileceği’ ve sıvı su bulabileceği söylediler ve Laune Planum havzasındaki büyük kanyonu işaret etmişlerdi.”
Zecharia Sitchin’den 18 yıl sonra bilim insanları Mars’ta sıvı halde su bulunduğunu açıkladı.
Bir süre sonra NASA Mars’ta yaşamın izlerini bulduk derse, şaşırmayın.

25 Temmuz 2018 Çarşamba

KARŞI KIYIDAKİ AK YÜREKLİ İNSANA


Bir dostum var benim karşı kıyıda.
Yunanistan'da.
Ak saçlı.
Ak sakallı.
Ak yürekli.
Ak bir insan.
Bedeni karşı kıyıda ama yüreği burada.
Çünkü nesiller boyu bu toprağın insanı.
Dededen toruna.
Anadan çocuğa.
Bir Anadolu Rumu..
Alekos Papadopoulos.
*. *. *
1934 yılının 25 Mayıs'ında İstanbul'da açtı gözlerini dünyaya.
Sıraselviler'de Alman Hastanesi'nde.
Beyoğlu sokaklarında büyüdü.
Rum kilisesinde vaftiz olurken, yan camiden ezan okunuyordu.
Soluduğu Ramazan pidesinin kokusuydu.
İstiklal'i aşındırdı delikanlılığı.
İlk aşkı bir Türk kızıydı.
Türkan.
Platonik aşktı..
Sevgisini bir türlü açamadı kıza.
Çünkü aynı mahallenin öteki insanıydı.
İstanbul'da okudu.
Sonra askere aldılar.
Erzurum 220. Piyade Alayı’nda yedek subay yaptılar..
Şanslıydı.
Ondan öncekiler 40'larda askere alınıyor, amele yapılıyordu.
Badem içi sarısı tek tip üniformalarla.
Adı "Amele Taburu"ydu.
Ellerine silah değil, kazma kürek veriliyordu.
Bilim insanlarına, sanatkarlara, aydınlara, yazarlara yol köprü inşa ettiriyorlardı.
Tıpkı Naziler'in yahudilere yaptığı gibi.
Bu toprağın Rumu, Ermenisi, Yahudisi iç düşman sayılıyordu.
Gavurdu onlar(!)
Rum tohumu, Ermeni dölü, Yahudi piçiydiler(!)
Alekos şanslıydı.
Askerde bunları yaşamadı.
Vatan görevi biter bitmez yine İstanbul'a döndü..
Gazeteci olmuştu..
İstanbul'da Rumca çıkan Embros gazetesinin yazı işleri müdürüydü..
Yıl 1955'e geldi..
Eylül'ün 6 ve 7'si.
Türkiye'deki Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlarımıza karşı yeni bir saldırı başlamıştı.
Devlet desteğinde eli sopalı, gözü dönmüş gerici, ırkçı, milliyetçi sürüler evleri, işyerlerini basıyordu..
Dövüyor, tecavüz ediyor, hatta öldürüyorlardı.
Özellikle Beyoğlu'nda azınlık katliamı yaşanıyordu.
Her yer talan ediliyordu.
Damarlarında asil kan(!) taşıyan ırkçı yobazlar bağırıyordu.
"Vatandaş Türkçe konuş!"
Müslüman ve Türkçe konuşmayana bu topraklarda yaşama hakkı yoktu.
Azınlıklara "Defolun buradan" deniliyordu.
Tarih 15 Eylül 1955 olmuştu..
Alekos daktilonun başına geçti, gazeteye makalesini yazdı..
“Ülkemizde kalacağız. Burada yerimizde kalacağız. Kiliselerimizi yeniden yapmak, ölülerimizi gömmek, okullarımızı, işyerlerimizi, evlerimizi toparlamak için biz Rumlar düştüğümüz yerden doğrulacağız. Doğduğumuz, büyüdüğümüz, dedelerimizin ve babalarımızın -şimdi kırık dökük de olsa- mezarlarının bulunduğu bu ülkede kalacağız.” 
Kalamadı..
Dededen toruna, yüzlerce yıl bu vatanın insanı olan Alekos, ata toprağını terketmek zorunda kaldı.
Kucağında 3 yaşında bir yavruyla.
* *. *
60 yıla yakın gurbette Alekos.
Bir nevi sürgünde..
Yunanistan'ın Voullagmeni kentinde yaşıyor.
83 yaşında.
Hala gazeteci.
Meslektaşım.
Hala yazar.
Son kitabı İbrahim Dizman ile birlikte kaleme aldıkları; Kardeşim Gibi.
Bir İstanbul Rum'u ile bir Türk'ün birbirlerine yazdıkları mektupları..
Şiddetle tavsiye ederim.
*. *. *
Zaman zaman mesajlaşırız Alekos'la.
Dikkatimi çeken ne biliyor musunuz?
Onca baskıya, onca zulüme ve onca acıya ragmen içinde gram kin ve nefret duymaması.
Aksine tatlı anılar yaşatıyor belleğinde.
O ak yüreği hep sevgi üretiyor.
Türkiye'yi, İstanbul'u, gençliğinin Beyoğlu'nu özlemle anıyor..
Türk arkadaşlarını, kurduğu dostlukları unutamıyor..
Özellikle de ilk aşkı Türkan'ı.
Vatan özlemi hep yüreğini sızlatıyor.
Şöyle diyor mesela.
"Gurbette yaşayan herkes gibi ben de doğduğum, büyüdüğüm, aşık olduğum, okuduğum, anne-babamın mezarının bulunduğu memleketimi özlüyorum."
Peki bu nasıl oluyor?.
Kin, nefret, intikam gibi duyguları neden yaşamıyor..
İnsanlığından...
İnsana olan sevgisinden..
Sen insansın dediğimde attığı mesaj şöyle.
"İnsan ve insanlıktan bahis olduğunda aklım daima Sinoplu ünlü filozof Diogenes'e kayıveriyor. Bir gün öğlen vakti elinde fenerle Atina'nın sokaklarında bir adam aramaya çıkmıştı.. İşte bana " insansın " dediğinde hissetiğim gururu izah etmemin zorluğunu hisettiğimi itiraf etmekten kendimi alamayacağım."
Bazen yazılarımı Yunanca'ya çevirip paylaşır kendi sayfasında..
Yunan milliyetçilerinin küfür ve tehditlerine ragmen.
Şöyle diyor.
"İnandıklarımı ifade eden mesajımı, kardeşlikten yana bir zihniyetle gündeme getirdiğiniz için candan teşekkür ederim. Sadece iki üç olumsuz ve lakayıt ciddiye alınmayacak mesajlar dışında, Yarattığı etkiden ve aldığım tepkilerden ötürü bende yarattığı hayranlık duygusunu da itiraf etmeliyim. Kardeşliğe dair olan inancıma her daim sadık kalarak, kini körüklemeden zevk alanları da sevgi ile selamlıyor ve günün birinde ışığı, güneşi görebilmelerini içten ve yürekten diliyorum."
*. *. *
Alekos'u okurken Ecevit'in şiiri geliyor insanın aklına..
"Bir soyun kanı olmasın varsın
Damarlarımızda akan kan
İçimizde şu deli rüzgâr
Bir havadan..
Bu yağmurla cömert
Bu güneşle sıcak
Gönlümüzden bahar dolusu kopan
İyilikler kucak kucak..
Aramızda bir mavi büyü
Bir sıcak deniz
Kıyılarında birbirinden güzel
İki milletiz..
Önce bir kahkaha çalınır kulağına
Sonra rum şiveli türkçeler..
O boğaz'dan söz eder
Sen rakıyı hatırlarsın..
Yunanlıyla kardeş olduğunu
sıla derdine düşünce anlarsın."

Bir dostum var benim karşı kıyıda.
Yunanistan'da.
Ak saçlı.
Ak sakallı.
Ak yürekli.
Ak bir insan.
Bedeni karşı kıyıda ama ruhu burada.
Çünkü 60 yıldan fazla bir nevi sürgünde.

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...