30 Aralık 2018 Pazar

YENİ YIL NEDİR, NOEL BABA KİMDİR?


Yeni yıl geldi ya.
Ortaçağ ulemaları konuşmaya başladı.
Noel hristiyan işiymiş.
Noel'i kutlamak günahmış.
Noel bizim kültürümüze aykırıymış.
Noel'i kutlayan çarpılırmış.
Daha ne mışlar, ne mışlar.
Ağız ishali olmuş yobazlar.

*. *. *

Dünyayı sadece Arabistan yarımadası sanan, Anadolu tarihinin İslam ile başladığına inanan, Arap kültürünün bu toprağın kültürü olduğuna şartlanmış Yeni Türkiye'nin yeni yetmeleri, Noel Baba denilen sembolü hristiyanlıkla eş anlamda algılıyor.
İlgisi yok.
Önce Noel'in kelime anlamına bakmak gerekiyor.
Noel kelimesi, Keltçe yeni anlamına gelen “Noio” ile güneş anlamına  gelen “Hel” sözcüklerinden oluşmakta.
Noel "Yeni Güneş" demek.
Yeni yılın habercisi.


Putperest dönemde yeni yıl için düzenlenen törenlere verilen bir isim "Noel."
Örneğin İsa'dan önce Roma döneminde halkın mutlu bir olayı kutlarken “Noel, Noel” diye bağırdıkları yazıtlarda mevcut.
Noel pagan kültürün günümüze ulaşan bir geleneği aslında.
Bir folklör.
Çünkü tüm toplumların bir "Noel Baba"sı var.





Mesela Kazaklarda "Ayaz Ata"
Mavilere kuşanmış giysileri ve beyaz sakalıyla geyiklerin çektiği bir ihtiyar.
Ayaz soğuk demek..


Ayaz Ata, kış atası, kar atası anlamında.
Türkmenistan'da da Ayaz Ata inancı hakim.
Azeriler'in "Şaxta Baba"sı mesela.
Şaxta soğuk anlamına geliyor.
Şaxta babanın bir de torunu var; Qar Kız (Kar Kız)
Hediyeleri dede torun ikisi birden dağıtıyor.
Dersim Kürtlerinin geleneklerinde "Khalo Gağan" diye bir efsane isim var.
Khalo yaşlı, ihtiyar demek.
Gağan Aralık ayına denk gelen dönem.
Khalo Gagan "Aralık Dedesi", yani Noel Baba.
Tesadüfe bakın ki, o da eşi Fato ile çocuklara hediyeler dağıtıyor.
Sadece bunlar değil örnekler.
Çerkezler'de Ves Dade.


Ermeniler'de Gağant Baba (Jmer Papi)
Gürcüler'de Tovlis Baba.
Sibirya bozkırlarında Ded Maroz.
Hepsinin ortak özelliği, iyilik sever sevimli ihtiyarlar olması ve soğuk kış aylarında çocuklara hediyeler dağıtması.



Noel inancının ilk çıktığı yer İskandinav Mitolojisi.
İnanca göre Tanrı Odin kanatlı atı Sleipnir ile avlanmaya gittiğinde, çocuklar Sleipnir için çizmelerine saman koyup şöminenin yanına asarmış.
Tanrı Odin de bu iyilik nedeniyle çocuklara hediye ve şekerlemeler getirirmiş.
Zamanla Tanrı Odin'in yerini Aziz Nicola almış.
Uçan at Sleipner'in yerini uçan Ren geyikleri.
Hediye konan çizmelerin yerine de çoraplar.
Güzel masal değil mi?.


"Noel Baba"nın öyküsü bu.
Ve her toplumun buna benzer bir hikayesi var.
Noel Baba folklörü insanlığın ortak kültürü aslında.
Çölde yaşayan Arap toplumları kar yağışına uzak olduğu için bu kültürden etkilenmemiş.
O yüzden bir avuç beyni sulanmış cahil sürüsü molla sağda solda atıp tutuyor.
Hindi yemek de günahmış mesela.



Derler ya.
Ufak at da civcivler yesin.
Yılbaşında hindi yemenin günah olduğu söylemek için zır cahil olmak gerek.
Çünkü islam dahil, tüm dinlerin doğduğu topraklarda hindiyi bilen yoktu.
Ne gördüler, ne sesini duydular.
Hindinin anavatanı Amerika.
Kutsal kitaplarda Amerika’dan satır yoktu ki, hindiden olsun.
15'nci yüzyılın sonralarında Amerika’ya giden göçmenler soğuk kış günleri aç kalınca, kızılderililerin kendilerine sunduğu hindileri yiyerek hayatta kaldı.
Amerika'da kutlanan şükran gününün nedeni budur.


Beyaz adam hindi ile din kitaplarından çok sonra tanıştı.
Hindiyi Amerika kıtasından çıkaranlar Osmanlı yönetimindeki Afrikalı ve levanten gemicilerdi.
Levantenler Osmanlı’nın kıyı kentlerine yerleşen ve deniz ticaretini elinde tutan İtalyan ve Fransızlar.
O nedenle hindinin İngilizce adı “Turkey”  
Ya da Türk kuşu (Turkey bird), Türk horozu da deniliyor. (Turkey cock)

Carl Sagan'ın sözüdür.
"İnanmak değil, bilmek istiyorum."
Herkese mutlu yıllar.


14 Aralık 2018 Cuma

RÜZGARLARIN DURDUĞU, BUFFALOLARIN SUSTUĞU GÜN.



Kartal'ın gözüydü o.
Karga'nın cesaretiydi.
Tilki'nin kurnazlığıydı o.
Şimşeğin gök gürültüsü.
Buffalo'nun yüreği.
Lakota Siouxlar'ın lideriydi.
Adı Tatanka-Iyotanka'ydı.
İngilizcesi Sitting Bull.
Türkçesi Oturan Boğa.
Birleşik Devletler'in Kızılderili soykırımına karşı duran son savaşcıydı.
Daha 14'nde başlamıştı ok atmaya.
16'sınde Tomahawk (savaş baltası) sallamaya.
20'sinde mızrakla 20 metreden Buffalo'yu avlamaya.
Nice savaşlardan sağ çıkmıştı.
Kızılderili katili General Custer'ın öldüğü Little Big Horn zaferinin mimarıydı.
O savaşta ölen tüm askerlerin kulakları delinmişti.
"Kızılderililerin feryadını duysunlar" diye.
Sadece bir askere dokunulmamıştı.


Üstelik o askerin cesedi bir buffalo kürküyle örtülmüştü.
Yıllar sonra gazeteciler Oturan Boğa'ya sormuştu.
"Tüm askerlerin kulağını deldiniz, bir kişi hariç, neden?"
Oturan Boğa'nın cevabı şuydu.
"O asker hucüm borusu çalandı. Kurşunu bitince dakikalarca borazanıyla direndi. Yalvarmadı. Son nefesine kadar savaştı. Cesaretine ve savaşmasına saygı duyduğumuz için ona dokunmadık, üzerini Tatanka'nın kürküyle örtük"
Oturan Boğa kendi halkı için ulu bir şamandı.
Bir bilge adamdı.
Büyük Ruh Wakan Tanka'nın yeryüzündeki temsilcisiydi.
141 yıl önce söyledikleri sanki bugünü anlatıyordu.

"Beyaz adamda sahip olma isteği bir hastalık olmuş. Bu insanlar, zenginlerin bozabileceği ama yoksulların bozamayacağı birçok kural koymuşlar. Yönetici olan zenginleri güçlendirmek için yoksullarla güçsüzlerden vergiler alıyorlar"
Her sözü sanki geleceği gören bir medyuma aitti.
"Bizim annemizin, toprağın, kendilerinin olduğunu söylüyor, komşularını çitler yaparak kendilerinden uzaklaştırıyorlar; toprağı binalarıyla ve öteki süprüntüleriyle çirkinleştiriyorlar. Bu ulus, baharda yatağından taşarak, yoluna çıkan her şeyi yok eden bir ırmağa benziyor"

*. *. *
Oturan Boğa 128 yıl önce bugün bir şafak vakti öldürüldü.
Tetiği çeken düşman değil kendi halkındandı.
Birleşik Devletler'e çalışan bir kızılderiliydi.
Adı Kızıl Balta'ydı.
Ruhi Su'nun söylediği gibi.
"Ağaç demiş ki, baltaya.
Sen beni kesemezdin ama.
Ne yapayım ki, gövden benden.
Bak şu ağacın bilincine sen.
Ölen ben, öldüren benden."

*. *. *

Şeh Bedrettin sözüdür.
"Tarih, geIecek için kavga verip, yitmiş biIe oIsa, insanIık için vuruşanIarı hiç unutmaz."
Tam 128 yıl geçti.
Oturan Boğa unutulmadı.
Bugün onun bilgeliği ve cesareti sadece Kızılderililer arasında değil tüm dünyada saygısını koruyor.


11 Aralık 2018 Salı

HİKMET KARAMAN VE O'NUN GİBİLER.


Yıllar öncesi.
Bir kış günü.
Lig Tv'de haber müdürüyüm.
Sabah erken saatlerde teknik direktör Hikmet Karaman'ı aradım.
O günlerde bir Anadolu takımının başında.
Akşam Fenerbahçe ile maçları var.
Çalıştığı kulüpte futbolcular aylardır maaş alamıyor.
Yönetim hiç bir şeyle ilgilenmiyor.
Tesisler dökülüyor.
Yatakhane, duşlar rezalet durumda.
Yemekler berbat.
Hikmet Karaman telefonu açtı, sesi hayalet gibi.
Yorgun, bitkin ve coşkusuz.
Oysa hep yüksek sesle konuşurdu.
"Hayrola hocam" dedim.
"Ya arkadaş bizim çilemiz nedir böyle?.Gece kamp yaptığımız kulüp tesislerinin kalorifer dairesinde yangın çıktı. itfaiyeyi aradık, gelmedi. Tüm takım sabaha kadar yangını söndürmek için uğraştık. Takım kahvaltıyı bile yarım yamalak yaptı ve biz 7 saat sonra maça çıkacağız."

Anlattıkları sürpriz değildi.
Sık yaşanan olaylardı bunlar.
Çünkü Anadolu Kulüplerinde çalışan teknik direktörler sadece futbolla değil bu tip sorunlarla uğraşıyorlardı.
Arkalarında 10-15 kişilik başkan ve yönetim kurulu varmış gibi gözüküyordu ama yoktu.
Onlar dekordu.
Dekor gerçeğe uyum göstermiyordu.
Anadolu kulüplerinde çalışan hocalar aslında tek başınaydılar.

İstanbul medyası onları görmezdi.
Seslerini duyuramazlardı..
Yaptıkları, başarıları kimsenin umurunda olmazdı.
Lobileri yoktu.
Varsa yoksa üç büyükler sayfalardaydı.
Onlar ülke futbolunu yöneten federasyonun bile üvey evladıydı.
Aralarında takım otobüsü idmana gidebilsin diye cebinden mazot koyan da vardı, tesislerdeki pislikler kapansın diye futbolcularla badana yapan da.
Parasını alamadığı için tesislere yemek vermeyi kesen şirketleri ikna etmeye çalışanlar da onlardı, ikna edemezse cebinden takıma yemek ısmarlayanlar da.
Böylesine zor şartlarda takımlarını ligde tutmaya çalışan hocalardı onlar.

İddia ediyorum, dünyanın en iyi teknik adamları gelse, bu hocalar kadar başarılı olamazdı.
Ben mesleği bırakalı 5 yıl oldu.
Umarım Anadolu kulüpleri artık değişmiştir.
Teknik adam sadece teknik adamlığını yapıyordur.

Nereden geldi bunlar aklıma?
Hikmet Karaman Kayserispor ile anlaşmış.
Kayseri yönetimi takımın küme düşme riskini görünce "Kurtar bizi Hikmet hoca" diyerek kapısını çalmış.
Doğru karar.
Doğru karar da neden sezon başında almazsın?
Bu sadece Kayserispor'un değil tüm kulüplerin geleneği.
Bir plan, program, sistem dahilinde teknik adam seçmek yerine, günlük sonuçlara göre günü kurtarma ilkelliği.
Hikmet Karaman'ı uzun yıllardır tanırım.
İlişkimiz gazeteci teknik adam ilişkisiydi.
Sonra televizyonda birlikte program yaptık.
İyi dost olduk.
Çalışkan, bilgili, kendisini sürekli yenileyen bir teknik adamdır.
Bilime önem verir.
Heyecanlı, hırslıdır.
Yenilgiyi kabul etmez.
Hep araştırır.
Dünya futbolunu, futbolcularını yakından takip eder.
Çalışmadığı dönemlerde yurtdışında maçları izler, beğendiği futbolcuları listesine not eder.
Kayserispor'un teklifini kabul etmeden önce Brezilya'daydı.
Brezilya kulüplerinin yapısını inceledi.
Demek istediğim şu.
Hikmet Karaman  gibi onlarca teknik adamımızın yabancı hocalardan bilgi ve yetenek açısından farkı yok aslında.
Aksine ülke şartlarında onlardan daha iyiler.
Daha duyarlı, daha ozverili, daha ekonomikler.
Yeter ki kulüpleri yönetenler uzun vadeli bir plan, program, sistem dahilinde görev versinler.
Günlük skorlarla günü kurtarmaya çalışmasınlar.
Çünkü kurtaramıyorlar.
Günümüz dünyasında "yerli ve milli" safsatasına inanmam ama futbolda kapıların Ersun Yanal, Hikmet Karaman gibi onlarca teknik adamımıza sonuna açılmasını isterim.
Yerli oldukları için değil, hak ettikleri için.
Torpile, adam kayırmaya, ahbap çavuş ilişkisine, yalamaya, yıkamaya, Ankara'dan atanmalara son verilsin artık.
Bilgi, yetecek, beceri ve çalışkanlık prim yapsın.
Çok mu şey istedik ne?

ERSUN YANAL VE DOSTLUK


Yıllar önce Lig Tv’de genel müdür yardımcısıyım.
Süper Lig maçlarını yorumlayacak bir teknik direktöre ihtiyacımız var.
Her hafta Maraton programına çıkacak, maçların analizlerini yapacak.
Bazı günlerde de naklen yayınlarda yorumcu olacak.
Sevilen, vizyon sahibi, duruşu olan, eyyam yapmayan, başarılı bir isim gerek.
İnce eleyip, sık dokuyoruz.
Tek tek isimleri gözden geçiriyoruz
O günlerde Ersun Yanal milli takımdan yeni ayrılmış.
Federasyonunun ve FETÖ'cü lobinin “Hakan Şükür’ü mutlaka kadroya al” baskılarına boğun eğmemiş ve istifayı vermiş, gitmiş.
Bizim için ideal isim.
Ancak.
Ersun Yanal o güne kadar hiç bir televizyonda yorumculuk yapmamış.
Acaba bu teklife sıcak bakar mı?
Üstelik Lig Tv yönetiminin bu konu için ayırdığı bütçe, Ersun Yanal kalitesinde bir isim için düşük.
Nasıl teklif edilir?
Ne der acaba?
Şansal abi (Büyüka) ile anlaştık ve teklif etmeye karar verdik.
Aradım.
Olayı anlattım,
Cevabı aynen şöyle oldu.
“Yorumculuk bugüne kadar düşünmediğim bir şey. Ancak Şansal abi ile sana hayır deme şansım yok. Bütün ekibimle birlikte size katkı vermeye hazırım. Bunu asla profesyonelce yapmam sadece dostluk adına yaparım. Lütfen bana vermeyi düşündüğünüz parayı her ay bir hayır kurumuna bağışlayın. Ne zaman işe başlıyoruz?”
Şaşırdım.
O güne kadar hangi teknik adamın kapısını çalsak, söze önce paradan başlardı.
Yanal hiç para konuşmadı.
Aksine ben verebileceğimiz ücreti daha açıklamadan, “hayır kurumuna bağışlayın” dedi.
Ertesi gün yardımcısı Volkan Kazak ve 3 kişilik istatistik ekibiyle birlikte işe soyundu.
Tüm maçların, tüm futbolcuların analizini yapıp, grafiklerini tasarlayıp, programa hazırladılar.
Yaklaşık 4-5 ay boyunca haftanın 3 günü bizimle birlikte oldular.
Ekrana renk kattılar.
Bir kuruş ücret almadan.
Sadece dostluk adına.

*. *. *

Meslek hayatımda kafa olarak çok iyi anlaştığımız futbol adamlarından biridir, Ersun Yanal.
Futbolun sadece futbol olmadığını bilenlerdendir.
Olaya sosyal, toplumsal ve bilimsel açıdan bakar.
İnek sütünün futbolcuya olumsuz etkisine kadar.
İş ahlakı vardır.
Bir kulüpte çalışmasa bile tüm maçları, tüm futbolcuları ekibiyle birlikte izler, bilgisayarda analizler yapar.
Vizyon sahibidir.
Türk futbolundaki aksaklıkları araştırır, nedenlerini saptar, çözüm yollarını önerir.
Entelektüeldir.
Çok kitap okur, araştırır.
Doğa severdir.
Yaylalara çıkar, denizlere dalar, gerekirse paraşütle atlar.
Hayvan severdir.
Mahallesindeki sokak hayvanlarını besler.
Yaşadığı çevreye duyarlıdır.
Hobileri vardır.
Ersun Yanal sadece bir futbol adamı değil, tepeden tırnağa bir yaşam insanıdır.

*. *. *

İstanbul’da biraraya geldiğimizde saatlerce konuştuğum insandı.
Datça’ya yerleştikten sonra o sohbetlerimizi özlemiştim.
Her ne kadar zaman zaman telefonla konuşsak da, o sohbetlerin yerini tutmuyordu.
Dün akşam sürpriz bir telefon geldi.
Arayan Ersun Yanal.
Sevinçle açtım.
Daha ben merhaba demeden müjdeyi verdi.
“Datça karasularına girdim, yarın sabah 2-3 saatliğine seni görmeye geleceğim.”
Sabah buluştuk.
Eski günleri yad ettik.
Futboldan, ülkenin durumundan, sanattan, kültürden, doğadan, kısacası her telden sohbet ettik.
Hasret giderdik.
Zaman nasıl geçti anlamadık.
Teknesindeki bir arıza nedeniyle Bodrum’a gitmesi gerekiyordu, vedalaştık.



Ersun Yanal ile ilişkim bir gazeteci-teknik adam ilişkisinden öte.
Tıpkı Nazım Usta’nın dediği gibi.
“Biz haber etmeden haberimizi alırsın,
Yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin.
Gözümüzün dilinden anlar,
Elimizin sırrını bilirsin.
Namuslu bir kitap gibi güler,
Alnımızın terini silersin.
O gider, bu gider, şu gider,
Dostluk, sen yanı başımızda kalırsın.”

9 Aralık 2018 Pazar

BAĞIŞLAYIN BİZİ SAYIN KOÇ


Geçen senenin Mart ayıydı.
Fenerbahçe Başkanlığı'na aday olan Ali Koç, genel kurul üyeleriyle bir araya gelmişti.
Projelerini anlatıyor, vizyondan söz ediyordu.
Bir ara bazı genel kurul üyeleri Ali Koç'a düşündüğü teknik direktörü sordular.
Cevap alamadılar.
Bir üye heyecanlı bir uslüple söze girdi.
"Yan pastan bıktık büyük başkan " dedi.
Biri de Ersun Yanal'ı takımın başına getirmesini istedi.
Ali Koç, gülümser bir ifadeyle şu cevabı verdi.
"Siz daha benim vizyonumu ve projelerimizi anlamadınız sanırım."




Aradan 4 ay geçti.
Ali Koç genel kurulda çok büyük destekle Fenerbahçe Başkanı seçildi.
İlk işi mevcut teknik direktör Aykut Kocaman ile yolları ayırmak oldu.
Sonra Comolli isimli bir sportif direktörle anlaştı.
Ardından Hollanda'dan dışarı çıkmamış Cocu ile 3 yıllık sözleşme imzaladı.
İşler kağıt üstünde tıkır tıkır gidiyordu!
Ali Koç'a göre bunlar vizyondu.
Ama bu vizyonun 3 ayda ilizyon olduğu anlaşıldı.
Kağıt üstündeki sahaya uymadı.
Önce Cocu kovuldu.
Cocu'yu getiren Comolli'ye dokunulmadı.
Fatura Aykut Kocaman'dan kalan yardımcı antrenörlere kesildi.
Onlar da suçlanarak, zan altında bırakılarak kulüpten aforoz edildi.
Takım,  antrenör Koeman'a teslim edildi.

Ve gelinen nokta.
Ligde 15 hafta geride kaldı.
Fenerbahçe 14 puanla düşme potasında.
15 maçta sadece 3 galibiyeti var.
7 maçta rakiplerine teslim oldu.
Attığı gol 10, yediği 24.
Averajı eksi 14.
Tarihinin en kötü Fenerbahçe'si bu.
Resmen küme düşme tehlikesi yaşıyor.
Düşünebiliyor musunuz?
Santrfor diye alınan Slimani'nin attığı gol sayısı bir.
Evet sadece 1.

Peki, vizyon sahibi başkan Ali Koç ne yapıyor?
Bir yandan Ersun Yanal'a teklif götürüyor.
Bir yandan yurtdışında hoca arıyor.
Bir yandan da Koeman'a arkandayız diyor.
3-0'lık Akhisar yenilgisi sonrası da soyunma odasını basarak futbolcuları fırçalıyor,
"İstanbul'a uçakla değil, otobüsle döneceksiniz!"

Aklımız karıştı Sayın Koç.
Bağışlayın bizleri.
Kıtlığımıza verin.
Kafamız sizin kadar çalışmıyor!
Vizyonunuzu ve projelerinizi daha anlayamadık.
Bir kez daha anlatır mısınız?
Hani ilkokulda okuma yazmayı öğretir gibi anlatın lütfen.
"Ali topu tut."

8 Aralık 2018 Cumartesi

AHMET KAYA İLE FİKRET KIZILOK TAŞLAMASI


Fikret Kızılok, Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli.
Aynı dönemin müzisyeniydiler.
Halk türküleri yaktılar.
Sevda, barış, kardeşlik türküleri.
Besteleriyle, sözleriyle milyonlara ulaştılar.
Üçü de kendisini "solcu" olarak tanımlardı.
Fikret Kızılok, "Soldan doğdum, soldan uyandım, solda oturdum, insan olmanın haysiyetini solda buldum, hep solcu oldum, hep solcu kalacağım." derdi.
Ahmet Kaya ve Zülfü Livaneli de öyle.
Ama aralarında fikir ayrılıkları vardı.
Bir araya gelmezlerdi.
Gençken farklı frekanslardaydılar.
Fikret Kızılok ulusalcıydı.
Kemalist çizgideydi.
Diğerleri enternasyonal.
Daha marjinal.
Kamuoyuna yansımasa bile fikir ayrılıkları dost sohbetlerinden biliniyordu.

*. *. *

Fikret Kızılok 90'lı yıllarda ilginç bir şarkı yaptı.
Adı "Pişşt Barmen" di.Kızılok bu şarkıyı sarhoş seslendirmiş ve kendisine Mümtaz Soysal eşlik etmişti.
Şarkı, Zülfü Livaneli ve Ahmet Kaya'yı fena taşlıyordu.
"Pişt barmen
Sen de bizdensin.
Karlı kayın ormanında
Bisiklete binersin.
Başkaldırıyorum de..
Kaldır başını,
İndir kaşını.
Azgın demokrat..
Geceleri gökyüzünde,
Şairlerin önsözünde,
Sağdan vurup sol gözünde,
Parsa topla benim için."

Fikret Kızılok, "karlı kayın ormanında bisiklete binersin, parsa topla benim için" sözleriyle Zülfü Livaneli' ye, "Azgın demokrat, Şaşkın teokrat, başkaldırıyorum de" sözleri ile de Ahmet Kaya'ya ağır göndermelerde bulunmuştu.
Kızılok iki sanatçıyı da geçmişine karga olmakla eleştirmişti.


Zülfü Livaneli bu taşlamalara sessiz kaldı.
Ama Ahmet Kaya'nın yanıt vermesi uzun sürmedi.
Kaya, hemen "Entel Maganda" isimli bir şarkı yaptı.
Bu şarkı baştan sona Fikret Kızılok'a bir cevaptı.
"Piposu ağız kenarında, Bodrum'un entel barında,
Herkesi yargılamaktan kimse kalmamış yanında.
Konuşurken solcusun, yaşarken karambolcusun,
Oportunizme bulaşmış tipik bir orta yolcusun.
Bir Allahcı, bir kulcusun, bir davulcu, bir pulcusun.
Ne kadar inkar etsen de hem jigolo, hem dulcusun.
O yandasın, bu yandasın, hovardasın hep bardasın.
Artık rol yapmayı bırak,
sen bir entel magandasın."


Anadolu geleneğidir.
Ozanlar sazları ve sözleriyle birbirini taşlar.
Fikret Kızılok, Ahmet Kaya ve Zülfü Livaneli.
Anlaşamasalar bile fikirlerle tartıştılar.
Nota bestelediler.
Mürekkep akıttılar.
Müzikle atıştılar.
..Ve milyonların sevgilisi oldular.
Üçüne de saygıyla.

BİR ZAMANLAR FİLİSTİN


Tarih 5 Haziran 1967'di.
İsrail devleti Arap ülkelerine savaş açmış, Filistin'i kuşatmıştı.
Emperyaller İsrail'in arkasındaydı.
Dünya'da sosyalistler hariç kimsenin sesi çıkmıyordu..
Türkiye'deki devrimci gençler de buna kayıtsız kalmadı.
Hemen toplandılar, ortak bir bildiri yayınladılar.
"Bu sa­vaş, yok­sul Arap ülke­le­ri­nin sal­dır­gan İs­ra­il'­e kar­şı yap­tı­ğı ba­ğım­sız­lık sa­va­şı­dır. Bu sa­va­şın kı­sa za­man­da ba­rı­şa ulaş­ma­sı, hak­lı­la­rın sal­dır­gan­lar karşı­sın­da hak­la­rı­nı el­de et­me­si­ne bağ­lı­dır. Bu sa­vaşın uza­ma­sı, Or­ta­do­ğu ül­ke­le­ri­nin de­ğil, pet­rol sö­mü­rü­sü­nü sür­dür­mek is­teyen ve iki ta­ra­fa da si­lah sa­tan em­per­ya­list­le­rin ya­ra­rı­na­dır. Bu nedenle Tür­kiye'de­ki üs ve te­sis­ler, Arap ül­ke­le­ri­ne kar­şı kul­lanıl­ma­ma­lı­dır.”
Devrimci gençler bununla da kalmadı.
Akın akın Filistin halkının yardımına koştular.
El Fetih saflarında işgalci İsrail ordusuna karşı savaştılar.
Gidenler Türkiye İşçi Partisi üyeleriydi.
18-19 yaşında gençler Arap ulusunun bağımsızlığı için can verdiler.
Mustafa Çelik, Abdülkadir Yaşargün ve niceleri.
Filistin topraklarında İsrail askerinin kurşunuyla öldüler.

*. *. *

İki yıl sonrası.
1969'du.
Yine yaz ayları.
Türkiye'den Filistin'e akın sürüyordu.
Devletin yanındaki sağcı müslüman kesim İsrail zulmune sesini çıkarmazken, solcular ezilen Araplar'ın yanındaydı.
De­niz Gez­miş, Erim Sü­er­kan, Fa­dıl Ha­san, Ci­han Alp­te­kin, Ömer Erim, Kuy­dul Tu­ran, Yu­suf Kü­pe­li­ gibi onlarca genç Amman'da Fi­lis­tin De­mok­ra­tik Halk Kur­tu­luş Cep­he­si'ne katıldılar.
Onların ardından Hü­se­yin İnan ve Yu­suf Aslan gibi 3 bine yakın genç soluğu Filistin'de aldı.
Çoğu eğitimden sonra kaldı, savaştı.
Bazıları öldü, bazıları yaralandı, bazıları esir düştü.
Faik Bulut esir düşenlerden biriydi.
Sekiz yıla yakın İsrail zindanlarında yattı.
Onun şu sözleri hiç unutulmadı.
"Bizler Filistin halkı için savaşırken, müslüman çevreler bize terörist diyordu.. Hamas kurulana kadar Filistin umurlarında bile değildi."


Ülkeye geri dönenlerin bazıları jandarma tarafından yakalandı.
Aralarında Hüseyin İnan da vardı.
Diyarbakır cezaevinde ağır işkence gördüler.
O günlerin merkez medyası gençlerin tutuklanmasını, "Di­yar­ba­kır Tıp Fa­kül­te­si'ne sabo­taj yap­mak isteyen teröristler ya­ka­landı." diye duyurdu.
Manşetler kin kusuyordu.
"Teröristler Diyarbakır'ı kan gölüne çevirecekti!"
Medyanın yalan manşetleri üzerine Diyarbakır cezaevindeki gençler bir açıklama yapmak zorunda kaldı.
"Öncelikle Tür­ki­ye halk­la­rı­na şu nok­ta­yı ke­sin­lik­le açık­la­mak is­te­riz: Bi­zim şura­yı ya da bu­ra­yı bom­ba­la­ya­ca­ğı­mız, sa­bo­taj ya­paca­ğı­mız id­di­ala­rı ya­landır, ka­sıt­lı­dır, ter­tip­tir..
Bu man­şet­ler iş­bir­lik­çi iktidar yet­ki­li­le­ri­nin ve polisin ka­mu­oyun­da­ki maksatlı, asıl­sız suçlamala­rı, ter­tip­le­ri­dir. Hiç şüp­he yok­tur ki, bu tertip­ler de di­ğer­le­ri gi­bi er geç if­las ede­cek­tir..
Gün­ler­ce sü­ren iş­ken­ce­ler ve in­san­lık dı­şı uy­gu­la­malar, ad­li ma­kam­la­ra ‘tah­kika­tı de­rin­leş­ti­ri­yo­ru­z' şek­lin­de yan­sı­tıl­dı. Bü­tün bun­lar, al­tı gün­lük iş­ken­ce, bin­ler­ce cop, so­pa, kü­für ve sa­yı­sız ifa­de­ler, iş­bir­lik­çi­le­rin ve or­tak­la­rı­nın çıkar­la­rı­nı ko­ru­mak için­di.
Biz, dün­ya halk­la­rı­nın baş be­la­sı em­per­ya­liz­me kar­şı çar­pı­şan Or­ta­do­ğu halk­la­rı­nın hak­lı mü­ca­de­le­si­ni des­tek­le­mek için Fi­lis­ti­n'­e git­tik. Ama­cı­mız bir ta­raftan Arap halk­la­rı­nın kurtu­lu­şu­nu des­tek­le­mek, diğer ta­raf­tan Tür­ki­ye­li devrimci­ler ola­rak bi­ze dü­şen gö­rev­le­rin bir kıs­mı­nı ye­ri­ne ge­tir­mek­ti.” 

*. *. *

O yıllarda İsrail'e gidenler arasında ilginç biri de vardı.
Adı; Sa­be­tay Va­ro­l‘­du.
Türk yahudisi bir sosyalistti.
Müslüman Filistinliler'i ezen İsrail devletine karşı savaştı.
"Zulüm bizdense ben bizden değilim" diyenlerdendi.
Çünkü onun için dil, din, ırk, renk ayrımı yoktu.
Sadece "ezen ile ezilen" vardı.
Ezilenin yanında olmayan da dilsiz şeytandı.

*. *. *

Nereden nereye.
Filistin'in bugünleri o günlerde yazıldı.
Türkiye dahil bu coğrafyada binlerce genç Amerikan ve İsrail Emperyalizminin ortadoğuya hakim olması için öldürüldü.
Katiller onların işbirlikçisi iktidarlardı.
Ve seslerini çıkarmayan milyonlar.
Şimdi Amerika ve İsrail bu topraklarda cirit atıyor.
Onlar zulüm kusuyor.
Filistinliler gözyaşı döküyor.
Bizimkiler de tekbir çekip, İsrail bayrağı yakmakla uğraşıyor.

7 Aralık 2018 Cuma

KARGI'DAKİ O ESKİ EV


Az Önce gördüm.
Datça Belediyesi Instagram hesabında paylaşmış bu fotoğrafı.
Berivan Tanrıverdi çekmiş.
Kargı koyuna giderken, hemen solda kayalıkların üzerinde eski bir ev.
Yıkık, dökük, harabe.
Dokunsan yerle bir olacak sanki.
Tam virane.
Bu ev, bu haliyle bile Datça’ya gelen turistlerin uğrak yerlerinden biri.
Çünkü manzarası şahane.
İnsanlar gelip fotoğraf çekiyor buradan.
Selfi yapıyorlar Kargı’nın doğal tablosuna karşı.
Sonra sosyal medyada paylaşıyorlar bu fotoğrafları.
Datça’nın tanıtımına katkı sağlıyorlar.

Oysa, bu yıkık dökük evin tarihi değeri o kadar büyük ki.
Avrupa’nın herhangi bir kentinde olacak, hemen onarılır ve müze yapılır.
Turist dolup taşar.


Çünkü bu evde yıllar önce önemli bir filim çevrilmiş.
Bir iddiaya göre Sovyet devrimci Troçki’nin hayatını konu olan film.
Başka bir iddiaya göre Dr. Zhivago’nun yazarı Rus şair Boris Leonidoviç Pasternak’in hayatının çekildiği ev.
Bir film seti yani.
Filmin çekildiği kesin çünkü yaşayan canlı tanıklar var.
Datça’nın köylerindeki, özellikle de eski Datça’daki bazı evlerin kapı ve pencelerini bu eve taşımışlar.
Kameralar saatlerce çekim yapmış burada.
Üstelik bir çok Datçalı figüran olmuş filimde.
Böylesine önemli bir ev bu ev.
Şimdi ise kaderine terkedilmiş durumda.

İnsan düşünmeden edemiyor.
Çok önemli bir filmin çekildiği bu ev şimdi neden bu halde?
Arazi devletin ayrıca.
Neden onarılmıyor?
Neden eski haline getirilmiyor?
Datça’da görev yapan kaymakamlar neden bir proje hazırlamıyor?
Burası bir müze olsa, o filmden fotoğraflarla, görüntülerle süslense, bir kültür sanat evi haline getirilse, ülkeye ve Datça’ya bir artı değer katmaz mı?
Gerçekten neden?
Kültürden sanattan bu kadar mı uzaklar?
Osmanlı’nın ender aydınlarından, devlet adamı Ziya Paşa ünlü Gazel’inde şöyle demişti.
“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm.”

Günümüz Türkçe’siyle.
“Müslüman olmayan ülkeleri gezdim, şehirler, gösterişli yapılar gördüm.
İslam ülkelerini dolaştım, hep harabeler gördüm.”

Başka söze gerek var mı?




4 Aralık 2018 Salı

HAK VERİLMEZ ALINIR.


Tarih 5 Aralık 1934.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanıyan yasayı onayladı.
Türkiye'de kadınlar artık milletvekili seçimlerinde oy kullanabilecek, aday olabilecekti.
O çağa göre çok önemli bir karardı..
O tarihte dünyada sadece 25 ülkede kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmişti.
Avrupa'da bile Fransa dahil bir çok ülkede kadınlara bu hak tanınmamıştı.
Hele hele müslüman ülkelerde bırakın oy kullanmayı, kadın evden çıkamıyordu.
Peki, Türkiye'de kadınlar bu hakkı nasıl kazandı?
Erkekler mi onlara bağışladı?
Yoksa kadınlar mı söke söke aldı?

*. *. *

Tarih 15 Haziran 1923'tü..
Kurtuluş Savaşı bitmiş ama cumhuriyet henüz kurulmamıştı.
Dönemin aydınlarından yazar ve öğretmen Nezihe Muhiddin başkanlığında bir siyasi parti kuruldu.
Adı, "Kadınlar Halk Fırkası"ydı.
Bu Türkiye'nin ilk siyasi partisiydi.
Çünkü daha Cumhuriyet Halk Fırkası(Partisi) bile kurulmamıştı..
Kadınlar Halk Fırkası kuruluş bildirisinde Mustafa Kemal’in devrimlerine bağlı olduğunu belirtiyor ve kadınlara siyasal hak istiyordu.

İçişleri Bakanlığına verilen dilekçede savaş durumunda kadınların askerlik yapması gerektiği de öngörülüyordu.
Ancak kadınların bu isteği tepki gördü.
Özellikle gazeteler yorumlarla, karikatürlerle kadınları alaya aldı.
İçişleri Bakanlığı 8 ay beklettiği dilekçeyi Osmanlı'dan kalma seçim yasasına aykırı olduğu gerekçesiyle geri çevirdi.
Bunun üzerine 7 Şubat 1924'te Nezihe Muhiddin ve arkadaşları Kadınlar Halk Fırkası yerine Türk Kadınlar Birliği'ni kurdu.
Birlik programına "Siyasetle ilgimiz yoktur" maddesini õzellikle koyarak amaçlarını şöyle açıkladı.
“Kadınlığı düşünsel ve toplumsal alanlarda yükselterek çağdaş ve gelişmiş bir yere eriştirmek”

*. *. *

Parti kurmalarına izin verilmeyen kadınlar rahat durmuyordu.
Mitingler yapıyor, camilerde toplanıyor ve siyasal haklar elde etmenin mücadelesini veriyorlardı.
Zamanla yurt geneline yayılıp, Denizli, Aydın, Afyon ve Diyarbakır’da şubeler açmışlardı.
1925 yılında İstanbul'da bir milletvekili boşluğu vardı.
Türk Kadınlar Birliği seçme seçilme hakkı olmamasına rağmen o boşalan koltuğun bir kadınla doldurulması için meclise dilekçe verdi.
Bu girişim de büyük tepki topladı.
Cumhuriyet Gazetesi'nde konuyla ilgili yorumda Yunus Nadi, "Türkiye’nin hayatında çok mühim meseleler mevcut olduğu bir zamanda hanımlarımızın mebusluk propagandası veya reklamı ile meşgul olmaları pek ciddiyetsiz" diyordu.

Gazeteler haberlerle , karikatürlerle kadınların bu istekleriyle alaya devam ediyordu.

*. *. *

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Askerlik Kanunu görüşülüyordu.
Giresun milletvekili Hakkı Tarık bey, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi gerektiğini söyleyince, İçişleri Bakanı Recep Bey “Kadınlar Türk vatanıyla bu denli ilgili iseler önce askerlik yapsınlar” diyordu..
Mücadeleden vazgeçmeyen Türk Kadınlar Birliği , Kadın Yolu isminde bir dergiyle sesini daha gür çıkarmaya başladı.
Dergide Enver Behnan, Yaşar Nabi ve Fahrettin Kerim gibi dönemin kadın hakları savunucusu erkek de yazıyordu.
Türk Kadınlar Birliği, 1926’da Cumhuriyet Halk Partisine üye olmak için başvuruda bulundu.
Ancak cevap olumsuzdu.
Kendilerine "kadınların hayır işleri ile uğraşmasının daha doğru olacağı" söylendi.
Kadın Yolu Dergisi ısrarlı yayınlarıyla siyasi iktidar üzerinde etkili olmaya başlamıştı.


1927 yılında Nezihe Muhiddin hakkında kongrede usulsüzlük ve hesaplarda yolsuzluk yaptığı iddiasıyla davalar açıldı.
Gazetelerde yoğun bir itibarsızlaştırma kampanyasıyla Nezihe Muhiddin birlikten uzaklaştırıldı..
Yerine gelen Kadınlar Birliği’nin yeni başkanı Latife Bekir, kadınların siyasi hakları ile meşgul olmayacağını açıklarken, "Biz Nezihe Hanım gibi hayaller peşinde koşacak değiliz.” dedi.
Ancak Nezihe Muhiddin'in başlattığı kadın hareketi 1930 yılında meyvesini verdi..
O yıl kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı.
Kadınlar Birliği de 11 Nisan’da Sultanahmet Meydanında bu karara teşekkür mitingi yaptı.
Ardından Cumhuriyetin 10. yılı şerefine kadınlara köy yönetimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı.
Artık sırada kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının verilmesi kalmıştı.


.Ve 5 Aralık 1934 tarihinde kadınlara milletvekili seçme seçilme hakkı verildi..
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yapılan oylamada 258 olumlu, 53 çekimser ve 6 boş oy kullanılmıştı.
8 Şubat 1935 tarihinde yapılan genel seçimlerinde 17 kadın milletvekili Meclis’e girdi.
Ardından yapılan ara seçimlerde de bir tane daha kadın milletvekili seçildi ve sayı 18'e ulaştı.
Türkiye'de kadınlar yıllar süren bir mücadele sonunda siyasi haklarını elde ettiler.
Ve bir tarihi gerçeğin altını çizdiler.
"Hak verilmez, alınır"


NOT: Kadın Halk Partisini ve Türk Kadınlar Birliğini kuran Nezihe Muhiddin hakkında çıkarılan iddialar ispatlanamadı. Ancak mahkemelerden af kanunu ile kurtuldu. Tüm kişisel itibarı elinden alınmış biri olarak kabuğuna çekildi. Roman yazdı.. Yıllarca adını kimse anmadı ve 1954’te vefat etti.






21 Kasım 2018 Çarşamba

YA ÇALIŞARAK YAŞAMAK, YA SAVAŞARAK ÖLMEK.




Yıl 1831’di.
Fransa’da fırtına öncesi sessizlik vardı.
Devriminin üzerinden bir yıl geçmişti ama işçiler, köylüler hala eziliyor, hala sömürülüyordu.
Devrim onların hayatını değiştirmemişti.
İşçi sınıfı özellikle Lyon kentinde örgütlüydü.
Çünkü Lyon’da dokuma sanayi çok ilerlemişti.
Kentin nufüsu 65 bine yakındı.
Bunun 30 bini dokuma işçisiydi.
Dokuma işçileri çok zor şartlarda çalışıyorlardı.
Günde 2-3 frank karşılığında 16 saat ter dökmek zorundaydılar.
Üstelik iş bulanlar boğaz tokluğuna çalışırken, iş bulamayanlar sokaklarda dileniyordu.
İşçiler defalarca ücretlerinin artırılma için girişimde bulundu.
Ancak fabrikatörler bu isteklere duyarsız kalıyordu.
Sonunda Lyon Belediye Başkanı girdi devreye.
22 dokuma işçisi ile 22 işvereni bir masada buluşturdu.
Hararetli tartışmalardan sonra taraflar ortak bir ücret konusunda anlaştılar.
Ancak, kısa bir süre sonra işverenler anlaşmayı ihlal etti.
İşçiler greve gideceklerini söyleyince de, lokavt uyguladılar ve birçok iş yerini kapattılar.
Artık ok yaydan çıkmıştı.
Tarih 21 Kasım 1831’di.

Sabahın erken saatlerinde 30 bin dokuma işçişi işyerlerini terk ederek şehir merkezine yürüyüşe geçti.
Önlerinde kara bir pankart vardı.
“Ya çalışarak yaşayacağız, ya da savaşarak öleceğiz!”
Geçtikleri her sokakta da halka bildiri dağıtıyorlardı.
Bildiride de şöyle diyordu.
"Uğrunda savaştığımız sorun tüm insanlığın sorunudur. Fransa’nın mutluluğu, güvenli geleceğidir. Bu sabah özgürlüğün güneşi doğdu şehrimize. Hiçbir gücün onun ışığını yok etmesine izin vermeyeceğiz. Yaşasın gerçek özgürlük!"
İşçiler taşkın sel gibiydi.
Polis güçleri engel olmaya çalışsa da onları durduramadı.
Dalga dalga meydana girdiler.
30 bin kişiydiler.
Lyon’u kuşattılar.
Ancak, bundan sonra ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
Siyasi bir programları yoktu.
Fransız burjuvazisini nasıl pes ettireceklerini düşünmemişlerdi.
Devletin sert müdahalesi bekliyorlardı ama buna karşılık vermeye hazır değildiler.
Kentin girişlerini barikatlarla çevirdiler.
Ve beklemeye başladılar.
Üç gün sürdü direniş.
Üç gün sonra 24 Kasım 1831’de Fransız Ordusu 30 bin askerle Lyon’a girdi.
Asker acımasızdı.
Komutanları “vur” emri vermişti.
Karşı çıkanı orada öldürdüler.
Tam 535 işçi öldürüldü.
Binlercesi yaralandı.
Burjuvazi direnişi kanla bastırdı.

Çalışarak yaşamak isteyenler, savaşarak öldüler.



Hani Nazım Hikmet’in Bedrettin için feryadı var ya.
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zaruri neticesi bu!
deme bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.”

Fransa’da bu dilden anlamayan yürekler Lyon’da yenilseler bile 1871 Paris Komünü’nün fitilini ateşlediler.
Lyon Direnişi'nde hayatını kaybeden 535 işçinin anısına saygıyla.

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...