30 Nisan 2020 Perşembe

1 MAYIS, 1 MEKTUP.


"Çocuklarım.
Bu kelimeleri yazarken adlarınızın üstüne göz yaşlarım damlıyor.
Bir daha hiç karşılaşmayacağız.
Ah, sevgili çocuklarım, nasıl içten, derinden seviyor sizi babacığınız. Sevdiklerimize yaşamakla gösteririz sevgimizi ve gerektiğinde sevdiklerimiz için ölmekle de gösterebiliriz sevgimizi…
Benim hayatımı ve doğal olmayan haksız ölümümü başkalarından öğreneceksiniz.
Babanız, özgürlük ve mutluluk uğruna gönüllü olarak canını vermiş bir kurbandır.
Size miras olarak şerefli bir ad ve tamamlanacak bir görev bırakıyorum…
Onu koruyun, bu yolda yürüyün. Kendinize karşı doğru olun, o vakit başkalarına karşı sahte olamazsınız.
Yaratıcı, uyanık ve neşeli olun…
Anneniz!.
O kadınların en yücesi, en şereflisidir.
Onu sevin, sayın ve öğütlerine uyun.
Çocuklarım, değerli varlıklarım; bu mektubu yalnız sizin için değil, daha doğmamış çocukları için ölen bir çok kişinin ölüm yıldönümlerinde de okumanızı istiyorum.
Yavrularım, elveda.”

Albert Persons,
11 Kasım 1887
*. *. *
Tarih 1886'ydı.
Amerika'da kapitalizm emekçilere sülük gibi yapışmıştı.
Günlük çalışma süresi 14-15 saatti.
İşçilerin hiç bir sosyal hakkı yoktu.
Şirketler büyüyor, emekçi sınıfı ise ezildikçe eziliyordu.
Şikago'da dört delikanlı çıktı ortaya.
Albert Persons, Adolph Fischer, George Engel ve August Spies.
İşçileri örgütlediler.

Günlük çalışma süresinin 8 saate inmesini istediler.
1 Mayıs 1886'da görkemli bir miting düzenlediler.
Mitinge 500 binden fazla işçi katıldı.
Kitlesel eylemler başladı,
İşçilerin hak arayışı Amerika'nın diğer sanayi kentlerine sıçradı.
İlahlar kızdı.
Sermaye ve onun güdümündeki devlet bir düşman bulmalıydı.
Buldu.
Şikago'da işçileri örgütleyen dört genç tutuklanıp, cezaevine kondu.
Suçları canilikti.
İdamla yargılandılar.
Mahkemede, pişman olduklarını açıklamaları halinde afedilecekleri söylendi kendilerine.
Hiç biri kabul etmedi.

Albert Persons tarihe geçen şu sözleri söyledi mahkeme heyetine.
"Bütün dünya biliyor suçsuz olduğumu. Eğer asılırsam cani olduğumdan değil, emekçi olduğumdan dolayı asılacağım."
11 Kasım 1887'de asıldılar.
Albert Persons asılmadan bir saat önce yukarıdaki mektubu yazdı çocuklarına.
Dört devrimci işçi liderinin cenazesine yüzbinler katıldı.
Onların başlattığı direnişi Amerikalı emekçiler sürdürdü.
Dünyadan destek yağdı.
Ve 1890'da 1 Mayıs "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kabul edildi.
Kısa bir süre sonra da günlük çalışma süresi 8 saat ile sınırlandırıldı.

*. *. *

1 Mayıs, emeğin 132 yıllık
bir mücadele geleneğidir.
Bu yıl Korana belası nedeniyle meydanlara çıkamazsak bile yüreklerde kutlanmalıdır..


23 Nisan 2020 Perşembe

BİR 23 NİSAN MASALI!


Tarih 23 Nisan 1937'ydi.
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı İstanbul'da çoşkuyla kutlanıyordu.
Yüzlerce öğrenci bando eşliğinde Taksim'e yürüyor, halk sevgi gösterilerinde bulunuyordu.
Öğrencilerin ellerinde ilginç pankartlar vardı.
Birinde şöyle yazıyordu.
"Temiz ve muazzam gıda." 
Ama aynı tarihlerde Türkiye'de çöplerden yemek yiyen çocuklar da vardı.
O günlerde çıkan gazetelerde sık sık şu haberlere rastlanıyordu.
"İstanbul'da çocuk dilenciler günden güne artıyor." 
"Kış geldi, havalar soğudu, buna rağmen sokaklarda yalın ayak, çıplak baş gezen bir çok sefil çocuk var." 
"İstanbul sokaklarında çürüyen bir nesil var."
"Kimsesiz çocuklara sahip çıkınız. Vereceğiniz para azdır diye düşünmeyin, 10 kuruşun bile kıymeti çoktur."

"14 yaşındaki çete reisi çocuk rakı masasında yakalandı." 


Aradan yıllar geçti.
Ogün bugün çocuklar için çok şey değişmedi.
UNİCEF'in raporlarına göre Türkiye'de bugün 50.000'den fazla sokak çocuğu var.
Gayri resmi rakamlara göre bu sayı 100 bine yakın.
Dilenen çocuk sayısı 10.000 civarında.
Sadece İstanbul'da bir yılda yakalanan çocuk dilenci sayısı 2.000'ni buluyor.
DİSK'in yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye'de çocuk işçi sayısı 1 milyonu geçiyor.
Okula gitmeyen çocuklar için haftalık çalışma süresi 54 saat.
Çalışan çocukların yüzde 3,4’ü yaralanıyor ya da sakat kalıyor.
Çocukların üçte birine işyerinde yemek verilmiyor.
Yarısından çoğu 400 TL altında bir ücretle çalışıyor.
2015 rakamlarına göre Türkiye'de 2 bin 374 çocuk mahkum var.
Çocukların yarısından çoğu aile içinde şiddet görüyor.
Bu liste uzatılabilir.
Bu ülkede çocuklar yaşı büyütülerek idam sehpasına çıkarıldı.
Hatta devlete emanet edilen çocuklara tecavüz edildi.
*. *. *
Türkiye dünyada çocuklara özel bayram ilan eden tek ülke.
23 Nisan Cumhuriyetin önemli bir kazanımı.
Dolu dolu, coşkuyla kutlayalım.
Kutlayalım ama köprüaltı çocuklarını, dilenen çocukları, işçi çocukları, mahkum çocukları, dövülen çocukları, tecavùze uğrayan çocukları, sömürülen çocukları da unutmayalım.
Binlerce çocuk sefalet içindeyken, yüzlercesi dilenirken, çoğu merdivenaltı ağır işlerde çalıştırılırken, kafamızı kuma gömmeliyim.
Neyse.
Biz en iyisi Hovhannes Tumanyan'ın mısralarıyla bitirelim sözü.
"Güneşin ilk ışıklarıyla çık sokağa.
Telaşlı gürültüsüyle yolunu kesecek bir okul bahçesi.
Solmuş formaları ve boyasız kunduralarıyla.
Selamlayacak çocuklar seni.
Kızların perçeminde bir bahar.
Vitrin çatlatır oğlanların afacan sesi.
Kavgalar, oyunlar, sefertasları.
Şehirler yıkar, şehirler kurar çocukların neşesi..
Her çocuk biraz eşkıya, biraz umuttur yakından baktığında..
Çok yaşayın çocuklar
ama, yaşamayın bizim gibi.
Siz, çok yaşayın çocuklar."

22 Nisan 2020 Çarşamba

DATÇA'DA BİR KADIN, BİR FİLOZOF, ARILAR VE DÜNYA GÜNÜ.


Yedi sekiz yıl öncesi.
Kızılbük’te Bizim Cennet’te kahvaltıdayım.
Denizin hemen kıyısı.
Tatilciler doldurmuş masaları.
Kimi mayolu, kimi bikinili.
Bazıları denizden yeni çıkmış.
Hafif bir rüzgar ve havada taze bahar kokusu.
Doğa çiceğe vermiş kendini.
Etrafta kelebeklerle, arıların dansı var.
Dalga sesleri Chopen’in ilkbahar valsi gibi.
Yüzler gülüyor, sohbetler neşeli.
Herkes afiyetle yiyor taze ekmekleri,  yumurtaları. körpe domates ve salatalıkları.
Ama ileride bir masa var ki, farklı.
Full makyaj bir hanımefendi.
En pahalı kokudan sürünmüş.
En buram deodoranttan dökünmüş.
Bacım sanki Etiler Nusret’te akşam yemeğinde!
Parfümün kokusu kızarmış ekmeğin kokusunu bastırıyor yeminle.
Bir anda arılar çevirdi kadının etrafını.
Hem de ne çevirme.
Yüzlerce. 
İstila gibi.
Dertleri ne kadın, ne kahvaltı tabağı.
Onları cezbeden parfümün kokusu.
Vızır vızırlar.
Kadın deliye döndü.
El, kol, ayak, ortalığı ayağa kaldırdı birden.
Bir yandan imdat diyor, bir yandan beddua okuyordu arılara.
Sonra kocasına bastı kalayı.
Ardından işletme sahibine.
Yetinmedi diğer masalardaki insanlara.
O an kolundan bir arı soktu.
Kadın canhıraş kalktı, odasına gitti.
Bir kaç saat sonra da kocasıyla oteli terketti.
Giderken suratından düşen bin parçaydı.

*. *. *

2000 bin önce aynı topraklarda bir filozof yaşardı.
Arşipel’in(*) bilgelerinden stoacı Chryrsippos.
Knidos’ta bulunduğu dönemlerde kendisini doğaya atardı.
O yüzden hep neşeli olurdu.
Canı sıkılana, morali bozulana, psikolojik sorunu olana “dağlara, ovalara, kırlara gidin” derdi.
M.Ö 200’de doğanın tüm hastalıklara iyi geldiğini söyleyerek, insanlığa şöyle seslendi.
"Doğadaki sesler, pek çok hastalığı iyileştirir, sinirli, endişeli, yorgun olduğun zaman bir ırmak kıyısına otur, gözlerini kapa, beynindeki tüm düşünceleri boşalt ve suların şırıltısını dinle. Unutma ki su, sinirlere en iyi gelen ilaçtır. Rüzgarın sesi gürültüleri yok eder, ormanın sesi ise beyni dinlendirir. Arıların, kelebeklerin, böceklerin sesi de yaşam iksiridir.”
Chryrsippos insanın mutlu olabilmesinin tek yolunun doğanın kurallarına uyumlu yaşamasından geçtiğine inanlardandı.
Doğa sayesinde 73 yıllık ömrünü gülerek geçirdi.
Kahkahalar atarak da öldü.(**)

*.  *.  * 

Google hatırlattı.
Bugün 22 Nisan Dünya Günü.
Şimdilik uçsuz bucaksız evrendeki tek yuvamızın günü.
Dünya değimiz bu tek yuvamızın tek sahibi bizler değiliz.
Çiceğiyle, böceğiyle, bitkisiyle, ağacıyla doğa olmasa bizler de asla olamayız.
Bunun farkına ne zaman varacağız?
Bize dayatılan "benmerkezcilik"ten ne zaman kurtulacağız?
Yüzlerce yıldır ""bitkilerin, hayvanların ve tüm evrenin bize hizmet etmek için varolduğunu ve üzerlerinde hiçbir sınır tanımayan bir hakka sahip olduğumuzu" savunmaktan nasıl vazgeçeceğiz?
Karl Marks yıllar önce şöyle demişti.
“İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür.
Doğru . 
Neredeyse, genlerimize geçmiş yüzlerce yıllık yanlış bir önyargı bu 
Bu önyargıyı artık kırma vakti gelmedi mi?
Kibiri, şımarıklığı, kendimizden başkasına yaşam hakkı vermeyen tavrımızı nasıl bırakacağız?
Baksanıza bir Korona ne hale getirdi insanoğlunu?
Yüzlerce yıllık o önyargı gözle görülmeyecek kadar küçük bir virüs karşısında ezildi, büzüldü, çaresiz kaldı.
Bu koronavirüs belasının en büyük nedeni Karl Marks'ın dediği gibi kapitalist toplumun o temel kötülüğü olabilir mi?...


*. *. * 

Arılarla başladık, arılarla bitirelim.
Google'ın doodle'nda sevimli bir arı var.
Ve arıların dünyaya katkılarıyla ilgili çarpıcı bilgiler.
Hani Einstein diyor ya.
"Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa, insanın sadece 4 yıl ömrü kalır. Arı olmazsa döllenme, bitki, hayvan ve insan olmaz."
Bu dünyada yaşamak istiyorsak arılardan kaçmayalım, aksine arıları ve doğayı yok etmeye çalışanlara karşı çıkalım.

(*) Arşipel, Ege denizinin antik çağdaki ismi
(**) Filozof Chryrsippos, topladığı bir sepet inciri eşeğinin yediğini görünce yardımcısına "şu hayvana susuz şarap ver de, hazımsızlık" çekmesin diye şaka yapmış ve kendi şakasına kahkahalarla gülerken ölmüştür.

13 Nisan 2020 Pazartesi

70 YIL ÖNCE TÜRKİYE'NİN BUGÜNÜNÜ GÖREN ADAM..


Yıl 1950'dir.
Demokrat Parti iktidara gelmiştir.
Menderes Hükümeti'nin yaptığı ilk iş Türkçe ezanı tekrar Arapça'ya çevirmek olmuştur.
Bunu CHP de desteklemiştir.
Merkez medya büyük çoğunlukla kararı över.
Karşı çıkanlar azınlıktadır.
Bunlardan biri de şair Orhan Veli'dir.
15 Haziran'da Yaprak Dergisi'nde bir yazı kaleme alır..
O yazı 70 yıl önce bugünkü Türkiye'nin yaşayacağı kabusu anlatır.
İşte büyük şairin o yazısından bir bölüm.
"Ezanın Türkçe okunması Atatürk`ün isteği ile kanunlaşmış olmasaydı da ezan Arapça okunsaydı bugün ezan meselesi diye bir meselemiz belki de olmayacaktı. Bu konuda belki bugün düşündüklerimizi düşünmeyecektik. Ama ileriye doğru olduğundan şüphe etmediğimiz bir karardan geriye dönülünce iş değişiyor. Salt bir ezan meselesi olmaktan çıkıyor iş. Daha bir sürü geriliğin başlangıcı, daha bir sürü geriliğe göz yummanın işareti oluyor. Bu düşüncemizin doğru olup olmadığını anlamak için belki de biraz beklemek gerekecekti. Ama ona hacet kalmadı. Başbakanın demecini duyar duymaz sarıklar cüppelerle sokaklara uğrayan softalar düşüncemizin doğruluğunu çabucak ortaya koydu. Sarıkla cüppeyi mühim saymayalım. Ama işin bu kadarla kalmayacağına da kalıbımızı basabiliriz. Daha neler olabilir diye düşünüyoruz da aklımıza şunlar geliyor: 

İşte ramazana giriyoruz. Oruç yemenin kafirlik olduğunu düşünen kimseler tarafından pekala taşa tutulabiliriz. O kimseler çoğalabilir. Kafirlik sayacakları işler oruç yemeden ibaret kalmaz. Memleket yararına görmek istediğimiz işler bugün nasıl komünistlik oluyorsa, o gün kolayca kafirlik olur. Milli heyecan'ın yerini dini heyecan alır. Hükümet o heyecanı yatıştırmaktan acizdir. Dini heyecan her istediğini yapmaya başlar. Sonu neye varır bu işlerin? Görmek istemeyiz ama herhalde çok kötüye.
Ezan meselesi tek başına bir şey değil. Mühim olan, sonu. Şaşıp üzüldüğümüz nokta da sayın başbakanın böyle tehlikeyi görememiş, düşünememiş olması.`
`
(Orhan Veli, Yaprak Dergisi-15 Haziran 1950)
#İyikiDoğdunOrhanVeli


9 Nisan 2020 Perşembe

COVİD-19 VE ZAKKUM ÇİCEĞİ



Bugün iki yazı dikkatimi çekti.
Biri Uğur Dündar’ın Sözcü’deki köşe yazısı.
Dündar, “Son Çicek için ayağa kalkın” başlıklı yazısında, İzmirli yılmaz kalem, ustam Okan Yüksel’in kendisine anlattığı bir öyküyü kaleme almış.
Öyküde, Amerikalı yazar James Thuber, çok sayıda dünya savaşının ardından yeşeren bir çiceğin insanlar üzerindeki mucizevi etkiyi ve yaşamın o korkunç savaşlara rağmen nasıl yeniden canlandığını anlatıyor.
İkinci yazı ise İzmirli eskimeyen dostum Atilla Köprüoğlu’na ait.
Köprülüoğlu da 9 Eylül Gazetesi’ndeki köşesinde  Yunanlı ünlü edebiyatçı Nikos Kazancakis’in yaşam felsefesini kaleme almış.
Köprülüoğlu yazısını “Dünyada, çiçek, çocuk, kuş olduğu  sürece korkma; yaşam yolunda demektir!’’ cümlesiyle tamamlamış.
Şu Korona günlerinin çaresizliğinde, çicek ve umut, çicek ve yaşam.
Uğur Dündar, Okan Yüksel ve Atilla Köprülüoğlu’nun çicek metaforu, bana da gerçek bir çicek mucizesini hatırlattı.


X  X X 

Cennet gibi bir şehirdi.
İçinden 6 nehir geçiyordu.
Suyla buluşan bereketli topraklardan yeşillik fışkırıyordu.
Çeşit çeşit ağaçlar, binlerce çicek. milyonlarca böcek.
Kuşlar, sürüngenler, memeliler.
Şehir adeta bir botanik bahçesi gibiydi.
Yaşam fışkırıyordu.
Hiroşima’ydı adı.
Hiroşima, çevresinden geçen nehirler nedeniyle Japonca “geniş ada” demekti.
Ama bu güzelim cennet bir sabah cehenneme döndü.
1945 yılıydı.
Ağustos’un 6.
Amerika Birleşik Devletleri’ne ait B-29 bombardıman uçağının Hiroşima’ya bıraktığı atom bombası ölüm saçtı.
Bomba patlar patlamaz 70 bine yakın insan can verdi.
Binalar yerle bir oldu.
Ağaçlar bitkiler kül.
Çicekler böcekler buhar.
Hayvanlar da.
Hiroşima’da yaşam durmuştu.
Bir zamanların cennet kenti artık bir mezarlıktı.
Hayatta kalanlar kısa sürede kenti terk etti.
Yaşama dair hiç bir iz kalmadı.
Kapkara bir gökyüzü, kapkara bir toprak, zehirli bir hava.
Bilim insanları uzun yıllar Hiroşima’da tek bir ağaç, tek bir bitki yetişmeyeceğine inanıyordu.
Ama…
Hani Pablo Neruda’nın meşhur sözü var ya.
“Bütün çiçekleri koparabilirsiniz
ama baharın gelişini engelleyemezsiniz."
Amerikan emperyalizmi bütün çicekleri koparsa da, bütün canlıları öldürse de Hiroşima’ya baharın gelmesini engelleyemedi.
Atom bombasından aylar sonra kömür gibi yanmış topraktan bir çicek filizlendi.
Sonra iki oldu çicekler.

Sonra üç.
Beyaz, pembe, mor.
Zakkum’du bu çicekler.
Umuttu.
Zakkumları gören Japonlar yaşam sevincine boğuldu.
Demek ki Hiroşima ölmemişti.
Demek ki bu kentte eskisi gibi yaşanabilirdi.
Hiroşima’yı terk edenler,  zakkumların filizlendiği duyunca  birer birer kentlerine geri döndüler.
Onlar için zakkum çiceği  umudun, direncin,  yenilmezliğin ve  her şeye rağmen yeniden başlamanın sembolüydü.
Bu moralle yaşama yeniden başlayıp, Hiroşima’yı yeniden inşa ettiler.
Ve zakkuma olan minnet borçlarını onu Hiroşima’nın resmi çiceği ilan ederek ödediler.

X   X.  X

Koronavirüs sanki atom bombası gibi çöktü üstümüze.
Haber bültenleri Azrail’in basın bülteni adeta.
Ölümler sayılarla ifade ediliyor artık.
Bir kısmımız evlere kapandık.
Bir kısmımız  çalışmak zorunda.
Çark dönecek diye fabrikaları kapatmıyorlar, inşaatları durdurmuyorlar.
Milyonlarca işçi her gün ölümle burun buruna.
Yukarıdakilerin çarkı bozulmasın diye ekmek parası peşinde koşanlar canlarıyla bedel ödüyor.
Pir Sultan’ın dediği gibi “bozuk düzende sağlam çark olmuyor" maaselef.
Yitirdiklerimizi kefene bile sarmıyorlar, çöp torbasına koyup gömüyorlar.
Kurt puslu havayı sever derler.
Fırsat bu fırsat daha totaliter bir sistemi hedefliyor bütün devletler.
Moralsiziz, endişeliyiz ve ürkeğiz.
Üstelik çaresiz.
Ama hayır.
Umudu yitirmemek gerek.
Umudu beslemek gerek.
İnanın doğada umut fışkırıyor.
Yaşadığım yerin avantajıyla sık sık dağlara, tepelere atıyorum kendimi.
Her yer canlanmış.
Her yerden çicek fışkırıyor.
Adnan Yücel’in mısralarındaki gibi.
“ne kırlarda direnen çiçekler 
ne kentlerde devleşen öfkeler 
henüz elveda demediler. 
bitmedi daha sürüyor o kavga.”
Yaşam kavgası sürüyor hala
Çicekte, böcekte, hayvan da.
Zakkumlar da filizlendiler, çok yakında  çiceğe duracaklar.
Hiroşima’da olduğu gibi umut olacaklar.
Çünkü çiceklerin yeşerdiği yerde, umutlar canlanır.
Umutları canlı tutalım.
Yeni bir yaşam için birbirimizle dayanışma yapalım.
Yardımlaşalım, paylaşalım.
İşte o zaman "“Bütün çiçekleri koparabilir ama
ama baharın gelişini engelleyemezler."

4 Nisan 2020 Cumartesi

KORONA, DEVLET, DATÇA, MASKE, ÇORBA VE DAYANIŞMA



Ticaret Bakanımız Ruhsar Pekcan hanımefendi övüne övüne açıklamış.
Halka maske satacaklarmış.
Evet devlet halka maske satacakmış!
Tanesi 5 liradan hem de.
Tek kullanımlık üstelik. 4 saatlik 
4 saat kullanıp, atılacakmış.
Sonra?
Sonrası ver 5 lira daha.
El insaf.
Devlet şirket midir?
Yoksa şirketlerin devleti midir?
Koskoca devlet kasaba tüccarlığına soyunup, fırsattan istifade vatandaşına para ile maske satar mı?
Satmamalı.

*.   *.   *

Devlet maskeyi halka parayla satmanın planlarını yaparken, yaşadığım yer Datça'dan güzel haberlerim var sizlere.
Datça'da  bedava maske ve çorba seferberliği var.
Mesudiyeli kadınlar müthiş bir dayanışma sergileyerek maske dikmeye başladılar.
Kumaşlar alınıyor, provolar çıkarılıyor ve evlerde yüzlerce maske dikiliyor.
Maskeler güvenli.
Sağlıkçılara danışılarak üretildi.
Üstelik tek kullanımlık değil.
Yıkanabilir.
Kullan, yıka, yine kullan.
Köyümüzdeki yaşlı insanlara birer tane dağıtıldı.
Bazı sağlık kuruluşları Mesudiyeli kadınların diktiği maskeleri kullandı.
Son olarak da Datça Belediyesi tüm çalışanlarına maske vermek için Mesudiyeli kadınlara başvurdu.
Belediye malzemeyi alacak, kadınlar maskeleri dikecek.
Hiç bir karşılık beklemeden.
Bedava.
Sadece insanlar yaşasın diye.




Datça'da bir de çorba dayanışması var.
Alkışlanacak, örnek alınacak bir dayanışma bu da.
D-podatça Pizza'nın sahibi Murat Balıkçı, salgının başladığı günlerde bir duyuru yapmıştı.
"İhtiyaç sahiplerine hergün ücretsiz çorba yapacağım, dağıtımda yardım edecek dostlar arıyorum."
Murat'ın bu çağrısına onlarca duyarlı insan omuz verdi.
Murat Balıkçı
Bir anda dev gibi bir dayanışma ordusu kuruldu.
Zaten ahçı olan Murat hergün mutfağa geçip en leziz çorbaları yapıyor.
Çorbalar hergün en iyi hijyen şartlarında yıkanan kavanozlara konuyor.
Sonra gönüllü dağıtımcılar, kimi bisikletiyle, kimi özel arabasıyla, kimi de yürüyecek çorbaları ihtiyaç sahiplerinin evine götürüyor.
Bir gün kelle paça.
Ertesi gün kemik sulu.
Daha ertesi gün ezo gelin.
Hergün farklı.
Bol vitaminli.
Sıcak sıcak.
Ve çok leziz.
Ve de ücretsiz.
Hiç bir karşılık beklemeden.
Sadece insanlar yaşasın diye.
Murat Balıkçı'nın fikir babası olduğu bu dayanışma kısa sürede geniş kitlelere ulaştı.
Çok kişi dayanışmaya katkı vermek için seferber oldu.
Katkıda nakit para asla kabul edilmiyor.
Ancak, çorbalık malzemeler, sirke, eldiven gibi hijyen malzemeler alınarak destek verilebiliniyor.
Ve çorbalar kesinlikle kimsesiz, yaşlı, kronik hastalığı olan, gerçek  ihtiyaç sahiplerine veriliyor.
Çorbalar hijyen kavanozlara konuluyor
Yakında maske dağıtımına da başlayacaklar.
Yine ücretsiz.
Yine insanlar yaşasın diye.
Bu arada Datça'daki hayvanseverler de sokak hayvanları için bir mama dayanışma gerçekleştirdiler.
Hayvanlar yaşasın diye.
Datça benzeri dayanışma, yardımlaşma ve paylaşma haberleri ülkenin çok yerinden geliyor.
Ve insan umutlanıyor.
Karanlığın sonu bir ulu şafak mı, yoksa!



Bir Şaman öğretisi şöyle der;
Çorbalar yaşlılara sıcak teslim ediliyor
Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz
Nehirler kendi suyunu içemez
Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez
Güneş kendisi için ısıtmaz
Ay kendisi için parlamaz
Çiçekler kendileri için kokmaz
Toprak kendisi için doğurmaz
Rüzgâr kendisi için esmez
Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz
Doğanın anayasasında ilk madde şudur:
Her şey birbiri için yaşar!
Birbiri için yaşamak doğanın kanunudur.
Eski çağlarda, komün yaşamda yürürlükte olan bir anlayıştı bu.
Bütünlüğü anlatırdı, özü tek cümleydi:
“Ben, biz olduğumuz zaman ben olurum.”


*.   *.   *

Koronavirüs bizlere bu gerçeği tekrar hatırlattı.
Ortak düşman karşısında biz olduğumuz zaman, aslında ben oluyoruz.
İnsanlar birbirleriyle dayanışma yapmak zorunda.
Kara günleri atlatmanın tek yolu bu.
Bizleri sadece kendisini düşünen, bencil, şımarık, tüketime endeksli, korkuyla uysallaştırılan birer robot birey haline getirmeye çalışan bu sisteme inat birbirimizle yardımlaşmak, paylaşmak zorundayız.
Bir çok ünlü düşün insanı, İtalya, İspanya, Amerika gibi ülkelerin salgından ağır darbe almasının nedenini buna bağlıyor.
Çorbaları kimi bisikletiyle ulaştırıyor
Toplumdaki dayanışma kültürünün yok olması!
Yardımlaşmanın, paylaşmanın tarihe karışması.
"Cehenneme Övgü" ve "Cennetin Dibi" kitaplarının yazarı Psikolog Gündüz Vassaf'ın pandemi sonrası dünya ile ilgili şöyle bir öngörüsü var.
"Toplumlar bu dönemde  dayanışmayı, birlikte bir şeyler yapmayı, örgütlenmeyi ne kadar üstlenebilirse, bu bizi o kadar daha güçlü kılacak gelecek için. Toplum çözülürse bu hem devleti kifayetsiz durumda bırakacak, hem de bu, totaliter devletlere davetiye çıkaracak."
Ya dayanışmayı, yardımlaşmayı, paylaşmayı öne çıkaran örgütlü toplumlar.
Ya da daha baskıcı, daha sömürücü, daha totaliter iktidarlar.
Seçim senin insanoğlu!




Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...