24 Eylül 2018 Pazartesi

BOZKIRIN TEZENESİ VE İKİ DAMLA GÖZYAŞI


Türkiye'de baştacıydı.
Plakları kapış kapıştı.
Plak şirketleri onu paylaşamıyordu.
İç piyasa için 45'likler çıktı.
Sıra Almanya'ya gelmişti.
Götürdüler Almanya'ya.
Soktular stüdyoya.
20 plak okudu.
Dönüşte Yugoslavya'da kaza yaptı.
Hapse attılar.
Üç ay yattı.
Üç ay boyunca Türkiye'den kimse aramadı.
Bir Allah'ın kulu sormadı.
Ne politikacı, ne sanatçı, ne plakçı.
Sanki unutulmuştu.
Bir kişi hariç.
Bir gün bir paket geldi ülkeden.
Mapusta açtı paketi.
Bir kitaptı.
Şöyle yazıyordu.
"Bozkırın Tezenesine Geçmiş Olsun.. İmza; Yaşar Kemal"


Sonrası.

Demir ranza.
Taş duvar.
..Ve iki damla gözyaşı.
#NeşetErtaş


GÖNÜL YARASI


Tarih 5 Ekim 1877 idi.
141 yıl önce.
Aylardır savaşıyordu.
Bir yandan topraklarına göz koyan düşmanla.
Bir yandan karakışla.
Arkadaşları, kardeşleri, çocukları, insanları ölüyordu.
Bazıları donarak ölüyordu.
Soyları tükeniyordu.
Gönlü yaralıydı.
Kazanamayacaklarını biliyordu.
Daha fazla ölüme gerek yoktu.
O gün yemin etti.
"
Şeflerim, duyun beni.. Yorgunum. Yüreğim yaslı ve kederli.. Bundan böyle, güneşin şu anından sonsuza dek savaşmayacağım."
Tomahawk'ını (Savaş baltası) toprağa gömdü.
Ve teslim oldu.
Onun adı Hinmatooyalahtqit'ti.
Anlamı; Yüksek zirvelerin ardında çakan şimşekti.
O, Nimipular'ın reisiydi.
Amerikalılar ona "Şef Joseph" dediler.

*.    *.   *

Nimipular Oregon'da yaşayan Kızılderililer'di.
Nimipu "Halk" demekti.
Fransızlar onlara "Nez Perce" dediler.
"Hızmalı burun" demekti.
Burunlarına halka takarlardı.
“Appaloosa” denilen atlara binerlerdi.
Çok iyi savaşırlardı.
Ama barışseverdiler.
Beyaz adam topraklarına ilk ayak bastığında onlara yardım etmişlerdi.
Soğuk kış günlerinde hindi ve geyik kürkü vermişlerdi.
Birlikte tütünlerin sarıldığı "barış çubuğu"nu içmişlerdi.
İstilacıların ataları onların sayesinde hayatta kalmıştı.
1850'lerden sonra istilacılar Nimipular'ın topraklarında altın aramaya başladı.
Akın akın geldiler.
Çekirge sürüsü gibiydiler.
Girdikleri her yeri talan ediyorlardı.
İşte böyle bir dönemde Nimipular'ın reisi olmuştu Şef Joseph.
Ulusunun en zor günlerinde.
Hiç savaşmak istememişti.
Bu yüzden kardeşiyle, diğer reislerle bile ters düşmüştü.
Bir kaç kez Birleşik Devletler Başkanı ile görüşmüş, onların sözlerine güvenmişti.
Birleşik Devletler kızılderililerin topraklarına dokunulmayacağına dair söz vermişti.
Hatta yazılı anlaşma bile yapmıştı.
Ama beyaz adam sözünde hiç durmadı.


1860'larda onbinlerce istilacı Nimipular'ın topraklarına yerleşmeye başladı.
Altına hucüm vardı.
Birleşik Devletler, Nimipular'ı Idaho’daki eski boyutlarının sadece onda biri kadar toprak parçasıyla sınırlandırdı.
Onların topraklarının altı milyon hektarına el koydu.
Savaş kaçınılmazdı.
Kendini ihanete uğramış hisseden Şef Joseph, Amerika’yı tanımadı.
Bayrağını ve Incilini yok saydı.
Halkının Wallowa Vadisi’nden çıkarılmasını  ve rezervasyon sınırlarını resmi kılan anlaşmayı imzalamayı reddetti.
Savaş baltaları topraktan çıktı.
3 ayı aşkın bir süre içinde 200’den az Nimipu 4 büyük çatışmada 2000’den fazla Amerikan askerleriyle savaştı.
Düşmana yüzlerce kayıp verdirdi.
Big River savaşında Birleşik Devletler Ordusu Amerikan tarihinin en büyük geri çekilmelerinden biri yaşadı.
Kızılderili düşmanı General William Tecumseh Sherman bile “Kızılderililer tüm dünyanın övgüsünü toplayan yetenek ve cesaret örneği sergilediler. İleri ve geri siperleri, çatışma hatları ve saha güçlendirmeleriyle neredeyse bilimsel yeteneklerle savaştılar” demişti.
Ama bir elin parmakları kadardılar.
Düşmana hergün yeni takviyeler, yeni silahlar geliyor.
Onlar ise hergün azalıyordu.


Üstelik bir de karakıştı..
Şef Joseph 142 yıl önce teslim oldu.
Kuzey Washington’daki Colville Rezervasyon bölgesine sevk edildi.
Ölene kadar Amerikan politikasını eleştirdi.
Amerikan'ın verdiği sözlerin yalan olduğunu söyledi.
Amerikan başkanlarının boş konuştuğunu savundu.
Amerikan'ın özgürlük ve eşitlik politikasının birgün Kızılderililer için de geçerli olmasını diledi.
1904 yılının Eylül ayında 64 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Doktorlar ölüm nedenini şöyle yazdı.
"Gönül Yarası"

*.   *.   *

Hinmatooyalahtqit (Yüksek zirvelerin ardında çakan şimşek) ya da bir başka değişle Şef Joseph bugün Amerika'da adından en çok söz edilen ve en saygı duyulan Kızılderili reislerinden biri.


Ölümünün üzerinden 114 yıl geçti.
Ama tarihe geçen şu sözleri hiç unutulmadı.

"Bir çok söz  duydum ama hiçbiri yapılamadı.
Güzel sözler uzun sürmedikçe birşey ifade etmezler.
Sözler benim ölülerimi geri  getiremez.
Beyaz adamın istila ettigi ülkemin de karşılığını ödemez.
Onlar babalarımızın mezarlarını korumaz.Atlarımız ve  hayvanlarımızın degerini ödemez.
Güzel sözler bana  çocuklarımı geri veremez.
Güzel sözler bize saglık vermeyecek ve onlar ölümleri durdurmayacak.
Güzel sözler halkıma  istedikleri yerlerde özgür ve mutlu yaşamaları için bir  vatan vermeyecek.
Konuşmaktan yoruldum ve bunlar  kalbimi yaraladı.
Bir çok güzel söz  ve yerine getirilmeyen söz hatırlıyorum.
Bunlar konuşmaya layık olmadıkları halde konuşanların sözleriydi."




22 Eylül 2018 Cumartesi

BIÇAK KEMİKTE


Daha 45 yaşındaydı İsmail Devrim.
Kocaeli Yukarı Hereke’de tornacıydı.
Evlenip yuvasını kurmuştu.
Bir de aslan gibi oğlu olmuştu.
Kredi ile bir ev aldı.
Mutluydular.
Çkok mutlu.
Ama.
Bir gün motorsikletle kaza geçirdi.
Sağ kolu ezildi.
Artık iş göremezdi.
Bir yanda geçim derdi, bir yanda evin kredisi, bir yanda lise çağına gelen oğlunun eğitimi.
Zorlanıyordu İsmail.
Herşeyden kıstı, oğlunu Hereke Nuh Çimento Meslek Lisesi’ne yazdırdı.
Okul üniformasına verecek parası yoktu.
Sadece üstünü aldı.
Pantolonu da bir kaç günü alırız deyip, evladını okula gönderdi.
Ama almadılar.
Çocuğun pantolonu yönetmeliğe uygun değil diye, okula almadılar.
Sınıf defterine "yok" yazdılar.
Çocuk o üzüntüyle eve döndü, yaşadıklarını ailesine anlattı.
İsmail yıkıldı.
Nefes almakta zorlandı.
Sonra ayağa kalktı.
“Hadi” dedi “oğlum gidiyoruz pantalonu almaya."
Gebze’ye gittiler.
İsmail cebinde kalan son paranın bir kısmıyla okulun istediği pantolonu aldı.
Oğlu çok mutluydu.
Akşam geç saatlerde eve döndüler.
İsmail eşine “yorgunum erken yatacağım” dedi.
Banyoya gitti.
Ve kendisini astı.
Morgda cebinden çıkan para sadece 20 liraydı.
Ertesi gün Kocaeli valiliği jet hızıyla açıklama yaptı.
“İntihar nedeni pantolon değil, psikolojik!”

*.  *.  *


Ne demişti Hasan Hüseyin yıllar önce?

“Eti geçti, duydun mu?
Bıçak kemikte.
Duymadınsa duy artık
behey Allah’ın kulu,
bıçak kemikte.
Duy da silkin n’olursun
bu ne biçim uyku bu.
Bıçak kemikte

Verilmemiş alınmış hep,
yük vurulmuş dağlar gibi – insanlık bu mu?
Çalıyor sömürünün imdat çanları,
kımılda da kurtar şu onurunu
bıçak kemikte.

Topraksa paylaşılmış kıyılarsa yağmalanmış,
umut hacizde,
ya bu neyin puştluğu bu
sana yokluk sana yasak sana dam
insan değil – hâşâ – bir yağmacı soyu bu,
bıçak kemikte.

Üretensin yaratansın yürütensin dağları,
bakma öyle kilit kilit, duvar duvar.
Yetsin artık bu susku
bıçak kemikte.

Anasın boynun bükük babasın kolun kırık
oğullar kan içinde.
Kaldır artık başını
«kalsın benim dâvam dîvana kalsın» demiş ozan.
O divan sensin artık
bıçak kemikte.”

20 Eylül 2018 Perşembe

SORARLAR BİRGÜN SORARLAR.


Yıl 1912.
Van'da doğdu.
Adı Mehmet'ti.
Mehmet Ruhi Su.
Küçük yaşta annesi ve babasını kaybetmişti.
Onları hiç tanımadı.
Neden kaybettiğini hiç bilmedi.
Kimsesiz kalmıştı.
Çünkü ne bir yakını vardı, ne akrabası.
Ne amcası, ne dayısı.
"İtten aç, yılandan çıplaktı."
Ailesi artık Anadolu insanıydı.
"Hangi taşı kaldırsam
anam babam..
Hangi dala uzansam
Hısım akrabam..
Ne güzel bir dünya bu
İyi ki geldim"
derdi.

*. *. *

Neden kimsesizdi?.
Neden tek bir yakını yoktu?.

Yıllar sonra Yalçın Küçük Ruhi Su'nun Ermeni yetim olabileceğini yazdı..
Bunun üzerine oğlu İlgin Ruhi Su, "Babamın 1912'de Van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek" demişti..
Kendisi de cevabını bilmediği bu soruyu "Birinci Dünya Savaşı'nın ortada bıraktığı çocuklardan biriyim" diye yanıtlardı.

*. *. *

Ruhi Su'yu Adana'da çocuğu olmayan yoksul bir aileye verdiler.
1915 Ermeni tehcirinde ailesini kaybetmiş yüzlerce "devşirme" çocuk gibi.
Bunlar amcan ve yengen dediler.
Onları öyle bildi.
Adana'nın İngiliz ve Fransız İşgalinde amcam ve yengem dedikleri Ruhi Su'yu terketti.
Bunun üzerine Öksüzler Yurdu'na verildi.
Müziğe meraklıydı.
Yurtta bağlama, keman çalardı.



Çok başarılıydı..
Öksüzler Yurdundan, önce Adana Öğretmen Okulu'na, ardından Ankara'da Musiki Muallim Mektebi'ne girmeyi başardı.
Yıl 1942.
Ankara Devlet Konservatuarını bitirdi.
Aynı yıl Hasanoğlan Köy Enstitüsü`nde müzik öğretmenliği yaptı..
Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nda görev aldı..
Devlet Operasında çalıştı.




Yıl 1951
Devlet, türkülerinden rahatsız oldu.
Komünist diye içeri attılar.
Sansaryan Han'ın en alt katındaki hücrelerde ağır işkence gördü..
Tabutluğa kondu.
Beş yıl hapis yattı.

Ama yılmadı.
"Mahsus mahal derler kaldım zindanda
Kalırım kalırım dostlar yandadır..
Dirliğim düzenim dermanım canım
Solum sol tarafım imanım dinim."
dedi.



*. *. *

Yıl 1957
Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara Radyosunda iş buldu.
İşi kısa sürdü.
Kovdular.
Kovulma nedeni şu türküydü.
"Serdari halimiz böyle n'olacak..
Kısa çöp uzundan hakkın alacak..
Mamurlar yıkılıp viran olacak..
Akıbet dağılır elimiz bizim."

*. *. *

Türküleri ünlendikçe, milyonlara ulaştı.
Düşmanı da çoğaldı.
Devlet ve egemen sistem onu hiç rahat bırakmadı..
Uzun süre işsiz kaldı..
27 Mayıs darbesi kulüplerde yabancı şarkıların sahne almasını yasaklayınca, gece kulüplerinde türkü söyledi.

"Bir gece kulübünde bugün
Kırk bin, elli bin liradır
Bir Zeki Müren dinletisi
Ve elbette güzeldir canım
Emeğin değerlendirilmesi
Ama benim memleketimde bugün
İnsan kanı sudan ucuz
Oysa en güzel emek insanın kendisi
Kolay mı kan uykularda kalkıp
Ninniler söylemesi."
*. *. *

Yıl 1962
Yapı Kredi Yayınları için 5 yıllık bir çalışmayı tamamlayıp, taslağı banka yetkililerine teslim etti..
Banka kitabı bastı ama kitabı hazırlayan ve yazan Sadi Yaver olarak görünüyordu.

İsyan etti.
Emeği sömürülmüştü.

Mahkemeye gitti
Kazandı.
Ama Yapı Kredi Bankası kitabın 2'nci baskısını yapmadı.

Yılmadı.
Türküleri sevdanın ve kavganın sesiydi.
Toplumsal olaylara duyarsız kalmadı.




Yıl 1969
Kanlı Pazar.
16 Şubat'ta İstanbul Taksim Meydanı'nda ABD'nin 6. Filo'sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplandığı sırada devlet tarafından öldürülen gençlere türkü yaktı.
"Bu Meydan Kanlı Meydan
Ok Fırladı Çıktı Yaydan
Kalkın Ayağa, Kalkın
Biz Şehirden, Siz Köyden."
Halkı isyana teşvikten yargılandı.
Yılmadı.

*. *. *

Yıl 1975
Dostlar Korosunu kurdu.

Anadolu Halk Müziğine büyük katkılar verdi.
Çok sesli müziğin gelişmesinde önderlik yaptı..
Başta Pir Sultan ve bir çok ozanın deyişlerini türkü yaparak, alevi kültürünü milyonlara sevdirdi.
"Benim kabem insandır
Kuran da kurtaran da
İnsanoğlu insandır."
dedi.
Dinsizlikle suçlandı.
Yılmadı.

*. *. *

Yıl 1977
1 Mayıs katliamına haykırdı.
"Şişli Meydanında üç kız
Biri Çiğdem biri Nergis
Vuruldular güpegündüz
Sorarlar bir gün sorarlar."

Kahramanlık türküleri çaldı.
Estergon Kalesi, Çanakkale içinde Aynalı Çarşı.
Ankara'nın taşına bak, Kuvai Milli destanı.
Ezilen Anadolu halkının sesi oldu.
"Dostlarım, kardeşlerim, canlarım
Kaldırın başlarınızı..
Suçlular gibi yüzümüz yerde
Özümüz darda durup dururuz
Kaldırın başlarınızı yukarı."




Yıl 1980
Türkiye'de 12 Eylül darbesi oldu.
Ruhi Su kemik kanserine yakalandı.
Tedavi için yurtdışına gitmesi gerekiyordu.
Pasaport vermediler..
Askerler yurtdışına çıkmasını engellediler.
"Ölsün" dediler.
1985 yılında öldü.
"Ağaç demiş ki baltaya,
Sen beni kesemezdin ama
Ne yapayım ki sapın benden
Bak şu ağacın bilincine sen
Ölen ben, öldüren benden."
Geride 16 adet 45'lik plak ve 11 adet uzunçalar, yüzlerce talebe, milyonlarca hayran bıraktı.

*. *. *

Cenaze töreni 12 Eylül'den sonra ilk toplumsal protestoya dönüştü.
Güvenlik güçlerinin tüm engellemelerine rağmen onbinler Şişli Camisi'ne aktı.
Medyanın cenaze törenini görüntülemesi engellendi.
Cenazesi Şişli'den Zincirlikuyu'ya giderken, onbinler haykırdı.
"Ruhi Su'lar ölmez"
Ön sıralarda haykıranlar göz altına alındı.
Tam 163 kişi hakkında soruşturma başlatıldı.
Devlet memuru olanlar işinden atıldı.


*. *. *

Yıl 1990
Zincirlikuyu'daki mezarı kimliği belirsiz kişiler tarafından saldırıya uğradı.
Saldırganlar mezar taşını kırmaya çalıştı.
Başarılı olamayınca kurşunladılar.
Saldırganlar hakkında soruşturma bile açılmadı.
Dosya kapatıldı.


*. *. *

Yıl 2010
Devletin el üstünde tuttuğu, Kaçak Saray'a övgüler yağdıran Hülya Avşar kendi televizyon programında Cem Karaca'nın eşi İlkim Karaca'yı konuk ediyordu..
İlkim Karaca, adının konservatuvarda Ruhi Su tarafından konulduğunu söyledi.
Bunun üzerine Hülya Avşar, "Ona da buradan selam yollayalım" dedi.
Karaca'nın "Ruhi Su öldü, hem de 25 yıl önce" sözleri üzerine şaşkına dönen Avşar, "Aaaa öyle mi.. Nur içinde yatsın o zaman" diye konuştu.




Yıl 2018
20 Eylül.
Ruhi Su'nun ölümünün 33'ncü yıldönümü.

Nazım Hikmet der ki;
“İnsanların türküleri kendilerinden güzel, kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli, daha uzun ömürlü kendilerinden.”
Ruhi Su'nun türküleri ölümsüzdür..
Çünkü Ruhi Su, dev bir çınardır; kökü Anadolu topraklarındadır..
Çünkü Ruhi Su, ulu bir dağdır; Ağrıdır, Munzurdur, Erciyestir, Spildir..
Hasan Dağı gibi dimdik ve Anadolu'nun ortasında her an patlamaya hazır bir volkandır..
Çünkü Ruhi Su, sudur; Kızılırmaktır, Yeşilırmaktır, Sakaryadır..
Dicledir, Fırattır, Çoruhtur.. Anadolu'nun her yerinde gürül gürül akmaktadır...
Çünkü Ruhi Su, çeliktir..
..Ve çelik aldığı suyu unutmaz.
Birgün mutlak hesap sorar.


"Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Biter bu dertler, acılar
Sararlar bir gün, sararlar"




13 Eylül 2018 Perşembe

RESİMDEKİ GÖZYAŞLARI


Eski bir fotoğraf karesi.
İki güzel insan birbirine bakıyor.
Metin Oktay ile Lefter Küçükandonyadis.
Borsanın değil arsanın futbolcuları.
Şöhretin, paranın çürütemediği iki yürek.
Temizliğin, efendiliğin, dürüstlüğün ve onurun iki temsilcisi.
İki futbol emekçisi.
Sabah bu fotoğrafa baktıkça neler neler geldi aklıma.

*.  *.  * 

Lefter çok yoksul bir lağımcının oğluydu.
Büyükada’nın en yoksulu.
Ne zorluklarla, baskılarla büyümüştü.
Toprak sahalarda ne köseleler çürütmüştü.
O köseleler ki, daha önce başkalarının kullandığı köselelerdi.
50 kez milli forma giymişti.
En fazla milli formayı giyen futbolcu olmaması için dönemin egemenleri Turgay Şeren’i daha çok milli yapmaya özen göstermişti.
İçine atsa da Lefter, hiç küsmemişti.
Milli formayla tam 21 gol atmıştı.
Yunanistan’a bile.
1955 yılının 6-7 Eylül katliamında milliyetçi, gericilerden o da nasibini almıştı.
Evi basılmış, taşlanmıştı.
Linçten zor kurtulmuştu.
Yine de doğduğu topraklara küsmemişti.
Yıllar sonra, o olaylarla ilgili  söyledikleri herşeyin özetiydi.
“Bana bunları sorma, başımı belaya sokacaksın. Tamam sürdüler, babamı da üzdüler. Hâlâ ağlarım babamın anlattıklarına. Babam garibanın tekiydi. 6-7 Eylül’de yaptıkları ayıp değil mi? Olmaması lazımdı değil mi? Nesini konuşacağız.”
*. *. *

Metin Oktay da emekçi bir ailenin çocuğuydu.
Babası makina işçisiydi, annesi ev hanımı.
Kıt kanaat geçinenlerden.
O da arsada yetişti.
Büyüdükçe ezen ile ezileni gördü.
Yüreği hep ezilenden yana oldu.
İşçi Partisi’ne oy verdiğini açıklayacak kadar, Denizler’in idamına karşı imza toplayacak kadar sosyalistti.
Bir defasında Çetin Altan’a, “sen bizleri sosyalist yaptın ama sonra aramızdan çekip gittin” demişti.
70’lı yılların ortalarıydı.
Metin Oktay gazeteci Yavuz Kocaömer ile bir lokaldeydi.
Birlikte tuvalete gittiler.
Çıkışta Metin Oktay, cebinden 500 lira çıkardı ve tuvaletin önünde bekleyen yaşlı kadına verdi.
500 lira o dönem büyük paraydı.
Yavuz Kocaömer şaşırdı.
“Kaptan ne yaptın sen? Kaç para verdiğinin farkında mısın?”
Metin Oktay’ın yanıtı şuydu.
Bana bak, biz her gece buralarda gerekirse sabaha kadar gezip, eğlenip tozuyoruz. Anamız yaşındaki kadınlarsa burada bok kokusu içinde ekmek parasını kazanmaya çalışıyor. Sana vasiyetimdir, bundan sonra en büyük bahşişi tuvalette oturan teyzelere vereceksin."

*. *. * 

Ne güzeldi Cem Karaca'nın şarkısı değil mi?
"Birgün belki hayattan,
Geçmişteki günlerden
Bir teselli ararsın,
Bak o zaman resmime."




7 Eylül 2018 Cuma

BURGAZADA DİRENİŞİ.


Marmara'da şirin bir ada.
Burgazada.
İsmini Yunanca'dan almıştı.
Burgaz burç, kale demekti. 
Bir zamanlar yaşayanların büyük kısmı Rum'du.
Türkler ve Rumlar orada  birlikte bir hayat kurmuştu.
Komşuydular, arkadaştılar.
Kimse kimsenin dinine, diline, geleneklerine karışmıyordu.
Aynı Allah'a inanıyorlardı.
Adada Türk okulu olmadığı için Türkler Rum okullarında okuyordu.
Şimdi Rumların sayıları bir elin parmakları kadar.
Ayios İonnis Kilisesi de olmasa, binlerce yıllık kültürden eser kalmayacaktı.


1955 yılının 7 Eylül sabahıydı.
Adada sakin bir gündü.
Bir anda açıklarda 10'dan fazla balıkçı teknesi görüldü.
Teknelerde 50'den fazla adam.
Elleri sopalı.
Bağırarak geliyorlardı.
"Gavurlara ölüm."
"Kıbrıs Türktür kalacak, Rumlar ittir it kalacak."
"Bugün malınız, yarın canınız"
Rumlar panik halinde evlerine sığinmaya başladılar.
Tam o anda karakol komiseri Kemal çıktı ortaya.
"Korkmayın" diye bağırdı.
Karakoldaki tüm silahları Rum Türk ayırt etmeden halka dağıttı.
"Yaklaştırmayın" dedi, "önce havaya sıkın, olmadı beyinlerini dağıtın."
Bununla da yetinmedi.
Karakoldaki diğer polisleri adanın etrafına yerleştirdi.
Silahı olmayanın kazma kürek almasını istedi.
Ve emri verdi.
"Bir kişi karaya çıkamayacak."

Tekneler adaya yaklaşıyordu
Linçe, talana gelenlerin iştahı kabarmıştı.
Bir anda martı ve motor seslerine silah sesleri karıştı.
Ada halkı arka arkaya havaya ateş etmeye başladı.
Türk'ü Rum'u, müslümanı hristiyanı omuz omuzaydı.
Saldırganlar şaşkına dönmüştü.
Biraz daha yaklaştılar ama nafile.
Hevesleri kursaklarında kaldı.
Geldikleri gibi geri gittiler.

Marmara'da 6-7 Eylül olaylarından etkilenmeyen tek yer Burgazada'dıydı.
Tek bir Rum zarar görmemişti
Bu direnişin kahramanı Komiser Kemal'di.
Kimdi, nereliydi,  soyadı neydi, bilinmiyor.
Ama bugün bile Burgazadalı Rumlar onu şükranla anıyor.
Komiser Kemal'lerin çoğalması dileğiyle.

3 Eylül 2018 Pazartesi

KEFERE'NİN SESSİZ ÇIĞLIKLARI


Yıl 1955'di.
Eylül'ün 6'sı.
İstanbul'da serin bir sonbahar akşamıydı.
Vural Öger henüz 13 yaşındaydı.
Dayısının elini tutmuş, İstiklal'de yürüyordu.
Rebul Eczanesi'nden limon kolonyası alacaklardı.
Ana cadde ve ara sokaklar o gün çok kalabalıktı.
Çevrede boş boş duran yüzlerce insan vardı.
Birden paltolarının altından kalın sopalar çıkardılar..
Cadde boyunca dağılıp, önce vitrinlere sonra da öfkeyle dışarıya fırlayan dükkan sahiplerine vurmaya başladılar.
Bir Rum başına aldığı darbeyle kan revan içinde çığlıklar atıyordu.
Sonrasını Vural Öger anlatıyor.
"Taksim’den Tünel’e kadar bütün dükkanlar tarumar olmuştu. Bir buçuk metre boyunda kumaşlar, buzdolapları, ev aletleri, çoraplar, sandviçler… Sopalarla dükkanlara giriyorlar, ne varsa kırıyorlar sonra da ‘Rum nerede Rum nerede’ diye dolanıyorlardı. Arkadaşlar anlattı, Taksim’deki kilisenin papazını tutmuşlar sünnet etmişler. Bütün Rum kiliselerine taaruz edildi. 17-18 papaz linç edildi.. Binlerce serseri ellerinde sopalarla Rumlar’ı dövmeye kalktı."


Anastasis Yordanoğlu, Beyoğlu'nda yaşayan bir Rum vatandaştı.
O gün her zamanki gibi mahallesindeki kahveye gitti.
Kahvenin sahibi kendisini çok severdi.
Yavaşça yanına yaklaşıp, kulağına fısıldadı.
"Antoncuğum sen bugün eve gitsen daha iyi olur.’
"Niye" diye sordu Anastasis.


Kahve sahibi tekrarladı.
"Sen beni dinle.. Acele et ve hemen evine git"
Sonrasını Anastasis Yordanoğlu anlatıyor.
" Birkaç cadde ilerledikten sonra ne olduğunu anladım. Baltalarla dükkanların kepenklerini ve evlerin kapılarını kırıyorlardı. Piyanolar, dolaplar camlardan aşağı atılıyordu ve bağırıyorlardı: ‘Bugün malınız mülkünüz, yarın hayatınız!’ "

*.   *.   *                      

İsabella Öztaşçıyan 7 yaşındaydı.
Kefere(*) Misak'ın kızıydı.
O akşam  Büyükada'da papaz olan dayısının evindeydiler.
Hava kararmıştı.
Caddelerinde bir gürültü koptu.
Çöp kamyonunun üzerine çıkmış kişiler  ‘papazı isteriz, papazı isteriz’ diye

bağırıyordu.
Sonrasını İsabella Öztaşçıyan anlatıyor.
"Arabanın tepesine koydukları projektörle evlerin içine ışık tutuyorlardı, biz hepimiz evde yere yattık, ışıkları kapatmıştık ama çok korkuyorduk. Araba bizim kapıya doğru gelip durdu. Sonra birden bizim karşımızdaki evi taşlamaya başladılar, kapılarını pencerelerini kırıp döküyorlardı, içeride kimsenin olmadığını anlayıp gittiler. Ev bizim Türk eczacı komşumuzun eviydi. Sonra anladık ki adaya o gün dışarıdan gelen kişilermiş, zaten bütün ada bizi tanıyor ve evimizin yerini biliyordu, demek ki dışarıdan gelenler bizim ev için tam bir tarif alamamışlar.”

*.   *.   *

İsabella Öztaşçıyan'ın bulunduğu evin hemen yakınındaki Hamam Sokakta Lefter Küçükandonyadis oturuyordu.
Çok yoksul bir lağımcının oğluydu, Lefter.
Ama Milli Takımın ve Fenerbahçe'nin de yıldız golcüsüydü.
Ay Yıldızlı forma ile nice goller atmıştı.

Atina'da Yunanistan ağlarını bile sarsmıştı.
Yunanlılar ona "Turko,Turko" diye tezahürat yapmıştı.
Çöp arabasıyla dolaşan saldırganlar onun da evine geldi.
Araçtan inip taşlamaya başladılar.
"Vurun şu gavura" diye bağırıyorlardı.
Sonrasını Lefter Küçükandonyadis anlatıyor.
"Onbeş gün önce gol attığımda omuzlardaydım.. O gün ise kayalar ve boya tenekeleriyle karşılaştım...En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere, ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul'dan emniyet müdürü evime geldi. gece gördüğü manzara karşısında 'aman allahım' demişti."

*.   *.   *

Tuğgeneral Yılmaz Tezkan 1950 yılında Harbiye'ye girmişti.
İlk günden itibaren herkes gibi o da Harbiye Marşı söylemeye başlamıştı.
"Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız,
Tufanları gösteren, tarihlerin yadıyız,
Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,
Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız."

Harbiye'de onlar bu marşı söylerken, aynı binada Amerikalı yarbaylar bizim generallere  danışmanlık yapıyordu..
Yağmalama ve linç girişimlerinden sonra sıkıyönetim ilan edildi..
Yılmaz Tezkan da olayların yatıştırılması için görev yapan askerlerden biriydi..
Gördükleri karşısında insanlığından utandı..
Rum vatandaşların evleri, bir tanesi bile atlanmadan basılmıştı..
İçindeki eşyalar caddeye atılmıştı.
Sonrasını Tuğgeneral Yılmaz Tezkan anlatıyor.
"Evlerinde oturanlar eşya enkazı içinden işe yarar olanları toplama çalışıyordu. Ufak bir kız çocuğunun bulduğu kolu bacağı kopmuş oyuncak bebeği annesine ‘Mama, Mama, buldum, buldum!’ diye seslenmesi ve gördüklerimiz utanılacak ve unutulmayacak bir manzaraydı."


Olaylar iki gün sürdü..
Azınlıkların yaşadığı tüm mahalle ve semtler talan edildi.
Saldırganların hepsinde aynı tornadan çıkmış sopalar vardı..
Saldırılacak yerlere otobüslerle getirilmişlerdi..
Organize idiler..
Asker ve polis iki gün boyunca saldırganlara hiç müdahale etmedi..
Sonrası..      
15 gayri müslüm öldürüldü.

300 kişi yaralandı..
30'dan fazla kadına tecavüz edildi..
4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile fabrika, otel, bar gibi  5317 mekan talan edildi.
Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildi..
İstanbul'da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.
Rum ,Yahudi ve Ermeni mezarlıkları saldırıya uğradı..
Yıkılan, yağmalanan işyerlerinin  yüzde 59'u Rumlar'a, yüzde 17'si Ermenilere, yüzde 12'si ise Yahudilere aitti.
Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekanlar bile saldırıya uğradı.
Dönemin parasıyla 100 milyon lira maddi hasar oluştu.



İki gün sonunda İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı'na Tuğgeneral Nurettin Aknoz getirildi..
Aknoz Paşa, ilk iş olarak Harbiye'deki Sıkıyönetim Komutanlığı'na tüm gazetelerin yazıişleri müdürlerini çağırdı.
Gelmeyenin gazetesinin kapatılacağı bildirildi.
Aknoz, toplantıda medyaya resmen emir verdi.
“Baylar, gergin günler yaşadık. Şimdi artık sinirlerin yatıştırılması lazım.. Çok dikkatli olacaksınız. Sizden şunları istiyorum. Büyük Millet Meclisi’ndeki müzakereler halkı heyecanlandıracak nitelikte ise yazmayacaksınız. Yokluk ve kıtlık haberlerinin hepsi yasaktır. Örneğin fırınların önünde ekmek almak için sıra bekleyenlerin resimleri yayınlanamaz. Bu tür haberler ülkede panik yaratır. Hükümeti tenkit etmek yasaktır. Böyle bir şey yaparsanız gazetenizi kapatırım.  6-7 Eylül olaylarını komünistlerden başkasının yaptığı yolunda yazılar ve yorumlar yasaktır; kapatırım...Olaylarda zarar görenlerin istekleri gibi yazılar yazamazsınız. Heyecana uyandıracak haber yayını yasaktır. Hükümetin icraatını etkileyecek türde yazı yazılması yasaktır. Türklüğe hakaret, bayrak yırtma gibi haberler gazetelere giremez; kapatırım. İkinci, üçüncü baskı yapamazsınız; toplatırım. Basına sansür koymayacağım. Yayıncılığı sizin insiyatifinize bırakıyorum. Doğru kullanamazsanız bana verilen yetkileri kullanırım. Sizin kötü bir alışkanlığınız var, aklınıza geleni yazıyorsunuz, yazamazsınız. Anadolu Ajansı’nın ve Radyonun yayınladığı her şeyi alabilirsiniz. Ona izin veriyorum. Bu başımıza gelenler doğrudan doğruya komünistlerin hazırladığı bir hadisedir.Yazılarınızda bunu gözden uzak tutmayın. Ona göre aklınızı başınıza toplayın. İşimizi güçleştirmeyin.”
Asker sopası etkisini göstermişti.
Türk Medyası artık kör ve sağırdı.
Gazeteler o dönem ülkeyi yöneten Menderes hükümetinin olaylarla hiç ilgisi olamadığı ve hiç bir kusurunun bulunmadığı yazıldı..
Dönemin CHP Başkanı İsmet İnönü, meclis konuşmasında Menderes hükümetine destek verdi.

"Demokrat Parti grubunun, olayları ciddi şekilde tartıştığını tespit ettik. Hükümetin anavatanın büyük bir tehlikede olduğunu idraki, partiler arası rekabete, üstün gelmiştir. "

Sonunda askerin dediği oldu, fatura komünistlere kesildi..
Aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo ve Hulusi Dosdoğru'nun bulunduğu onlarca komünist tutuklandı..
Tutuklananlar üç ay sonra mahkemede suçsuzluklarını kanıtlayınca serbest bırakıldı..
Bir süre sonra dosya kapatıldı..

Yıl 2018.
İki gün sonra 6 Eylül.
Aradan tam 63 yıl geçti.
1955 yılında İstanbul'da sayıları 100 bini bulan Rum nüfusu, şimdi sadece yüzlerle ifade ediliyor.
Tarihimizdeki bu kara lekenin  devlette kimler tarafından organize edildiği ve kaçan Rumlar'ın mallarına kimlerin el koyduğu hala büyük bir sır..
O dönem Özel Harp Dairesi'nde (Seferberlik Tetkik Kurulu) görevli olan, daha sonra dairenin başkanlığına getirilen ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekterliği yapan Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu'nun yıllar sonra yaptığı şu açıklama ise hiç unutulmadı.
""6-7 Eylül bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı."


(*) KEFERE: Osmanlı döneminde müslüman olmayanları aşağılamak için kullanılan, kafir anlamındaki Arapça kelime.. Argo dilde "Oynak, güven vermeyen, terbiyesiz, arsız köpek, kötü adam" anlamına geliyor.

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...