30 Temmuz 2021 Cuma

ALEVLER ARASINDA SÖMÜRÜNÜN İMDAT ÇANLARI




Onlar sanki esir kampındalar.
Günde 24 saat çalıştırılıyorlar
Haftada 6 gün.
Gece yok, gündüz yok, uyku yok, dinlenme yok.
Devlet fazla para harcamasın diye vardiya sistemi de yok.
Bu yüzden haftada 144, ayda 720 saat aralıksız çalışmak zorundalar.
Oysa yasalara göre haftalık çalışma süresi 45 saati aşamaz.
Ancak bu yasa onlara uygulanmıyor.
Yine yasalara göre haftada 45 saatin üzerindeki çalışmalara fazla mesai ödenir ve  fazla mesai günde 3 saati geçemez. 
Onlara bu yasa da uygulanmıyor.
Günde 24 saat çalışmalarına ragmen  günlük sadece 3 saat fazla mesai ücreti alabiliyorlar.
İşleri nedeniyle her an tetikte olmaları gerekiyor.
Bir ihbar geldiğinde 3 dakika içinde hazır olmak zorundalar.
Olamazlarsa cezalandırılıyorlar.
İhbarın hangi saatte geldiği önemli değil, geceyarısı saat 3,4,5 farketmiyor, 3 dakika içinde tam teçhizat hazır duruma gelmeleri gerekiyor.
Onlara günde bir öğün yemek parası ödeniyor.
Diğer öğünler ceplerinden.

Servis olmadığı için ulaşım giderleri de kendilerine ait.
Sadece kendi bölgelerinde değil, başka bölgelerden ihbar geldiğinde oralara da gitmek zorundalar.
Bir çok yerde konteynerlerde kalıyorlar.
Bu şartlardan şikayetçi olurlarsa sürgün ediliyorlar.
Üstelik onların çok büyük bölümü mevsimlik işçi.
Geçici yani.
Bir yılda sadece 5 ay 29 gün çalıştırılıyorlar, kalan aylarda işsizler.
Kim onlar biliyor musunuz?
Şu anda biz evlerimizde televizyon izlerken, Marmaris'te, Antalya'da, Manavgat'ta ve daha bir çok yerde çıkan orman yangınlarını söndürmeye çalışanlar.
Yangın Söndürme ekipleri.
Boğaz tokluğuna ateşle dans eden, cehennemi bu dünyada yaşayanlar.
Ülke genelinde sayıları 10 bine yakın.
Her yıl bir kısmı gidiyor, yerlerine yenileri geliyor.
2021 yılında Orman Genel Müdürlüğü'nün envanterine onlardan 2083'ünün adı yazıldı.
2080'i geçici mevsimlik işçi, sadece 3'ü kadrolu.
İş bulanlar büyük sevinç yaşadı, boğaz tokluğuna çalışmak için.
Onlar isimsiz yoksul kahramanlar.
Aldıkları maaş bir asgari ücret kadar.
Şu anda, şu saatlerde yangın yerlerinde sömürünün imdat çanları çalıyor.
Bu sesi duyan var mı?

SİRİUS'UN LANETİ VE ORMAN YANGINLARI


Gece gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz en parlak yıldızdır Sirius.
Türkler Akyıldız der, Araplar Şir'a.
Büyük Köpek Takımyıldızı'nda yer alır.
Hemen hemen tüm kültürlerde kutsanmıştır.
Bazı bölgelerde Tanrı kabul edilmiş, bazılarında cehennemin bekçisi olarak benimsenmiştir.
Binlerce yıldır Sirius kuzey yarım kürede Temmuz sonlarında doğar.
Bu günlerde.
Ve onun doğuşuyla birlikte aşırı sıcaklar ve yangınlar başlar.
Romalılar bu döneme Sirius'un Köpek Takımyıldızı'nda olması nedeniyle “köpekyıldızının günleri”  anlamını taşıyan  "Dies Caniculares” adını verdiler. Yüzlerce yıl bugünlerde sıcaktan ve yangından kurtulabilmek için binlerce kahverengi köpek kurban ettiler.
Ama  MS 64'te böyle bir Temmuz sıcağında Roma'nın o tarihi yangında kül olmasını önleyemediler.
Tıpkı Efesliler'in  M.Ö. 356 yılının 21 Temmuzunda, dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı'nın tamamen yanmasını önleyemedikleri gibi.

Sirius'un Temmuz ayında doğmasıyla başlayan bu aşırı sıcak dönem diğer Avrupa kültürlerini de etkiledi, İngilizler "Dogdays", Almanlar "Hundstage", İspanyollar "Dia de Perros", Amerikalılar ‘Dog Day Afternoon’ dediler. 
Araplar da "eyyâmu’l-kelb”
Köpek günleri, Sirius günleri yani.
Osmanlılar ise çok sıcak günler anlamına gelen  "Eyyam-ı Bahur"
Çin kültüründe Sirius sevilmez, cehennemi hatırlatır. Antik Çinlilerin köpekleri katlettikleri festival yine Sirius  ile ilişkilidir.

*.   *.   *

İçinde bulunduğumuz ay "Temmuz"un ismi Dumuzi'den gelir.
Dumuzi Sümerler'in Çoban Tanrısı'dır.
Sümer mitolojisine göre BereketTanrıçası İnnana ile yaşadığı aşk gerekçesiyle diğer

tanrılar tarafından cezalandırılmış, yeraltına cehenneme gönderilmiştir.
Her yıl bu dönem yeryüzüne çıkar ve beraberinde cehennem sıcağını ve ateşini yanında getirir.
Dumuzi ismi Mezopotamya ve ortadoğu kültürlerinde zamanla Dumuzid, Tammuz, Tamuz ve Temmuz olarak dile getirilmiştir.

*.  *.   *

Temmuz'un son günlerindeyiz
Sirius gökyüzünde doğdu.
Dumuzi yeraltından çıktı.
Binlerce yıllık döngü devam ediyor.
Aşırı sıcaklar ve yangınlar dünyayı sarmış durumda.
Sadece Türkiye'de değil çok yerde yangın  var.
Bizler elbette eski kültürler gibi batıl inançlara sarılamayız.
Sırf iktidara muhalefet etmek amacıyla saçma sapan suçlamalara, akıl almaz komplo teorilerine, hayali düşmanlara sığınamayız.
Sorgulayıp, dayanışmak zorundayız.
Bence sormamız gereken şu.
Binlerce yıl bu günlerin yangın günleri olduğu bilinmesine rağmen devleti yönetenler ne tedbirler aldılar?
Bugüne kadar doğanın sermaye tarafından katledilmesine göz yuman iktidar kanadı, almadığı tebdirleri örtbas etmek için neden iklim krizine sığınıyor?
Neden devletlünun uçak filosu varken, yangın söndürme uçaklarımız bu kadar az?
Neden Devlet ormanlarının herhangi bir suretle yanmasından veya açıklıklarından faydalanılarak işgal, açma veya herhangi şekilde olursa olsun, buralarda yapılacak her türlü  tesisler"i yapanların cezası Seri Yargılama Usulünü kabul ettikleri sürece yarısına düşüyor?

Neden  ormanı yakarken yakalanmayanın, yakılmış ormanda istediği tesisi inşa edenin cezası yarıya düşürülüyor?
Ve toplum olarak kendimize sormamız gereken en önemli soru.
Neden Şahin Akdemir gibi gönüllü olarak söndürme ekiplerine yardıma koşan bir kaç  kişi can verirken, yüzlerce insan plajlarda şezlonglara uzanmış yangını seyrediyor?
Gerçekten neden?


26 Temmuz 2021 Pazartesi

2000 YILLIK BİR MEKTUP GETİRDİ POSTACI



Sabah postacı kapımı iki kere çaldı.
Açtım.
Bir topar mektup getirmiş.
Tam 67 tane.
İnternet ve akıllı telefon çıkalı mektubu unutmuştuk.
Bir hoşuma gitti ki, sormayın.
Şöyle bir göz attım.
Mektuplar 2000 yıl önce yazılmış.
Latince üstelik.
Espri yapmıyorum.
2000 yıllık mektup bunlar.
Yazan Gaius Plinius Caecilius Secundus.
Genç Plinius diye tanınıyor.
Mektuplardan özellikle biri çok etkiledi beni.
Bu topraklarla ilgili.
Ve bugüne ders olacak nitelikte.
Özellikle "Kanal İstanbul" diye tutturanlar için ibretlik. 

*  *  * 

Önce mektupları yazan Gaius Plinius Caecilius Secundus'u tanıyalım.
MS 61 ve 113 yılları arasında yaşayan Romalı bir devlet adamıydı.
Hukuk, maliye ve bayındırlık eğitimi almıştı.


Entelektüel bir kişilikti ve Roma senatosunda saygındı.
Ayrıca iyi bir edebiyatçıydı.
MS 111 yılında İmparator Traianus  tarafından Küçük Asya’da Bithynia Eyaleti’ne(İznik, Bursa, İzmit, İstanbul ) vali(proconsul) olarak atanmıştı.
Plinius, bölgedeki mali usulsüzlükleri, yargı düzensizliklerini, ekonomik gelişmeleri, toplumsal isyanları denetliyor, Imparator Traianus'a mektup yazarak bilgi veriyordu.
Görev yaptığı iki yılda Roma'ya 247 mektup gönderdi.
İmparator bu mektupların çoğunu cevapladı.
Her mektup tarihi bir belgeydi ve döneme ışık tutuyordu. 

*  *  * 

Gelelim beni etkileyen mektuba
MS 111'de bölgedeki tüccarlar, iş adamları sattıkları ürünlerin nakliye giderlerinin azaltılması için Sapanca Gölü ile Marmara Denizi arasında bir kanal açılmasını gündeme getirirler.

Bu konuda vali Plinius'a büyük baskı yaparlar.
Plinius tüccarları uzun uzun dinler, sonra eline kalem ile perşömen kağıdı alarak Imparator Traianus'a şu mektubu yazar.


"Saygıdeğer İmparatorum, 
Nicomedia(İzmit) topraklarının sınırında, 
çok büyük bir göl bulunuyor. Bunun üzerinde, mermerler, tarım ürünleri, kerestelik odunlar ve ticari mallar gemilerle, az bir masraf ve çabayla yola kadar taşınıp buradan yük arabalarıyla büyük bir zahmet ve daha büyük bir çabayla denize naklediliyor. Bu bölge ticaretini olumsuz etkiliyor. Bu yüzden bu gölü denizle birleştirmek istiyorlar. Bu iş için bir sürü insana ihtiyaç var; ancak bunlar sırasıyla halledilebilir. Çünkü hem kırsal bölgelerde, hem de özellikle kentte büyük bir nüfus yoğunluğu var ve herkesin herkese yararlı olacak bir işle seve seve ilgileneceğine de hiç şüphe yok."


İmparator Traianus’un cevabı gecikmez.
O da şöyle der.

“Değerli vali Secundus,
Sözünü ettiğin göl, onu denizle birleştirmeyi istemem konusunda beni harekete geçirebilir. Ancak gölün, denize boşaldığı takdirde tamamen tükenmemesi için, ne kadar ve nereden su aldığını tam anlamıyla dikkatlice araştırmak gerekir. Calpurnius Macer’den(Roma'da doğa bilimcisi bir senatör) bir kontrol memuru isteyebilirsin, ben de buradan sana bu tür işlerde usta olan birini göndereceğim”. 


*  * * 

Düşünebiliyor musunuz?
Bundan 2000 yıl önce ülkeyi yöneten bir imparator doğayı düşünüp, bilimi rehber ediniyor.
Dönemin zenginlerinin ısrarlarına, Plinius'un çabalarına,
İmparator Traianus
'un heyecanına rağmen Sapanca Kanalı'nın neden yapılmadığı bilinmiyor.

Bu konuda tarihi bir kaynak yok.
Ancak dönemin bilim insanlarının olumsuz görüş vermiş olma ihtimali yüksek.
Bilimi hiçe sayan, bilim insanlarına değer vermeyen, rant için doğayı parselleyen günümüz yöneticilerine belki örnek olur diyeceğim ama hiç sanmam.

Varsa yoksa para.

Yaşasın Kapitalizm!





Kaynaklar: 
1- Genç Plinius'un Mektupları (Doğu Batı Yayınları)
2- Traianus dönetimde Bithynia Eyaleti Yönetimi(Sosyal Beşeri Bilimler Araştırma Dergisi)

24 Temmuz 2021 Cumartesi

ÇİCEK DALDA, ARI BALDADIR ARTIK



Bahçede bir Salvia Microphylla bitkisi var.
Ülkemizde yavru adaçayı diye tanınıyor.
Ya da Graham'ın adaçayı veya frenk üzümü adaçayı.
Meksika kökenli.
Iki yıl önce bitkiler konusunda adeta uzmanlaşmış, çok değer verdiğim bir abimin hediyesi.
Geçen sene kaybettik maalesef.
Anısı olduğu için gözüm gibi bakıyorum.
Iki yılda çok boy attı, koyu kırmızı çicekleri patladıkça patladı.
Bugünlerde tozlanma dönemi herhalde.
Çünkü etrafa muhteşem bir koku salıyor.
Bildiğimiz adaçayından daha keskin, daha baharatlı.
Doğal olarak da arıları cezbediyor.
Özellikle Avustralya yerel arılarını.
Sırtı mavi şeritli arıları.
Bitkinin üstü adeta arı kaynıyor.
Makro meraklısı bir fotoğrafsever olarak benim için bulunmaz nimet.
Doğal stüdyo.
Kaptım makinayı,ikisine odaklandım bugün.
Iki çılgın mavi şeritli arıya.
Çok haylazdılar.
Fena yaramaz.
Biri hangi çiceğe konsa, diğeri hemen onu rahatsız etti.
Kamikaze gibi üstüne fırlayıp, çiceğin özünü emmesine izin vermedi.
Oyun mu yaptılar, şakalaştılar mı, savaştılar mı anlamadım.
Saatlerce sürdü bu kapışma.
Ama sonunda yoruldular.
Bu arılar yoğun kanat çırptıkları için zaman zaman dinlenme ihtiyacı duyarlar.
Yavru adaçayının henüz yomurcukta olan bir çiceğine kondular.
Bakıştılar, koklaştılar.
Az önce birbirlerini kovalayan, birliklerine rahat vermeyenler sanki bu haylazlar değildi.
Hiç bir şey olmamış gibi dişlerini çiceğin sapına geçirip, dakikalarca soluklandılar.
Alt alta, üst üste.
Kardeşçe.


*  *  *


Suskunluk yıllarının gür sesli şairi Adnan Yücel'in 19'ncu ölüm yıldönümü bugün.
Onun mısralarıyla noktalayalım yazıyı.
"Çiçek dalda – arı baldadır artık
İnanç kolda – yolcu yoldadır
Mekikler dokunur kentler arası
Kitaplar – dergiler dolaşır elden ele
Bilgiler – sevgiler dolaşır
Şiirler aşk açar dilden dile
Silinsin diye tek
Alınlarında duran dilsizlik karası
Bitsin diye kendi yurtlarında
Kaç bin yılın yurtsuzluk belası."

23 Temmuz 2021 Cuma

UYKUSUZLUK GÖĞÜNDE BİR DOLUNAY

Bu gece dolunay gecesi.
Ay tüm güzelliğiyle üstümüzde.
Güzel uydumuz binlerce yıl ne çok kültürü etkiledi.
Evreleri, parlaklığı, değişen rengi, konumu, yakınlığı onu Tanrıça yaptı.
Çünkü doğurgandı.
Yeni aydan dolunaya geçerken, sanki ana rahminde bir cenini simgeliyordu.
Ege kıyılarında Selene dediler adına.
Ay tanrıçası Selene.
En sevdiği yer Bafa Gölü'ydü.
Onun döneminde o göl Ege denizine açılan bir körfezdi.
Antik Herakleia kenti bu körfezde kurulmuş ve Karialılar Ay Tanrısı Selene'yi kutsamıştı.
Selene her gece Latmos dağlarından(Beşparmak) körfezi aydınlatırken, çoban Endymion'a gönlünü kaptırmış  ve bu aşk dillere pelesenk olmuştu.
Körfez yüzlerce yıl  Menderes nehrinin selleri ve o sellerin getirdiği topraklarla denizden koptu.
Ve bugünkü Bafa Gölü oluştu.
Ama Herakleia kenti hala ayakta. 
*  *  *
Dolunayın izlerken günün son haberlerine takıldı gözüm.
Rize ve Artvin'de sel felaketi yaşanıyor.
Fındıklı ilçesinde dereler taştı, yollar kapandı.
Ev ve iş yerlerini su bastı.
İlçe merkezlerinde cadde ve sokaklar göle döndü.
Iki köy boşaltıldı.
Bir çok köy yolu ulaşıma kapatıldı.
Yıkılan evler, suya kapılan otomobiller.
430 ev ve işyeri balçık altında.
Hasar çok büyük.
Bir kişi kayıp.

Cumhurbaşkanı selzedelere çay dağıttı.
Sel manzarasında afiyetle içsinler diye. 
Sonra da öğüt verdi.
Dikey değil yatay binalar yapın.
Televizyon muhabiri bir vatandaşa uzattı mikrofonu.
"Takdir-i ilahi" dedi vatandaş, "Allah'ın takdiri.

*  * *

Moralim bozuldu.
Tacitus'u dinledim yine.
"Yeryüzündeki çirkinlikler moralinizi bozarsa, gözünüzü gökyüzüne çevirin."
Dolunaya bakıyorum.
Ay Tanrıçası Selene'ye.
Bundan 2000 yıl önce Rize'nin 1300 kilometre güney batısında, Büyük Menderes Nehri'nin kuzeyinde bir kent kuruldu.
Nysa.
Aydın Sultanhisar'da.
Ortasından çılgın bir nehir geçiyordu.
Zaman zaman azğınlaşan bir nehir.
Dönemin şehir planlamacıları, mimarları kenti nehrin iki yamacına iki ayrı yerleşim gibi kurmuştu.
Üç köprüyle birbirine bağlamıştı.
Nehrin debisi ne kadar artarsa artsın, kent sellerden etkilenmiyordu.
Nysa Karia'nın en önemli eğitim merkeziydi.
Oranın insanları Ay Tanrıçası Selene'ye tapıyor, şarap tanrısı Dionysos’u hemşerileri sayıyordu.

Ama bilime, sanata, kültüre büyük önem veriyorlardı.
Coğrafyanın atası Amasyalı Strabon orada eğitim görmüştü.
Iki katlı kütüphaneleri dönemin en önemli bilgi merkezlerinden biriydi.
Binlerce kitap okurla buluşuyordu.
Gymnasium önemli bir eğitim kurumuydu.
10 bin kişilik tiyatrosu vardı.
O tiyatroda tragedia ve drama oynanıyordu.
Bağbozumlarında danslar sergileniyordu.
Nysa Apollonios, Aristodemos ve Sostrados gibi önemli filozofların da vatanıydı.
2000 yıl boyunca nice seller taşkınlar gördü ama yıkılmadı.
Bugün hala ayakta. 

*  *  *

Romalı Şair Luvenalis'in şöyle bir sözü var.
"Doğa ile bilgelik hiç bir zaman çatışmaz."
Bilgisizlik ise doğaya yenik düşer. 
Gecenin kör saati geldi yine.
Uyku saati.
Televizyonlarda son haberleri izliyorum.
Rize ve Artvin sel felaketiyle yaralı.
Cumhurbaşkanı çay dağıttı vatandaşlara.
Afiyetle için diye.
Sonra nasihat verdi.
Evleri dikey değil yatay yapın.
Selde zarar gören bir vatandaşa uzattılar mikrofonu. "Takdir-i ilahi" dedi. "Allah'ın takdiri." 
Iyi uykular.
(Kapak fotoğrafı alıntıdır)

19 Temmuz 2021 Pazartesi

..VE KASAP GÖKYÜZÜNE KALDIRDI KESKİN BIÇAĞINI

Sümerlerde bir kurban töreni


Yine geceyi yarıladık.
Etraf zifiri karanlık.
Ege ve Akdeniz'in birleştiği bir coğrafyadayım.
Manzaram iki kadim deniz.
Sağım Ege, solum Akdeniz.
Binlerce yıl kimbilir neler yaşandı bu sularda, bu kıyılarda.
Kimilerine göre uygarlığın doğduğu yerlerdi buralar.
Halikarnas Balıkçısı'na göre, "altı yedi bin yıl önce kayığı ilk yüzdüren dalgalar ve dalgalara ilk binen kayıklar hep buralıydılar."
Burada yaşayanlar iki denizin çocuğuydular
Ege Denizi'ne Arşipel, Akdeniz'e Mare Nostrum dediler.
İşte ben de tam buradayım.
Bu gece anason yok, kafeinden cin gibiyim.
Hiç yazma niyetim yoktu bu saatte ama..
Yarın yaşanacakları düşünüp, Ege ve Akdeniz'in sularına baktıkça zaman tünelinde yolculuğa çıktım adeta.

MÖ 500'nci yüzyıldı.
Helen komutan Agamemnon dev gibi bir filoyla Troya'ya  saldıracaktı.
Gemilerini Pire limanına demirledi, rüzgarın çıkmasını bekliyordu.
Günler, haftalar geçti ama havada yaprak kıpırdamadı.
Rüzgar olmadan yelkenler şişmez, gemiler Troya'ya gidemezdi.
Agamemnon baş tanrı Zeus'a rüzgar çıkarması için yalvardı.
Zeus,"sus" dedi "sen bir günahkarsın, önce gühanını affettir, sonra benden bir şey iste." 
Agamennon şaşkın şaşkın sordu, "Yüce Zeus günahım ne?"
Zeus hiddetlendi,"sen" dedi, "Geçenlerde avlanırken, Artemis'in en sevdiği geyiği vurdun. Bunun bir bedeli olacak. Olimpos'ta tüm tanrılar toplandık ve karar aldık. Kızın İphegenia'yı bizlere kurban edeceksin."


Troya'ya saldırmak için can atan, hırs ve şöhret budalası Agamemnon, biraz düşündü, sonra "tamam" dedi, "kızımı kurban edeceğim."
Hazırlıklar yapıldı, bıçak bilendi.

Güzeller güzeli İphegenia tam kurban edilecek, Artemis yanında bir geyikle çıkıp gelmez mi?
"Seni  affettim Agamemnon, İphegenia'yı bağışladım sana" dedi , "al bu geyiği kurban et bana."
Sonra rüzgarlar çıktı, Agamemnon Troya'yı ele geçirip muzaffer bir komutan oldu.
Ama dönüştü eşi Clytemnestra ve eşinin sevgilisi Aegisthus'un bıçak darbeleriyle öldü. Çünkü Clytemnestra, tanrılara kızları İphegenia'yı kurban edecek kadar vicdansız olan Agamemnon'u affetmemişti.
Olimpos tanrıları Agamemnon'u kurtaramamıştı.
İzmirli Homeros Odysseia destanında böyle anlatıyor olayı.
Acaba Agamemnon'un sonu ondan sonrakilere ders oldu mu?

*. *. *

Bu gece ay yarım halinde.
Ama çok parlak.
"Hani gece sustu, ay parladı" denir ya.
İşte öyle.
Yine Ege ile Akdeniz'in birleştiği sulara bakıyorum.
Tam karşımda Tilos adası var.
Binlerce yıl önce minik fillerin vatanıydı Tilos.
Koyun kadar fillerin yurdu.
Güney tarafında Rodos'un uzantıları görünüyor.
Hemen onun arkasında Girit Adası.
Yunanca Kriti.
Bundan 3500 yıl önce Girit'te çok önemli bir uygarlık vardı.
Minos Uygarlığı.
Kültürde, sanatta, ticarette komşularına göre çok ilerideydiler.
Mimarileri hayranlık uyandırıyordu.
Yıkılmaz denilen saraylar, tapınaklar inşa ediyorlardı.
Ama MÖ 1900'lerde depremlerle sarsılmaya başladılar.
Akdeniz ve Ege adeta salıncak olmuş, depremler durmuyordu.
Girit'in kuzey batısında, tam da Datça'ya bakan Knossos kentinin tepelerinde bir kurban töreni vardı.
Zenginler ve rahipler depremlerden kurtulmak için tanrıların kan istediğini söylemişti.
Halk toplanmıştı.
Ege'nin imbatlarıyla serinlenen bir yaz günü Knossos tepelerine uzun bir masa kondu.
Rahipler, çok iri bir boğayı masanın üzerine yüzüstü bağladılar.
Kalın halatlar hayvanın kıpırdamasına imkan vermiyordu.
Sadece başını oynatıyor ve korkulu gözlerle ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Onun bağlı olduğu masanın altında kentin zenginlerinin armağan ettiği keçi, koyun, koç gibi başka hayvanlar sıralarını bekliyordu.



O an bir flüt çalmaya başladı.
Flüte yedi telli bir Lyra eşlik etti.
Mistik ezgiler Ege ve Akdeniz'in ılık rüzgarlarına karışırken, genç bir kız boğanın başına bir kase öğütülmüş tahıl döktü.
Sonra bir rahip elindeki  keskin bıçakla gökyüzünü göstererek "sana adıyoruz Zeus" diye haykırdı ve boğanın boğazını bir hamlede kesti.
Masa o anda kan gölüne döndü.
Boğanın yaşadığı dehşet ve acı gözlerine yansımıştı.
Boğazından fışkıran kan masanın üzerindeki oluklardan yanlarda duran toprak kaplara akıyordu
Boğa acı çeke çeke son nefesini verince, bir rahibe içi kanla dolu iki kabı kulplarından bir sırığa dizerek omuzlarında taşımaya başladı.
O tapınağa doğru yürürken, flüt ve yedi telli Lyra'nın ezgileri yine tepelerde yankılanıyordu.
Boğanın kanı tapınağın önünde duran ve Tanrı Zeus'u simgeleyen iki çift taraflı baltanın(Labrys) arasına açılan bir çukura döküldü.
Ancak yarısı doldu çukurun.
Bu yetmezdi.
Tanrıların daha çok kana ihtiyacı vardı.
Sıra masanın altındaki diğer hayvanlara geldi.
Önce keçi, sonra koyun, sonra da koç ardı ardına boğazlandılar.
Her boğazmadan önce rahip elindeki keskin bıçağı gökyüzüne kaldırdı ve haykırdı.
"Sana adıyoruz Zeus!"
Sonunda çukur kanla dolmuştu.
Zeus nihayet kana doymuştu!
Ve rüşvet olarak aldığı kan karşılığında Girit'i depremden, fırtınadan, selden koruyacaktı.
Ama korumadı, koruyamadı.
Kısa bir süre sonra Girit Adası daha şiddetli depremlerle, tsunamilerle ve işgallerle yerle bir oldu.
Minos Uygarlığı yok oldu.
Kendi hayatları ve rahatları için onca günahsız hayvanın kanını dökenler, sonunda sarayların, tapınakların altında kalarak can verdiler.
Sözünü ettiğim bu kurban ritüeli yaşanmış bir olaydan betimlenmiş ve Knossos'ta kazılarda bulunan Hagia Triada Lahti'nin üzerine resmedilmişti.
Bu lahit bugün Girit'teki Heraklion Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmekte.



Tarih boyu ne çok kan döküldü değil mi?
Ne vahşetler yaşandı.
Nedense Tanrılar hiç kana doymadı.
Düşündükçe içi acıyor insanın.
O yüzden yeryüzünden gözümü gökyüzüne çevirdim.
Uzakta güney batı yönünde bir yıldıza takıldı gözüm.
Kimbilir kaç ışık yılı uzakta.
Bildiğim bir yıldız değil.
Çok küçük.
1800'lü yılların başlarında Paris'te böyle bir geceyarısı uzaktaki bir yıldıza baktı, Pierre Jean de Beranger.
Şairdi. 
Hem de iyi şair.
Ezilen bir aileden geldiği için sınıfını biliyor, otoriteye direniyordu.
Özellikle kiliseye karşısıydı.
Papazların yalan konuştuğunu ve halkı kandırdığını söylüyordu.
Yazdığı şiirlerle egemenlerin korkusu oldu.
Susturmak için nice ödüller verdiler, geri çevirdi.
İstemediği halde halkın oylarıyla milletvekili seçildi, özgür kalmak için hemen istifa etti.
Ölünce ismini unutturmak için çok uğraştılar ama o şiirlerini halkının gönlüne yazmıştı.
Unutturamadılar.
Pierre Jean de Beranger o gece uzaktaki yıldıza bakınca şu satırları döktü kağıda.

"Tanrı Baba, bir sabah uyanınca,
Biz insanları düşündü nasılsa,
Gitti pencereye: "Kim bilir, dedi;
Belki o gezegen yok oldu gitti.
Ama baktı, uzakta, çok uzakta,
Bir köşecikte fır dönüyor dünya.
Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı,
Alsın vallahi bir şey anlıyorsam
Bu dünyalıların tutumlarından.

Ey benim minnacık yaratıklarım,
Ak ve kara, donuk ve yanıklarım,
Dedi Tanrı, en babacan haliyle;
Sizi ben yönetiyormuşum sözde.
Oysa, görüyorsunuz, Allah'a şükür,
Benim de sürüyle bakanlarım var,
Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı,
Alsın vallahi, çocuklar, bu bakanları
İkişer üçer atmazsam kapı dışarı.

Boşuna mı kızlar verdim, şarap verdim size?
Güzel güzel yaşayasınız diye.
Nasıl olur da siz benim inadıma
Orduların Tanrısı dersiniz bana?
Ne yüzle adımı alıp dilinize
Top atarsınız birbirinize?
Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı;
Alsın vallahi, çocuklar, bir tek
Orduyu kumanda ettiysem bugüne dek.

Şu süslü püslü zibidilerin işi ne
Yaldızlı tahtlar üstünde?
Nedir o kasılmaları, böbürlenmeleri?
Beslediğimiz bu karınca beyleri
Sözden benden kutsal haklar almışlar
Benim inayetimle kral olmuşlar
Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı;
Alsın vallahi, benden geldiyse eğer
Sizleri böyle kötü yönetenler.

Hiç bana kızmayın artık, çocuklar;
Temiz yürekli olun, bana yeter.
Sevişin, güle oynaya yaşayın,
Sizi yakar makarım diye korkmayın
Kralına da, yobazına da basın kalayı...
Ama keselim, Allahaısmarladık
Curnalcılar duyarsa yandık
Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı
Alsın vallahi, o yüzsüz herifleri
Sokarsam kapımdan içeri." (*)

Artık uyku zamanı.
Haydi Allahaısmarladık.
Jurnalciler duyarsa yandık!
Tekrar iyi bayramlar.

(*) Pierre Jean de Beranger'in bu şiirinin Sabahattin Eyüboğlu Türkçe'ye çevirmiştir.

17 Temmuz 2021 Cumartesi

GECE YARISI, CANOPUS YILDIZI VE DATÇA.



Bu gece uyku tutmadı nedense.
Saat 2'i geçti bile.
Hala verandadayım.
Mesudiye köyü derin uykuda.
Bir puhu kuşunun sesi geliyor uzaktan.
Bir de domuzların badem kırması ve köpeklerin havlaması.
Kafam hayli kıyak.
Promil yüksek.
Bir cigara yaktım, ardından bir yudum rakı.
Biraz kavun, bir dilim beyaz peynir.
O an nedense Romalı Tacitus'un sözü geldi aklıma
"Dünyadaki çirkinliklere tahammülünüz kalmadığında gözünüzü göğe çevirin.”
Tacitus önemli adamdı.
Hatip, avukat ve tarihçiydi.
Onun sözü dinlenirdi.
Ben de dinledim ve çevirdim gözümü gökyüzüne.
Yukarısı yıldız yorgan.
Tam karşımda Sirius parlıyor, ışıl ışıl.
Güneyde ise Canopus.
Canopus gökyüzünde ikinci en parlak yıldız.
Antik çağdan bu yana çok önemli ve kutsal kabul edilen bir yıldız.
Bedeviler "çölün gemisi" diyordu ona.
Ortadoğu halkları ise "evrenin feneri"
Helenler "altın dünya" dediler.
Kimileri de "yeni dünya"
Troya savaşını kaybeden Kral Menelaus'u Mısır'a ulaştıran geminin adıydı, Canopus.
Günümüzde uzay gemileri Canopus'un ışığının enerjisiyle yol alıyor.
Tıpkı Voyager 2 gibi.

*. *. *
Biliyor musunuz?
Bundan 2000 yıl önce Datça'da çok önemli bir bilim insanı yaşıyordu.
Knidoslu Eudoxus.
Filozof, matematikçi, coğrafyacı ve uzay bilimciydi.
Astronominin babasıydı. 


Gezegenlerin hareketlerini inceleyen ilk insandı.
Taşınabilir güneş saatlerini icat eden isimdi.
Bugün Burgaz diye isimlendirdiğimiz Paleo Knidos(eski Knidos) sırtlarında bir gözlemevi(rasathane) vardı.
Hemen hemen her gece gözlemevine çekilir ve Canopus yıldızını izlerdi.(*)
Canopus onun için de evrenin feneriydi.
O fenerin ışığıyla bakacağı yönü bulur ve yıldızları, gezegenleri gözlemlerdi.
O gözlemlerle bugünkü modern astronominin temellerini attı.

* *. *

Datça Yarımadası bugün ülkenin en gözde yerlerinden biri.
Özellikle pandemi sonrası büyük kentlerden kaçıp buralara yerleşenlerde yoğun bir artış var.
Ve de turist sayısında.
Temmuz ve Ağustos aylarında turistten geçilmiyor.
Tüm oteller, pansiyonlar doldu.
Sahillerde adım atılacak yer yok.
Kışın 20 bin olan Datça nüfusu bu günlerde 100 bine ulaşıyor.
Doğal olarak ilçede büyük bir kaos var.
Trafik, korna sesi, elektrik kesintileri, patlayan su boruları, yüksek sesli müzik, sağa sola atılan çöpler, maganda davranışlar, kavgalar, küfürler, dövüşler.
Saygı, sevgi, birlikte yaşama kültürü hak getire.
Esnaf ve halk doluluktan memnun ama insan kalitesinden şikayetçi.
Toplumsal bir sorun bu aslında.
Gelenler genelde Datça'nın havası, doğası ve denizi için geliyor.
Oysa bu yarımada sadece doğal güzellikleriyle sınırlı değil ki.
Coğrafyanın atası Strabon Datça için "yarımadaların en güzeli" derken, elbette sadece doğal güzelliklerini vurgulamadı.
Bu coğrafya binlerce yıllık bir kültür ve sanat merkezi aslında.
Tıpkı Eudoxus gibi nice ünlü bilim ve sanat insanları yetiştirdi bu topraklar.
Muhteşem Afrodit heykelini yapan ünlü yontucu Praksiteles, kralları amansız hastalıklardan kurtaran doktor Euryphon, ressamların kralı Poygnotos, dünyanın yedi harikasından biri sayılan İskenderiye Feneri’nin mimarı Sostratos ve daha niceleri bu topraklarda yaşadılar.
Son örnek Can Yücel mesela.
Gecenin bu kör saatinde acaba diyorum, Datça sadece doğal güzelliklerini değil de yukarıda sözünü ettiğim kültürel ve sanatsal zenginliğini ön plana çıkarsa bu kaos yaşanır mı?
Bu turizm anlayışı ve gelen insan profili değişir mi?
Neyse..
Dedim ya, bende promil yüksek
Gece gece başımıza yeni icat çıkarmayalım.
Canopus aşkına.
Iyi uykular.
(*) Karia-George E. Bean
Fotoğraf: alıntı

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...