20 Kasım 2022 Pazar

BOYNU BÜKÜK DURUYORSAM EĞER...



Homeros'un İlyada'sındaki narin çiçektir çiğdem.
Tanrıların tanrısı çapkın Zeus'un Hera ile aşkının simgesidir.
Hermes'in arkadaşı ölümlü Crocus'un toprağa düşen üç damla kanından filizlenmişti.
Bu yüzden bilimsel adı da Crocus'tur.
Ayrıca bizim Aznavur'un da çiçeğidir çiğdem.
Kevork Viçen Aznavur'un.
Aznavur, 1800'lü yılların sonlarına doğru İstanbul'da yaşayan bir ermeni vatandaşımızdı.
Galatasaray Lisesi mezunuydu.
Muhasebecilik yapsa bile amatör bir botanikçiydi.
İstanbul'da binden fazla çiçeği, bitkiyi kayıt altına aldı.
Anadolu'nun çok yerini dolaşarak, 20 binden fazla bitki ve çiceğin yer aldığı bir arşiv oluşturdu.
Araştırmaları yurtdışında ilgi gördü, Fransızca yayınlandı.
Kendi yaşadığı topraklarda ise maalesef çok tanınmadı.
Bugün Mecidiyeköy'deki Katolik Ermeni kabristanında yatıyor.
Sabah kırsalda bir çiğdem çiçeği çıktı karşıma.
Aznavur'un en sevdiği çiçeklerden biriydi çiğdem.
Nedense boynu büküktü.

15 Kasım 2022 Salı

CAHİT AMCANIN KEÇİLERİ




Köyümüzde bir Cahit amcamız var.
Güler yüzlü, espirili, hayli yaşlı.
Yılların yorgunluğuna rağmen her sabah keçilerini dağa bırakır, güneş batarken gidip alır.
Kilometrelerce yol, tınlamaz.
Keçiler önde, o arkada.
Çok sever keçilerini Cahit Amca, çocukları gibi adeta.
Bir de sütlerinden biraz bizlere verse.
Nafile.
Damla vermez, hepsi kendine.
Ah o keçiler.
Ne sevimli, ne faydalı canlılar.
Onlar olmasaydı, her sabah keyifle içtiğimiz kahveyi belki keşfedemeyecektik.
Keçi deyip geçmeyin.
Eti de, sütü de, derisi de hem faydalı, hem değerli.
Ayrıca pisliği de.
Düşünsenize, keçi gübresinin kilosu yaklaşık 3 lira.
Çuvalla alırsan, 70 lira.
Millet bahçesine keçi boku alabilmek için birbiriyle yarışıyor.
Ama ne ilginç değil mi?
İnsanoğluna bu kadar yararı olan bir canlı yüzlerce yıl günah kavramı ile eş tutuldu.
Antik çağdan bu yana dünyanın hemen hemen tüm kültürlerinde bir deyim var mesela.
"Günah Keçisi."
İngilizler Scapegoat diyor, Almanlar Sündenbock, İspanyollar Chivo Expiatorio.
Günah Keçisi, suçsuz olduğu halde başkalarının suçu üzerine yüklenilen kişi ya da topluluklara deniliyor.
Neden?
Keçilerin insanların günahlarının karşılığı olarak sembolize edilmelerinin bir nedeni olmalı.
Yunan Mitolojisinde çobanların ve kırların tanrısıydı Pan.

Cinselliğin ve arzuların da simgesiydi.
Yarı insan, yarı keçiydi.
Bazen keçi ayaklı, bazen keçi kafalı betimlendi.
Bugün panflüt dediğimiz yedi kamışlı bir müzik aleti çalardı.
İnsanlar kendisine yaklaştığında çığlık atarak herkeste büyük panik yaratırdı. Bugün tıpta kullanılan "panik atak" deyimi de bu hikayeden gelmekte.
İnsanların yüreğine korku saldığından sevilmedi, cinselliğe düşkünlüğü nedeniyle de suçlandı.

Zavallı keçiler bu Pan yüzünden asırlardır neler neler çektiler.
Yahudilerin Kefaret Günü ayinlerinde bütün toplumun günahları bir erkek keçiye yüklenirdi. Bu keçi Azazel adlı kötü ruhu yatıştırmak ve Yahudi kavmini günahlarından arındırmak için Kudüs dışında bir uçurumdan aşağıya atılırdı.
İlk tek tanrılı kitap olarak gösterilen Tevrat'ta Levililer'de şöyle diyor.
"..ve Harun iki elini canlı teke başı üzerine koyacak ve İsrail oğullarının bütün fesatlarını ve bütün günahlarını, bütün suçlarını açıklayarak bunları tekenin başına aktaracak ve hazırlanmış bir adamın eliyle onu çöle salıverecek ve teke onların bütün fesatlarını kendi üzerinde ıssız bir diyara taşıyacak."
İncil'de de buna benzer bir ayet var.
İslamda da radikal gruplar, zina yapan kadınların taşlanarak öldürülmesini isteyen recm ayetlerini yediği inancıyla keçileri çok sevmezler.
Ah bu sevimli keçiler.
İnsanoğlundan neler neler çektiler.
Acaba bunun nedeni yukarıda yazılanlar mı, yoksa başka bir şey mi?
Dini inançlar ve egemenler otoriteye bağlılık ister.
Otoriterlik, kayıtsız bir biat, sıkı bir itaat, kurallara ve emirlere sorgulanmayan bir bağlılık ister ve dünyaya sadece siyah ve beyaz olarak bakılmasını emreder.
Oysa keçiler otoriteye kolay kolay boyun eğmezler.
İlk evcilleştiren hayvanlar olmasına rağmen özgürlüklerine düşkündürler.
Koyunlar gibi güdülmezler, doğada özgür beslenmek isterler.
Özgürlüklerini korumak için gerekirse saatlerce inat ederler.
İnatçı Keçi sözü boşuna söylenmedi onlara.
İnsanoğlunun yüzyıllarca keçilere bu kadar hakaret ve zulüm etmesinin nedeni bu özgürlük istediği olabilir mi?
Malum, köleler özgür olmak isteyen kölelerden nefret ederler.
Neyse, güneşin batmasına az kaldı.
Ben birazdan fotoğraf makinamı alıp, Cahit Amcanın ve keçilerinin dağdan dönmesini bekleyeceğim.
Ve karşılarında diz çöküp, hepimiz adına özür dileyeceğim.

SANA BUGÜN BİR TEPEDEN BAKTIM GÜZEL MESUDİYE



"Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul" demişti Yahya Kemal Beyatlı.
Ben de bugün bir tepeden baktım güzelim Mesudiye'ye.
Malum hava bahardan kalma.
Önümüz kış.
Bu fırsat kaçmaz diye, kaptım fotoğraf makinası, vurdum kendimi dağlara.
Zirveler iyidir, huzur verir insana.
Bilge diyor ya.
"Doğa bize aldırmadığından, doğanın ortasında kendimizi öyle huzurlu hissederiz ki."
Öyle bir huzur işte.
İsmi şimdi aklıma gelmiyor, bir dönem Knidos'ta yaşamış önemli bir filozof, canı sıkıldığında kendisini doğaya atarmış. Yabancı bir kaynakta okumuştum, "doğa insan yaşamının ilacıdır" diye bir sözü var hatta.
Kim bilir belki de 2000 yıl önce benim yürüdüğüm bu topraklarda dolaşırdı.
Coğrafya biliminin atası, antik çağ tarihçisi Strabon, "yarımadaların en güzeli" demişti bu topraklara.
Hiç de haksız değil, değil mi?
Buralarda kurak geçiyor havalar.
Yağmura hasret kaldı doğa.
Zeytinler henüz yağlanmadı, çoğu hastalıklı.
Ahlat olgunlaşmış, tek tek yerlere dökülüyor.
Keçiboynuzu ağaçları artık kel.
Yabani portakallar ise henüz şekerlenmedi.
Börtü böcek de bir damla suya hasret.
Su olmadığı için pek çiçek de yok etrafta.
Diken kelebekleri çalı çırpıyla flört ediyor.
Bir kaç Sarı Azamet çiftleşme yarışında.
Nedendir bilmiyorum, kara kertenkelelerinde bir telaş, bir panik var ki, sormayın.
Göçmen kuşlar da çoktan terketti buraları.
Terkederken, kuş gribi bıraktılar toprağa.
Köylü tavuğunu kurtarma derdinde.
Ne mutlu ki, alakargalar var, o cartlak ötüşleriyle sessizliği bozuyorlar.
Bir de karatavuklar.
İkisi de zeytine hastalar.
Biliyorsunuz, onlar olmazsa zeytin olmaz.
Zeytini giyip, çekirdeğini incelten ve dışkılarıyla toprağa atan onlardır.
O çekirdek inceldiği için filiz verir, yoksa toprakta çürür gider.
Bu arada bir müjdem var. Yanan alanlarda makiler filizlenmeye başlamış. Kapkara bir tablo içinde yemyeşil bir yaşam savaşı.
Yaşama tutunmak bu olsa gerek.


Mevsim ne kadar kurak olsa da, Mesudiye'de yukarıdan manzara bir harika.
Solumda Kızılbük, karşımda Hayıtbükü, sağımda da Ovabükü.
Üç pırlanta.
Bük, koy demek buralarda.
Aslında iç Anadolu'da kullanılan bir sözcük.
Göl ya da akarsu kıyılarında, oldukça geniş yer kaplayan, içine girilmesi zor, diken, saz ve çalı topluluğu.
Yöre halkının geniş bölümü yörük olduğu için koylara bük demişler.
Bu üç bük Mesudiye'nin can damarı.
Yazları iğne atsanız yere düşmez.
Şimdi sessiz, sakin, terkedilmiş gibi.
Ama ben bu halini daha çok seviyorum.
Hep makro böcek,çiçek çekecek değiliz ya, bugün de biraz manzara çekelim dedim, bastım deklanşöre.
Alın size manzara.


2 Kasım 2022 Çarşamba

İKİ YÜREK YARASI



Dikran ve Armen.
Kardeştiler.
Ordulu iki Ermeni vatandaşımızdı.
Altınordu ilçesinin bugün Zaferimilli, o dönem Ermeni mahallesi olarak bilinen semtinde doğmuşlardı.
Osmanlı döneminde 12 binin üzerinde Ermeni'nin yaşadığı Ordu'daki son Ermenilerdi.
İki kardeş özel bir liseyi burslu okuduktan sonra üniversiteyi kazanmışlardı.
Dikran İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde, kardeşi Armen ise İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde okumuştu.
Eğitim masraflarını mahallelerindeki komşuları imeceyle üstlenmişti.
Okullarını bitirdikten sonra da hemen geri döndüler.


Babaları Mıgırdiç usta bakırcıydı.
Çocukları diplomalarla dönünce onlara
Sırrı Paşa Caddesi’nde iki katlı bir dükkan satın aldı.
Alt katta Armen, İtimat Eczanesi’ni açtı. İtimat Eczanesi o dönem Ordu’da 5 eczaneden biriydi.
Üst kat ise Dikran'ın muayenehanesi oldu.
Doktor ve eczacı iki kardeş eğitim masraflarını karşılayanları hiç unutmadı.

Eşek sırtında köy köy dolaşıp çocukları ücretsiz muayene ettiler.
Ordu'da herkes onları tanıyor, başı sıkışan mutlaka onlara baş vuruyordu.
İkisi için geçerli tek kural vardı.
"Garibandan para alınmaz."
Hatta Dikran, tam 25 yıl Orduspor’un hekimliğini tek kuruş almadan yapmıştı.
İki kardeşin yılları hayata insanlara dokunarak geçti.


Yıllar geçti,yaşlandılar.
Dikran 90'a, Ardem 86'a gelmişti.
Üç gün öne Dikran hayata veda etti.
Son görev yapılacaktı ama Ordu'da tek bir hristiyan din adamı, tek bir kilise kalmamıştı.
Komşuları Dikran’ın cenazesini mahalle camisine götürdü.
Helallik alındı, cenaze namazı kılındı.
Sonra gömüldü.
Abisine son görevini yapan Ardem üzüntüden fenalaştı.
Bir gün sonra beyin kanamasından o da yaşama veda etti.
Bir gün önce Dikran için cenaze töreni düzenlenen mahalle camisinden bu kez de Armen son yolculuğuna uğurlandı.
İki kardeş şimdi Çakalçıkmaz Mezarlığı’nda yan yana yatıyor.


Agos'ta okudum bu haberi.
İki kardeş için dün İstanbul Feriköy Surp Vartanats Kilisesi’nde dini tören yapılmış.
Yüreğim burkuldu.
Sonra bir Ermeni vatandaşımızın sorularını gördüm.
Neden son Ermeniler?
Neden cenazeler camiden kalkıyor?
Neden Müslüman mezarlığına defnediliyor?

En iyisi Nazım Hikmet versin cevabı. 
“Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış
Affetmedi bu ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini
Fakat seviyor seni
Çünkü sen de affetmedin bu karayı sürenleri Türk halkının alnına”


OLEA PRİMA ARBORUM OMNİUM EST*



"Ağaçların konuştuğunu bilir miydiniz?
Evet, konuşurlar. Birbirleriyle konuşurlar, kulak verirseniz sizinle de konuşacaklardır.
Asıl sorun, sizin dinlememeniz, doğayı, ağaçları..
Biz ağaçlara zarar vermek istemeyiz. Ne zaman onları kesmemiz gerekse, önce onlara tütün ikram ederiz.
Odunu asla ziyan etmeyiz, lazım olduğu kadar keser, kestiğimizin hepsini kullanırız.
Eğer onların hislerini düşünmez ve kesmeden önce tütün ikram etmezsek, ormanın diğer bütün ağaçları gözyaşı dökecektir, bu da bizim kalbimizi yaralar."
*. *. *
Bu sözler Stoney Kızılderililerin şefi, Yürüyen Boğa diye de bilinen Tatanga Mani'ye ait.
Doğa ile iç içe yaşayan toplumların doğaya bakışının bir özeti bu.
Navahoların atasözüdür.
“İnsan doğadan uzaklaştıkça kalbi katılaşır.”
Karl Marks da aynı saptamayı yapar.
"İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır."
Sonra da ekler; kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser!
Bugün yaşadığımız tam da budur.
Türkiye aylardır zeytin ağaçlarını korumanın yollarını arıyor
Çünkü bir gece yarısı imzalanan bir yönetmelikle, zeytin ağaçlarının yaşamları büyük tehlike altına girdi.
Elektrik üretiminde kullanılan kömür sahası ve zeytin ağaçlarının aynı yere rastlaması durumunda, zeytinliklerin şirketler tarafından kesilebilmesinin önü açıldı.
Oysa enerji uğruna kesilecek olan yaşamımız, sağlığımız ve binlerce yıllık kültürümüz.


"Olea prima arborum omnium est" demişti Romalılar, yani "zeytin bütün ağaçların ilkidir."
bulunduğu yere bolluk, bereket, sağlık ve barış getirir.
Tarihin babası Heredot "sıvı altın" demişti zeytinyağına.
Tıbbın babası Hipokrat, şifa kaynağı olarak sözetmişti zeytinyağından. Çünkü sağaltıcı ve iyileştirici etkilerini keşfetmişti.
Gladyatörler, güreşçiler ve boksörler dövüşlerden sonra zeytinyağıyla yıkardı bedenlerini. Çünkü hem deriyi mikroplardan temizler, hem yaraları iyileştirirdi.
Atinalı şair ve devlet adamı Solon, zeytin ağaçlarını korumak için özel bir yasa çıkarmıştı; ağacı keseni asın diye.
Karanlık gecelerde insanlara ışık olmuştu asırlarca. Kandillerde zeytinyağı yakılırdı.
Dalı şeref, onur ve barıştı. Tanrılara, krallara, yarış kazanan sporculara o dallardan yapılan taçlar takılırdı.
Yaprağı bile insanlığa hizmet etti yüzyıllarca, yaprağından yapılan çay bağışıklık sistemini güçlendirirdi.
Bu nedenle antik çağdan bu yana Ege ve Akdeniz'deki tüm kültürler tarafından kutsal sayıldı.
Saygı gösterildi, onurlandırıldı.
Ama insanoğluna bu kadar hizmet etmesine rağmen, en büyük zararı uygar denilen insandan gördü.

Maalesef doğanın dilini unutanlar, bir karatavuk kuşunun dışkısı kadar olamadılar.
Karatavuk kuşları zeytin ağacının en iyi dostlarıdır.
Zeytin çekirdeğiyle beslenirler.
Ama asla nankör değillerdir.
Kendilerini doyuran zeytin ağacının çoğalmasını sağlarlar.
Karatavuk kursağında zeytinin etli kısımlarını sindirir, çekirdeğinin kabuğunu da güçlü asitiyle inceltir.
Daha sonra çekirdeği dışkısıyla dışarı atar.
Kabukları incelmiş çekirdek toprakta filizlenir ve böylece yeni bir zeytin ağacı yeşerir.
Karatavuklar olmasa zeytin ağaçları olmaz.
Zeytin ağaçları olmazsa karatavuklar olmaz.
İkisi arasında büyük bir birliktelik ve dayanışma vardır.
Çünkü yaşamları birbirlerine bağlıdır.
*. *. *
Karatavuk küçücük bir kuş.
Kuş beyni diye hor gördüğümüz o aklıyla doğanın dilini biliyor.
Ey insanoğlu, kapitalizmin dilini unutup ne zaman öğreneceksin bu gerçeği.
Doğayı yok ederek, sonunu hazırladığını ne zaman farkedeceksin?
Bakın bir şaman öğretisi ne diyor?
“Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz.
Nehirler kendi suyunu içemez.
Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez.
Güneş kendisi için ısıtmaz.
Ay kendisi için parlamaz.
Çiçekler kendileri için kokmaz.
Toprak kendisi için doğurmaz.
Rüzgar kendisi için esmez.
Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz.”
Doğanın anayasası budur.
Her şey birbiri için yaşar.
Ne yazık ki, bu anayasayı çiğneyen sadece insanoğludur.

ÖRGÜ MASALI



Atena, Yunan mitolojisinde zeka ve sanat tanrıçasıydı.
Özellikle kadınların yaptıkları ince nakışların, oyaların, kanaviçelerin, işlemelerin koruyucusu idi.
Hera'nın gelinliğini bile kendi elleri ile dikmişti.
Yunanlı kadınlar Atena'yı çalışırken seyrederek sanatçı olurdu.
El örgüsü ve dokumada kimse onunla yarışamazdı.
Bir kişi hariç.
Lidyalı bir güzel kız; Arakne.
Bir ölümlü.
Arakne İzmir'in Kolophon kentinde yaşardı.
Çok sanatkardı. Özellikle gergef (işlemelerin yapıldığı alet) işlemekte, oya yapmakta çok başarılıydı.
Nymphalar(su perileri) bile onu izlemeye doyamazdı.
Bir gün Nymphalar Arakne’ye sordu.
"Bu kadar güzel işlemeyi sana Atena mı öğretti?"
Arakne kibirliydi. "Atena da kim? Ben bu işte tanrıça da olsa geride bırakırım." diye cevap verdi.
Bunu öğrenen Athena çok kızdı. Arakne'yi tanrılarla yarışmama konusunda uyarmalıydı.
Yaşlı bir kadın kılığına girerek, soluğu Kolophon'da aldı.
Geçti Arakhne'nin karşısına "haydi yarışalım" dedi.
Başladılar nakış işlemeye.
Yaşlı kadın kılığındaki Atena, Atina kentine kendi adını verdiren Poseidon'u yendiği savaştan muhteşem bir sahne dokudu.
Bu sahne adeta tanrıların insanlara neler yapabileceğine dair bir gözdağıydı.
Arakne ise Baş Tanrı Zeus'un Leda, Europa, Danae ve Hera'yı aldatan sahnelerini dokudu.
Bu dokuma tanrıların da zaafları olduğunu vurguluyordu.
Aynı zamanda tanrılara bir meydan okumaydı.
Atena çok kızdı ve Arakne'yi orada örümceğe çevirdi.
Yunan mitolojisinde örümceğin yaratılışı böyle anlatılır.
Tıbbın babası Hipokrat’ın tarihe geçen bir sözü var.
“Vita brevis, ars longa.”
Hayat kısa, Sanat uzun(ölümsüz)
İnsan Arakne'nin hayatı kısa sürdü ve öldürüldü.
Ama Örümcek Arakne'nin o muhteşem örme sanatı yüzyıllardır yaşıyor, ölmüyor.
Bugün kendisini tanrı yerine koyup, sanatla, sanatçılarla uğraşanlara ders ola.

ZAVALLI TİTHONUS, NE ÇOK İSTEMİŞTİ ÖLMEYİ



İzmirli Homeros "Gül Parmaklı" diye söz ediyordu Şafak tanrıçası Eos'tan.
Eos, Akdenizli Güneş tanrısı Helios ile Bafalı Ay tanrıçası Selene'nin kardeşiydi.
Aliağalı ozan Hesiodos şöyle söz ederdi ondan.
"Şafak tanrıçası Eos, her gece alacakaranlık tanrısı Astraio'la birleşip coşku yürekli rüzgârları estirirdi.
Bunlar gökleri arıtan Zephyros(batı rüzgarı, meltem), azgın esişti Boreas(kuzey rüzgarı, poyraz) ve Notos‘tu(doğu rüzgarı, lodos).
Rüzgarlardan sonra Şafak tanrıça günün müjdecisi Şafak yıldızını ve göklerin çelenk çelenk yıldızları doğururdu."
Eos her şafak vakti atlı arabasıyla gökyüzünü dolaşıp, parmaklarıyla karanlık ile aydınlığı bir perde gibi ayırır, günü aydınlatırdı.
Zaten adını gül rengi şafaktan almıştı.
Akıllı, iyi kalpli olmasına rağmen, çok yaramaz, kıskanç, şıp sevdiydi.
Önüne gelene aşık oluyor, aşklarını ergence kıskanıyor, onları uzak ülkelerde saraylara kapatıyor, ergen davranışlarıyla, kaprisleriyle bıktırıyordu.
Bir gün Truva Prensi Tithonus'a aşık oldu.
Onu herkesten çok sevdi.
Ama Tithonus ölümlüydü.
Aşklarının sürmesi için ölmemeliydi.
Gitti Olimpos'a, Tithonus'u ölümsüz yapması için baş tanrı Zeus'a yalvardı.
Zeus, kurnaz ve kıskançtı.
Ve Eos'ta gözü vardı.
Şeytanca bir plan yaparak, "tek isteğin bu mu" diye sordu.
Eos o heyecanla hayatının yanlışını yaptı ve "evet" yanıtı verdi.
Bu telafi edilemez bir hataydı.
Çünkü sevdiğine sonsuz gençlik istemeyi unutmuştu.
Aylar, yıllar, asırlar geçti.
Zavallı Tithonus yaşlandıkça yaşlanıyordu.
Derisi buruşuyor, kasları zayıflıyor, eli ayağı tutmuyordu.
Truva'nın o atletik, yakışıklı prensi artık boş bir çuval gibiydi.
Bunak bir ihtiyardı.
Eos'a "beni tekrar ölümlü yap" diye yalvardı ama
Tanrıça Eos ne yapsa, ne etse aşkının yaşlanmasını durduramadı.
Tithonus'un bu çirkin, bitik halini kimsenin görmemesi için onu sarayında özel bir odaya kapattı.
Ama bu da çare değildi.
Sonunda çok sevdiği aşkından kendisi de tiksindi.
Bir şey yapmalıydı.
Öldürmeye kıyamadı, en büyük aşkı Tithonus'u bir çekirgeye dönüştürdü.
Çünkü mitolojide çekirge ölümsüzdü.
Sağlıklı yaşam uzmanları Tithonus yanlışı diyor bu mitosta yaşananlara.
Tıp bilimi modern ilaçların güçsüzleşen ve bunayan bir yaşlı toplum yaratmamasının çarelerini arıyor.
Bu yüzden de "uzun ömür" değil, "sağlıklı yaşam" kavramını insanlığa aşılamaya çalışıyorlar.
Sağlıklı yaşam, ömrün sağlıklı kısmının uzaması anlamına geliyor.
Siz siz olun Tithonus yanlışına düşmeyin.
Sevdiklerinize uzun ömür değil, sağlıklı yaşam dileyin.
Sağlıcakla kalın.

SÜT DAMLALARI



Arşipel Mitolojisi'nin baş tanrısı çapkın Zeus, bir gece vakti canı sıkılınca Olimpos dağından deniz kıyısına indi.
Thebai kentindeydi.
Dolaşırken, Thebai kralı Amphitryon’un eşi Alkmene’ye
hayran kaldı.
Ne yapıp edip bu kadının gönlünü çelmeliydi.
Hatta ondan insanların yardımına koşacak bir kahraman
yaratmalıydı.
Kral Amphitryon’un seferi çıktığı bir gün amacına
ulaştı.
Alkmene’yle birlikte olmayı başardı.
İkilinin bir erkek çocuğu oldu.
Adı Herakles’ti.
Herkül.
Zeus çocuğu alıp tekrar Olimpos’a döndü.
Çocuğu gören eşi tanrıça Hera, olaya büyük tepki gösterdi
ve bu çocuğa bakmayacağını söyledi.
Zeus ise Herkül’ün tanrılaşmasını, yani ölümsüz olmasını istiyordu.
Bu nedenle mutlaka Hera’nın sütünü içmeliydi.
Bir gece yarısı Hera uyurken, Herakles’i onun
kucağına bıraktı.
Günlerce aç kalan çocuk Hera’nın memelerine öyle
yapıştı ki, süt ağzından taşıp yere döküldü.
Her süt damlası kumda bir çiceğe dönüştü.
Kum Zambağı dediler bu çiceğe.
Latince Pancratium maritimum.
Süt gibi beyaz, soğanlı bir nergis türüydü.
Masumluğun, dişiliğin, doğurganlığın, simgesiydi.
Öyküsü Mitolojide böyle yer aldı.
Kum Zambakları kumsallarımızda yetişen bir çicek.
Maalesef nesli tükenmek üzere.
En büyük düşmanı inşaatlar.
Ve insanların koparması.
Oysa o kadar narinler ki.
Datça’da da büyük tehlike altındalar.
Sayıları günden güne azalıyor.
Ağustos ayı çiceklenme dönemi.
Ekim’e kadar ürüyorlar
Ve bu çiçeği koparmanın cezası 109 bin lira.
Yanlış okumadınız, tam 109 bin lira.
Ayrıca yurtdışına çıkarılması yasak.
Buna rağmen koparılıyorlar.
Datçalılar.
Datça’ya gelen konuklar.
Kum Zambaklarımıza sahip çıkalım.
Bu güzelim çiceği yok etmeyelim.
Unutmayalım ki;
Çiceklerin açtığı yerde, umutlar da yeşerir.

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...