7 Nisan 2025 Pazartesi
BUNCA İNSANI KAPATTIYSAK KİMİ ÖZGÜR BIRAKTIK?
Bir ülkenin en kalabalık şehirleri artık metropoller değil, cezaevleri. Hücreler dolup taşarken, sessizlik her zamankinden daha derin. Çünkü bir toplumun gerçek haritası, içinde kaç kişi yaşadığından çok kaç kişinin susturulduğu ile çizilir.
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün son verilerine göre, Türkiye cezaevlerinin kapasitesi 299 bin kişi. Ancak şu an demir parmaklıklar ardında 371 bin 587 tutuklu ve hükümlü var. Yani kapasiteler dolmuş değil, taşmış. 100 bine yakın fazlalık. Bu taşkın, sadece duvarların ötesine değil vicdanların içine de sızıyor. Çünkü aşırı doluluk yalnızca fiziksel değil, ahlaki bir çöküştür aynı zamanda. Temel haklara erişim bir yana, temel insani değerlerin bile nefessiz bırakıldığı bir rejimle karşı karşıyayız.
Yeni cezaevleri yapılıyor. Beton çoğalıyor, demir artıyor. Ama yetmiyor. Çünkü içeride olanlar sadece "suçlular" değil. Parti genel başkanları, belediye başkanları, gazeteciler, avukatlar, öğrencilere umut olmaya çalışan akademisyenler, sokakta barışçıl bir dövizi taşıyan gençler...Hepsi bu sistemin gözünde tehlikeli. Tehlikeli olan ise fikirleri, varlıkları, dirençleri.
Oysa bir hapishane yalnızca taş ve demirden değil, toplumun bilinçaltından da örülür. Eğer bir ülkede düşünce özgürlüğü suç sayılıyorsa, orada cezaevleri yalnız suçluları değil, geleceği de hapseder.
Bugün cezaevlerinde tutulanlar, bir hukuk devletinin değil çökmekte olan bir vicdanın sessiz tanıklarıdır. Ve biz, dışarıda kalanlar için belki de gerçek soru şudur:
Bu kadar insanı kapattıysak, kimi özgür bıraktık?
3 Nisan 2025 Perşembe
PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR
Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim?
Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü bazı melodiler, yalnızca notalardan oluşmaz; tarih taşır, direniş taşır, umut taşır.
1930’ların Almanyasında piyanist Grete Sultan, Yahudi olduğu için sahnelerden men edildi. Onu susturmak isteyen rejim, sadece bir sanatçıyı değil, onun kimliğini, inancını ve düşüncesini de bastırmak istiyordu. Sultan, sonunda ABD’ye göç ederek piyanonun başında yeniden var oldu. John Cage’in kendisine ithaf ettiği eserler, onun susturulamayan sesinin nişanesi oldu.
Dün yaşanan bir başka olayda, bu kez Türkiye’de bir piyanist sahneden indirildi. Gezi'den de tanınan Alman piyanist Davide Martello, Kadıköy’de bir meydanda piyano çalmak istedi. Ne pankart taşıdı ne de slogan attı. Fakat yine de polis müdahalesiyle karşılaştı. Tutuklanan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na destek amacıyla geldiği açık olan bu performans, politik bir eylem sayıldı.
Sonuç: sınır dışı edildi. Bir süre piyanosuna el kondu, römorkuna zarar verildi.
Bazen bir piyano, konuşmaktan daha gürültülüdür. Tıpkı Grete Sultan gibi, Martello da bir coğrafyada sanatçının sesinin neden bastırıldığını bize yeniden hatırlattı.
Bu çağda hala bir müzik aletinin yasaklanabildiği bir gerçekse, asıl tehdit piyano değil, onun söylemeye cesaret ettiği şeydir.
Bazen bir piyano, konuşmaktan daha gürültülüdür. Tıpkı Grete Sultan gibi, Martello da bir coğrafyada sanatçının sesinin neden bastırıldığını bize yeniden hatırlattı.
Bu çağda hala bir müzik aletinin yasaklanabildiği bir gerçekse, asıl tehdit piyano değil, onun söylemeye cesaret ettiği şeydir.
30 Mart 2025 Pazar
ÖLÜM BAZEN BİR TÜRKÜDE YANKILANIR, YÜZYILLAR BOYU..
O, bir dağ çocuğuydu.
Sislerin ardında saklı Maçka’nın yamaçlarında doğdu.
Yüreği, "Göklerde Kartal Gibiydim" dercesine hürdü. Sesi, rüzgarın öfkesini taşıyan bir ağıt gibiydi.
Daha küçücükken anladı. Bu dünya, sadece yaşanacak değil; hissedilecek, direnilecek bir yerdi.
Henüz beşikteyken, Karadeniz’in hoyrat türkülerini ezberlemiş gibiydi. Annesinin ninnileriyle değil, horon sesleriyle uyurdu. Büyüdükçe, yüreği de Karadeniz gibi büyüdü, dalga dalga taştı.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin konservatuvar kapısından içeri adımını attığında, yanında sadece bağlaması değil, binlerce yıllık halk ezgilerinin yükü de vardı. O, müziği sadece çalmakla kalmadı, "Aleni,Aleni" yaşadı, yaşattı.
Ne hissediyorsa söyledi, ne söylediyse hissettirdi.
Onun sesi duyulduğunda,
Trabzon’un yaylaları ayağa kalkar, rüzgarlar bile hüzünlenirdi.
"Cerrahpaşa" gibi bir şarkıyla, insanların en mahrem acılarına dokundu.
Sözlerinde hüzün vardı, gözlerinde Karadeniz’in köpüklü yalnızlığı ve o hırçın dalgaların asiliği.
O, yalnızca bir türkü söylemiyordu,
"Ben Karadeniz’im" diyordu her ezgide, "Efulim" diyordu.
Bir sevgiliye, bir memlekete, bir halkın unutulmuş masalına...
Ama sadece bir türkücü değildi. O, çocuklara umut, gençlere burs, memleketine ışık olmuştu. Her kazandığını bölüştü, paylaştı. Çünkü derdi yalnızca müzik değildi, bir memleket yarasıydı o, bir halk sevdası..
"Tren Gider" ama onun verdiği umutlar durakta beklemeyi hiç bırakmazdı.
Yıllar geçtikçe büyüdü adı.
Artık sahnelerde sadece türkü söylemiyor, binlerce insanın içindeki en kuytu yaraya ses oluyordu.
Ama kimse bilmiyordu, her türkünün içinde biraz kendi hüznü, her mısranın ardında biraz kendi vedası vardı.
Dün gece.
30 Mart 2025.
Famagusta’nın sıcak rüzgarı, bir anda soğudu. Volkan Konak sahnedeydi yine. Yüzlerce kişiyle birlikte, 'Mimoza'yı söylüyordu belki de.
O an bir seyirci seslendi.
"Volkan abi sivri konuşma içeri atarlar seni de!"
Önce güldü, sonra kükredi.
"Devrimciler korkmaz!"
Ve sonra sessizlik.
Sahne çöktü, yürekler çöktü.
Kuzey’in Oğlu, son türküsünü orada söyledi.
Ölüm, sadece sessizlik değildir bazen. Yankısı yüzyıllar sürecek bir türküde gizlidir.
YENİ BİR KOLEKTİF BİLİNCE Mİ İHTİYACIMIZ VAR?
Bir slogan, bazen bir yumruk, bazen bir haykırıştır ama her zaman bir hedef gösterir.
Tarihin belirli anlarında, kelimeler silaha dönüşür. Duvarlara, pankartlara yazılır, megafonla haykırılır, marş olur. Kimi zaman bir yürüyüşte binlerce ağızdan çıkar, kimi zaman bir duvar yazısında tek bir kişinin öfkesine tanık oluruz.
Özellikle 70’ler ve 80’lerde, Türkiye'nin siyasi hafızasında sloganlar, sadece söz değil, yaşanmışlık, acı, umut, direnişin ta kendisiydi. “Kahrolsun Faşizm” ya da “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye” gibi haykırışlar, o dönemin siyasal tansiyonunu özetleyen kısa cümlelerdi. Sloganlar, bir neslin belleğinde yumruk gibi yer etti.
Ancak zaman değişti. Sokaklar sessizleşti, meydanlar bariyerlendi. Mücadele sokaklardan çok sosyal medyaya, dijital platformlara taşındı. Duvarlardaki boyalar yerini hashtag’lere, megafonlar yerini tweet'lere bıraktı.
Ama bir şey değişmedi; İnsan hala direnmek istiyor. Hala söyleyecek sözü var.
Bugün artık sadece “ne söylediğimiz” değil, “nasıl söylediğimiz” de önemli. Bu yüzden yeni çağın sloganlarının neye benzediği anlamak gerekiyor.
Evet sloganlar değişti, çünkü dünya değişti.
Ama değişmeyen bir şey var:
İnsan, haksızlığa karşı hala bir şeyler söylemek istiyor.
Kimi zaman bunu bir pankartla yapıyor, kimi zaman bir tweet’le. Bazen bir şarkı sözüne, bazen bir podcast cümlesine dönüşüyor o isyan.
Ama özünde aynı. Hala direniyor.
Bugünün sloganları daha ironik, daha yaratıcı, daha çok katmanlı.
Ama aynı zamanda daha kırılgan. Çünkü geçmişteki gibi kolektif değil her zaman.
Kimi zaman yalnız, kimi zaman yankı odasında, kimi zaman algoritmalara çarpıp kayboluyor.
Bu yüzden belki de yeni bir görevimiz var.
Sadece yeni sloganlar üretmek değil, yeni bir kolektif bilinç dili kurmak.
Geçmişin haykırışını bugünün mecralarında taşıyabilecek, hem anlaşılan hem hatırlanan bir dil.
Çünkü,
Sloganlar da hafızadır.
Ve hafızası olmayan toplumlar, her dönemde aynı zulmü yeniden yaşar.
Sokaktan sosyal medyaya uzanan bu yolculukta belki en çok ihtiyacımız olan şey şu.
“Anlamın peşinde, ritmin içinde, birlikte söylemek.”
29 Mart 2025 Cumartesi
GENÇLİK ARTIK AYNI YERDEN KONUŞMUYOR
1980 darbesi yalnızca siyasal kurumları değil, toplumsal dokuyu da derinden etkiledi. Bu etkilerden biri, gençliğin siyasetle kurduğu ilişkinin dönüşümüdür.
Otoriter bir atmosferde yetişen kuşaklar, zamanla siyasetten uzaklaştırıldı. Bireysel başarı, kariyer hedefleri ve tüketim kültürü etrafında şekillenen yeni normlara yönlendirildi.
Ancak toplumsal dinamikler durağan değildir. Bugün karşımızda, geleneksel siyasal aidiyetlerden uzak, farklı bir gençlik profili bulunmakta.
Yeni kuşak, ideolojik sadakat ya da lider bağlılığı üzerinden tanımlanamaz. Onlar için siyaset, artık klasik siyasal yapıların, ideolojilerin veya parti aidiyetlerinin ötesinde. Siyasal ifade biçimleri, sosyal medya kampanyalarından YouTube yorumlarına, Instagram paylaşımlarına, Twitch yayınlarına kadar genişleyen dijital mecralara taşınmış durumda. Mizah, ironi ve görsel anlatılar, bu yeni siyasallığın temel araçları haline geldi.
2013’teki Gezi Direnişi, bu yeni siyasal dilin kamusal alandaki ilk büyük örneğiydi. Gençler, o süreçte yalnızca devlet otoritesiyle değil, aynı zamanda konvansiyonel siyasal formlarla da yüzleşti.
Yakın dönemde gerçekleşen protestolarda semazen figürü ya da Pikachu kostümü giymiş bir eylemcinin yarattığı uluslararası etki, hiçbir geleneksel slogan ya da pankartın erişemediği bir görünürlük sağladı. Dünya, Türkiye'deki polis şiddetine bu iki figürle tanık oldu.
Bu durum, yeni kuşağın siyasal performansının ironi, mizah, semboller ve estetik üzerinden kurulduğunu göstermekte. Onlar için siyaset bir ağacı savunmak, bir kadınla dayanışmak, iklim adaleti talep etmek gibi gündelik yaşamla iç içe geçmiş bir pratik halini almış durumda.
Klasik siyasal sloganlar bu kuşak için ya nostaljik bir anı ya da anlamsız bir tekrar niteliğinde. “Kahrolsun faşizm” ya da “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” gibi sloganlar, gençlerin siyasal eyilimine hitap etmemekte. Benzer şekilde, "Rabia" gibi, "Bozkurt" gibi geleneksel ideolojik semboller de çoğunluğun gözünde bir anlam kaybına uğramış durumda.Bu bireyselleşmiş ve dijitalleşmiş siyasal tutumun etkili olup olmadığı tartışmaya açıktır. Ancak dikkat çekici olan, bu kuşağın kendi siyasal ifadesini özgün biçimlerde inşa etme kapasitesi. Temsil alanlarının dışında, alternatif araçlarla siyasal özneleşme pratikleri geliştirmekteler.
Öte yandan, artan ekonomik baskılar, geleceğe dair belirsizlikler ve siyasal tıkanmalar, az da olsa bazı gençleri "net" konuşan lider figürlerine ya da sadeleştirilmiş ideolojik anlatılara yöneltebilmekte. Bu da içinde hem değişim umudunu hem de geçmişin tekrarını barındıran çelişkili bir siyasal tablo yaratmakta.
Bu kuşağı anlamak için klasik siyasal analiz araçları yetersiz kalıyor. Yeni sorular, yeni kavramlar ve en önemlisi, onların dünyasına içeriden bakabilme çabası gerekli. Gençlik artık aynı yerden konuşmuyor. Kendi dilini, kendi tarzını yaratıyor. Ve bu dil, hiçbir ideolojiye, sembole ya da kalıba sığmıyor.
Lidersiz, ideolojisiz ve dağınık görünen bu yeni kuşak bir siyasal dönüşüm yaratabilir mi? Benim kuşağımın normlarıyla bu soruya verilecek cevap kesinlikle "hayır"dır.
Ancak mesele tam da burada. Gençlerin gerçekliği, bizimkinden farklı. Ve siyaset, bu yeni dili doğru okuyamazsa, geleceği de ıskalayacak.
Bu dili öğrenip, anlayan ve ayak uyduran bir siyaset geliştirilse, yarınları da o siyaset yazacak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne çıkan
BUNCA İNSANI KAPATTIYSAK KİMİ ÖZGÜR BIRAKTIK?
Bir ülkenin en kalabalık şehirleri artık metropoller değil, cezaevleri. Hücreler dolup taşarken, sessizlik her zamankinden daha...
-
O, bir dağ çocuğuydu. Sislerin ardında saklı Maçka’nın yamaçlarında doğdu. Yüreği, "Göklerde Kartal Gibiydim" derc...
-
"10 Kasım'da her yer kapalıydı, genelevler kapalı mıydı bilmiyorum?" diyen her devrin iktidar borazanı, sözde gazete...
-
Sokakta tozlu topun peşinden koşan çocuklar, hayallerinde onun adını mırıldanırlardı. " Ver Lefter’e, yazsın deftere! ...