24 Aralık 2021 Cuma

BUGÜN 25 ARALIK, TANRILARIN DOĞUM GÜNÜ


Evrenin ve insanın yaratılışının bir bütün olarak anlatıldığı en eski yazılı metin
Sümerler'in 6 bin yıllık “Enuma Eliş" isimli destanıdır.

Enuma Eliş, "Bir zamanlar gökyüzünde" anlamına geliyor.

Destan güneş sistemimizin, gezegenlerin ve tanrıların oluşumunu kozmik bir dille anlatıyor.
Sümerler Tanrılarının gökten indiklerine inandı, onlara Anunnaki(gökten düşenler) dediler.
Belki de bu yüzden insanoğlu binlerce yıl gökyüzü ile yakından ilgilendi.  
Güneşin, ayın, gezegenlerin ve yıldızların  hareketlerini gözlemledi.
Özellikle güneşe ayrı bir anlam yüklendi.
Çünkü güneş ışıktı ve yaşamın ana kaynağıydı. 
Her sabah yeniden doğandı.
Güneş bir yıllık döngüsünde 21 Aralık tarihine kadar güneye hareket eder.
21 Aralık tarihi geldiğinde adeta durur ve kuzey yarım kürede en uzun geceye, güney yarım kürede ise en uzun gündüze neden olur.
Bu durgunluk 3 gün sürer ve 24 Aralık'a kadar devam eder.
25 Aralık'a gelindiğinde ise güneş bu kez kuzeye doğru hareket etmeye başlar.
Antik çağda bu döngü güneşin 3 günlük aradan sonra yeniden doğması demekti. 
Güneş doğuyor, yükseliyor ve gündüzler uzuyordu.
Gündüzlerin uzaması, ışığın karanlığı yenmesi ve bahar ile bereketin habercisiydi.
Işığın, baharın ve bereketin müjdesini ancak tanrılar verebilirdi.
Ve insanlık 25 Aralık'larda Tanrılar yaratmaya başladı.

Mısır'ın Güneş tanrısı Horos MÖ 3000'de 25 Aralık'ta doğmuştu. Bakire İsis'in çocuğuydu. Çarmıha gerildi, üç gün ölü kaldı,  sonra tekrar dirildi.

Persler'in ışık tanrısı Mithra MÖ 1400'de 25 Aralık'ta doğdu.Onun da annesi bir bakireydi. Ölümünden 3 gün sonra dirildi. Kutsal günü pazardı.

Antik Anadolu'nun tanrılarından Frigyalı Attis MÖ 1200'de 25 Aralık'ta doğdu. Bakire Nana’nın çocuğuydu.  Çarmıha gerildi, gömüldü ve 3 gün sonra yeniden dirildi.


Hindistan’ın tanrılarından Krishna M.Ö 900'de 25 Aralık'ta doğumunu müjdeleyen bir yıldızla birlikte dünyaya geldi. Annesi bakire Devaki'ydi. O da ölümünden sonra dirildi.

Ege ve Akdeniz halklarının tanrısı Dionysus M.Ö 500'de 25 Aralık’ta bir bakireden dünyaya geldi. Ölümünden sonra yeniden dirildi.

25 Aralık'ta doğanlar sadece bu tanrılar değildi. Hermes, Buddha, Zeus, Zerduş, Adonis, Herakles ve onlarcasının da 25 Aralık'ta doğduğuna inanıldı.

25 Aralık pagan toplumlardan sonra tek tanrılı dinlerde de kutsandı.
Hz. Adem’in tövbesi 25 Aralık'ta kabul edilmişti.
Hz. Musa 25 Aralık'ta denizi yararak firavun ve ordusunu sulara gömmüştü.
Hz. Nuh’un gemisi 25 Aralık'ta  Cudi dağında karaya oturmuştu.
Hz. Yunus balığın karnından 25 Aralık'ta kurtulmuştu.
Hz. Yusuf kardeşlerinin attığı kuyudan 25 Aralık'ta  çıkarılmıştı.
Hz. İsmail 25 Aralık'ta doğmuştu.
Hz. Yakub’un oğlu Hz. Yusuf’un hasretinden kapanan gözleri 25 Aralık'ta  görmeye başlamıştı.
Hz. Eyyüb hastalığından 25 Aralık'ta  şifaya kavuşmuştu.


Bugün 25 Aralık.
Noel.
Ya da Doğuş Bayramı, Kutsal Doğuş veya Milat Yortusu.
Hristiyan inancına göre Hz. İsa'nın doğum günü.
Hz.İsa da tüm pagan tanrıları gibi bir bakireden(Meryem) doğdu. 
Roma tarafından çarmıha gerildi.
3 gün ölü kaldı ama sonra yeniden dirildi.
Mutlu Noeller.


23 Kasım 2021 Salı

MEZAR TAŞINDAKİ ÖĞRETMEN



Tarih MS 120'ydi.
Aylardan kasımdı.
Marmara Bölgesi çok şiddetli bir depremle sarsıldı.
Özellikle Nikomedia(İzmit) büyük felaket yaşamıştı.
Okullar, evler, tapınaklar yerle bir olmuştu.
Yüzlerce ölü, çok daha fazla yaralı vardı.
Felaketin boyutları o kadar büyüktü ki, sağ kalanların yaşamlarını sürdürmesi imkansız gibiydi.
Roma İmparatoru Hadrianus bölgenin tekrar ayağa kalkması ve insanların ihtiyaçlarının karşılanması için para göndermese, belki de İzmit'te hayat sona erecekti.
Aradan yüzyıllar geçti.
Bölgedeki kazılarda bir stel(mezar taşı) bulundu.
Üzerinde bir kartal kabartması ve ayakta duran 3 insan figürü vardı.
Ortada bir yetişkin, ellerini yanında duran iki çocuğun omuzlarına koymuştu.
Bugün Louvre Müzesi’nde sergilenen stelde antik Yunanca şöyle yazıyordu.

"Diogenes oğlu Thrason bu taşı, oğulları olan 5 yaşındaki Deksiphanes ile 4 yaşındaki Thrason ve onları eğiten 25 yaşındaki Hermes için diktirdi. Hermes, depremin yıkıntıları arasında bile öğrencilerini bu şekilde kucaklamıştı."

Yazıttan anlaşılan şuydu.
Nikomedia'yı yerle bir eden deprem anında öğretmen Hermes, iki öğrencisi Deksiphanes ile Thrason'u korumak için onlara sarılmış ve birlikte yıkıntılar altında kalmışlardı.
Öğretmen depremden kaçmak yerine öğrencilerinin canını korumayı seçmişti.
Bu yüzden cesetleri birbirlerine sarılmış durumda bulunmuştu.
Öğrencilerin babası Diogenes oğlu Thrason, ölürken bile çocuklarına sahip çıkmaya çalışan öğretmen Hermes'in anısına bu mezar taşını diktirmişti. (*)

*. *. *

Bugün Öğretmenler Günü.
Öğrencileri için gerekirse canını feda eden tüm öğretmenlere saygıyla.

(*)-Hasan Malay makaleleri

19 Kasım 2021 Cuma

YATAĞAN'IN KÖPRÜSÜ, YÜREK YAKAR ÖYKÜSÜ



Eskiden Ahi Köyü idi adı.
44'te Halikarnas Balıkçısı'nın önerisiyle Yatağan oldu.
Arkasına dayanan yüce dağdan esinlenmişti balıkçı.
Sandalına da aynı ismi koymuştu; Yatağan.
Milas'ın bu güzel ilçesi binlerce yıllık bir kültür zenginliğine sahip.
Anadolu'nun köklü uygarlıklarından biri olan Karya'nın başkenti Stratonikeia orada.
Stratonikeia ölümsüz aşıkların kenti. Kentin kuruluş öyküsü turizm için bulunmaz bir nimet.
Antik çağın birçok ünlü gladyatörünün mezarı orada.
Stratonikeia'nın kutsal alanı Lagina orada.
Putperestliğin merkezi Hekate Tapınağı orada.
Bugün dünyada 300 milyondan fazla putperestin zaman zaman ziyaret ettiği bir yer Yatağan.
Milyonların sevgilisi İngilizler'in ünlü rock grubu Led Zeppelin'in efsane parçaları  "Stairway to HeavenHekate için yazdığı biliniyor.
Bitmedi.
Kanuni Sultan Süleyman'ın Rodos seferine çıkmadan önce namaz kıldığı Selçuklu camisi orada.
Türkiye'de arkeolojinin babası, ilk müzeci ve ünlü ressam Osman Hamdi Bey'in yaşadığı ev orada.
Muğla yöresinde türkülere konu olan tarihi konaklar da orada.
Bunlar gibi daha birçok tarihi ve kültürel zenginliği var Yatağan'ın.
Ayrıca termik santraller için çıkarılan kömürün binlerce kilometrelik doğayı cehenneme çevirmesine rağmen hala bir bereket sofrası Yatağan.
Zeytinin cenneti. 
Her türlü sebze ve meyve yetişiyor topraklarında.
Cevizi de var, bademi de.
Az da olsa arıcılık ve hayvancılık da sürüyor.
Antik çağda Knidos dahil  Ege ve Akdeniz adalarına giden mermerlerin ocakları da orada.
Böylesine çok renkli, çok kültürlü, çok bereketli bir ilçe Yatağan.

*. *. *

Günümüzde kurumlar, kuruluşlar, şirketler, oluşumlar, topluluklar önce logolarıyla kamuoyunun karşısına çıkarlar.
Çünkü logo yüzdür, logo duruş ve imajdır.
Bugün bir grafik şirketine Yatağan için bir logo yap deseniz, size yukarıda yazdıklarımdan yüzlerce seçenek sunabilir.
Peki, Yatağan Belediyesi'nin logosu ne biliyor musunuz?
Demir bir köprü.
Diyebilirsiniz ki; güzel bir logo, çünkü köprü halkları birleştiren bir yoldur.
Ama öyle değil.
Bu köprü 1919 yılında İtalyan ordusunun Yatağan'ı işgal ettiği zaman yaptığı köprü.
İşgalden kalma, savaş için yapılmış bir köprü.
İnsanın mantığı almıyor.
Bu kadar zengin bir geçmişe, kültür birikimine, bereket fışkıran topraklara sahip olan Yatağan'ın logosu İtalyan işgalinden kalma, savaş için yapılmış demir bir köprü olabilir mi?
Maalesef oluyor.
Yerli ve milli böyle olunuyor!


17 Ağustos 2021 Salı

SİYASİ EMELLER VE RANT UĞRUNA SELE KURBAN EDİLEN BİR BELDE


Bir zamanlar "Gevene" idi adı.

Sonra Pazaryeri yaptılar.

Kastamonu'nun Abana ilçesine bağlı güzel bir köydü.
Ezine Çayı'nın yatağının yamaçlarına kurulmuştu.
Evler kargirdi.
Adından da anlaşılacağı gibi büyük bir pazarı vardı.
Her hafta Perşembe günleri kurulan pazar bölgenin en bereketli, en hareketli alış veriş yeriydi.
Çevre köylerde yetiştirilen meyva ve sebzeler bu pazarda alıcı bulurdu.
Ayrıca her yıl Ağustos ayının son haftası 15 günlük bir panayır kurulurdu.
Bu panayır da çok ünlüydü.
Özellikle İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerden gelen tüccar sınıfı buradan çok büyük miktarlarda sebze, meyva siparişi verir, ticari anlaşmalar yapardı.
Hatta Mısır'dan gelip alış veriş yapanlar bile vardı.
Köyün hemen yanında bir Rum mezarlığı bulunuyordu.

Izmana, Aya, Zırma, Gerdiç, Narba, Hene, Mimir, Kilmes gibi yerleşimlerden gelen Rumlar bu mezarlıkta atalarına dua ederdi.
Cumhuriyet sonrası devlet tarafından adı Bozkurt olarak değiştirilse de, halk eski ismini kullanmayı, "Pazaryeri" demeyi tercih etmişti.
1950 yılına gelindiğinde köyün nüfusu bine yaklaşmıştı.
O yıl Türkiye'de seçimler vardı.
Pazaryeri halkı çok büyük bir oranda seçimi kazanan Demokrat Parti'ye oy vermişti.
Bağlı olduğu ilçe Abana ise tümüyle Cumhuriyet Halk Partisi'ne.
İşte bu siyasi farklılık yörede kutuplaşmalara neden oldu.
Kutuplaşmadan beslenenler için bundan büyük bir fırsat olmazdı.
1952 yılında Demokrat Parti iktidarı kendisine oy veren Pazaryeri'ni ilçe yaparak ödüllendirdi.
Kendisine oy vermeyen Abana'yı ise cezalandırdı. İlçe statüsünden çıkarıp, köye çevirdi.(1)
1953 yılında ismi tekrar Bozkurt olarak değiştirildi ve belediye kuruldu.
İşte o tarihten sonra Pazaryeri'nin kaderi değişti.
Yerleşim yamaçlardan nehir yatağına kaymaya başladı.
Kargir evler yerini betona bıraktı.
Bir zamanlar pazar yeri kurulan bölge artık koskoca bir şantiyeydi.
O eski Rum mezarlığı bile inşaatla doldu, o bölgeye çarşı kuruldu.
Cumhuriyet Halk Partisi belediye statüsünün Abana'dan alınıp, Bozkurt'a verilmesine itiraz etti.
Mecliste tartışmalar yaşandı.
CHP tarafından Anayasa Mahkemesi'ne götürülen iptal başvurusu reddedildi.
1960 ihtilalinden sonra Bozkurt'un ilçe statüsü korunurken, Abana da tekrar ilçe yapıldı.(2)
Böylece yöredeki kutuplaşma önlenmek istendi.
Oysa iki ilçe arasında sadece 3 kilometrelik bir uzaklık vardı.
Abana ve Bozkurt Türkiye'nin birbirine en yakın iki ilçesi oldu.
Peki sonra.

Sonrası malum.
Her yıl daha çok inşaat, artan nüfus,  dereyatağına verilen imar izinleri.
Plansız, altyapısız ve  denetimsiz büyüme.
Çevredeki ağaçların kesilip, derelere set çekilmesi.
HES'lerin her yeri sarması.
Biten tarım, kaybolan pazar kültürü, köylerin terkedilmesi.
Para, para, para.
Ve sonuç.
Büyük bir sel felaketi, onlarca ölü, onlarca kayıp, yıkılan evler, dağılan yuvalar, milyarca liralık zarar.

Önce Gevene'ydi adı, sonra Pazaryeri, şimdi Bozkurt.
Bir zamanların şirin bir köyüydü Karadeniz'in.
Siyasi emeller ve rant uğruna sele kurban edildi.
Yüzlerce köy gibi.
Ders alınır mı acaba?




1- https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d09/c026/b020/tbmm090260200404.pdf )

 2-( https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d02/c027/mm__02027073ss0634.pdf )

1 Ağustos 2021 Pazar

YANGIN YERİNDE MERMERE KAZINMIŞ BİR MEKTUP



Manavgat yanıyor.
Ege ve Akdeniz'in çok yerinde olduğu gibi Manavgat alevler arasında.
Köyler, mahalleler boşaltılıyor.
İnsanlar evsiz kalıyor.
Yüzlerce hayvan telef oldu.
Koyunları yangının ortasında kalan bir köylü ağlayarak, çevresine sesleniyor.
"Yardım edecek kimse yok mu?"
Maalesef yok çünkü herkes can derdinde.
Yedi vatandaşımız yanarak yaşama veda etti.
Çok sayıda yaralı var.
Ortalık cehennem gibi.
Manavgatlılar diğer yangın mağdurları gibi devletten yardım bekliyor.

*.   *.   *

MS 260'lı yıllardı.
Pers baskısı, kuraklık ve artan nüfus nedeniyle Manavgat'ta(Side) büyükbir kaos yaşanıyordu.
Açlık tehlikesi ile karşı karşıyaydılar.
Oysa tahıl üretiminde çok başarılıydılar.
Ancak yetiştirdikleri  bu tahılın büyük kısmını Roma Ordusu'na vergi olarak gönderiyorlardı.
O yıl da bu vergiyi öderlerse aç kalacaklardı.
Kenti yönetenler düşündüler, taşındılar ve son çare olarak dönemin Roma İmparatoru Publius Licinnius Gallienus'a bir mektup göndermeyi kararlaştırdılar.
Bu onlar için son umuttu.
Belki İmparator Gallienus vicdanının sesini dinler ve Manavgat'tı  vergiden muaf tutardı.
Mektup Roma'ya gitti.
Bir süre geçti, cevap yoktu.
Artık umutları tükenmek üzereydi.
Ama bir gün bölgenin Roma valisi, bir grup lejyonun korumasında at üstünde Side'ye  geldi.
Elinde bir mektup vardı.
Mektup İmparator Gallienus'tandı.
Halkı agoraya topladılar ve vali yüksek sesle mektubu okudu.

"15 yıldır halk vekilliği yetkisine sahip, 7 kere konsül olmuş, İmparator Publius Licinnius Gallienus kent yöneticilerini, meclisini ve halkını selamlıyor. Ülkenizin kendi kendine yeterli olduğuna kesinlikle inandığım için bu kötü durumun ortaya çıkışıyla ilgili ülke dışından bir yardıma ihtiyacınızın olabileceğini hiç düşünmedim. İhtiyacınızı karşılamaya yönelik bir çözüm buldum ve kentin kullanımı için gönderilen buğdayın vergi ödemelerinden muaf tutulmanızı emrettim."

Manavgatlılar büyük sevinç yaşadı.

Side kenti "Yüce Gallienus" sesleriyle yankılandı.
Artık aç kalmayacaklardı.
Artık çocuklarını doyurabileceklerdi.
Yetiştirdikleri tahıl kendilerine yeterdi.
Manavgatlılar imparatorun bu jestini yıllar boyu unutmadı.
Hayatlarını kurtaran bu mektubu bir mermere kazıyarak, kentin en iyi yerine diktiler.

*.   *.   *

Yıl 2021.
Manavgat ve çevresi yine zor durumda.
Milyonlarca insan devletten yardım bekliyor.
Yangın bölgesine giden devlet yöneticileri eğer Side Müzesi'ne uğrarlarsa,  İmparator Gallienus'un mermere kazınan o mektubunu okuyabilirler.
Olur a, o mektup belki örnek olur.
İnsanlar dağıtılan çayları afiyetle içer!

30 Temmuz 2021 Cuma

ALEVLER ARASINDA SÖMÜRÜNÜN İMDAT ÇANLARI




Onlar sanki esir kampındalar.
Günde 24 saat çalıştırılıyorlar
Haftada 6 gün.
Gece yok, gündüz yok, uyku yok, dinlenme yok.
Devlet fazla para harcamasın diye vardiya sistemi de yok.
Bu yüzden haftada 144, ayda 720 saat aralıksız çalışmak zorundalar.
Oysa yasalara göre haftalık çalışma süresi 45 saati aşamaz.
Ancak bu yasa onlara uygulanmıyor.
Yine yasalara göre haftada 45 saatin üzerindeki çalışmalara fazla mesai ödenir ve  fazla mesai günde 3 saati geçemez. 
Onlara bu yasa da uygulanmıyor.
Günde 24 saat çalışmalarına ragmen  günlük sadece 3 saat fazla mesai ücreti alabiliyorlar.
İşleri nedeniyle her an tetikte olmaları gerekiyor.
Bir ihbar geldiğinde 3 dakika içinde hazır olmak zorundalar.
Olamazlarsa cezalandırılıyorlar.
İhbarın hangi saatte geldiği önemli değil, geceyarısı saat 3,4,5 farketmiyor, 3 dakika içinde tam teçhizat hazır duruma gelmeleri gerekiyor.
Onlara günde bir öğün yemek parası ödeniyor.
Diğer öğünler ceplerinden.

Servis olmadığı için ulaşım giderleri de kendilerine ait.
Sadece kendi bölgelerinde değil, başka bölgelerden ihbar geldiğinde oralara da gitmek zorundalar.
Bir çok yerde konteynerlerde kalıyorlar.
Bu şartlardan şikayetçi olurlarsa sürgün ediliyorlar.
Üstelik onların çok büyük bölümü mevsimlik işçi.
Geçici yani.
Bir yılda sadece 5 ay 29 gün çalıştırılıyorlar, kalan aylarda işsizler.
Kim onlar biliyor musunuz?
Şu anda biz evlerimizde televizyon izlerken, Marmaris'te, Antalya'da, Manavgat'ta ve daha bir çok yerde çıkan orman yangınlarını söndürmeye çalışanlar.
Yangın Söndürme ekipleri.
Boğaz tokluğuna ateşle dans eden, cehennemi bu dünyada yaşayanlar.
Ülke genelinde sayıları 10 bine yakın.
Her yıl bir kısmı gidiyor, yerlerine yenileri geliyor.
2021 yılında Orman Genel Müdürlüğü'nün envanterine onlardan 2083'ünün adı yazıldı.
2080'i geçici mevsimlik işçi, sadece 3'ü kadrolu.
İş bulanlar büyük sevinç yaşadı, boğaz tokluğuna çalışmak için.
Onlar isimsiz yoksul kahramanlar.
Aldıkları maaş bir asgari ücret kadar.
Şu anda, şu saatlerde yangın yerlerinde sömürünün imdat çanları çalıyor.
Bu sesi duyan var mı?

SİRİUS'UN LANETİ VE ORMAN YANGINLARI


Gece gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz en parlak yıldızdır Sirius.
Türkler Akyıldız der, Araplar Şir'a.
Büyük Köpek Takımyıldızı'nda yer alır.
Hemen hemen tüm kültürlerde kutsanmıştır.
Bazı bölgelerde Tanrı kabul edilmiş, bazılarında cehennemin bekçisi olarak benimsenmiştir.
Binlerce yıldır Sirius kuzey yarım kürede Temmuz sonlarında doğar.
Bu günlerde.
Ve onun doğuşuyla birlikte aşırı sıcaklar ve yangınlar başlar.
Romalılar bu döneme Sirius'un Köpek Takımyıldızı'nda olması nedeniyle “köpekyıldızının günleri”  anlamını taşıyan  "Dies Caniculares” adını verdiler. Yüzlerce yıl bugünlerde sıcaktan ve yangından kurtulabilmek için binlerce kahverengi köpek kurban ettiler.
Ama  MS 64'te böyle bir Temmuz sıcağında Roma'nın o tarihi yangında kül olmasını önleyemediler.
Tıpkı Efesliler'in  M.Ö. 356 yılının 21 Temmuzunda, dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı'nın tamamen yanmasını önleyemedikleri gibi.

Sirius'un Temmuz ayında doğmasıyla başlayan bu aşırı sıcak dönem diğer Avrupa kültürlerini de etkiledi, İngilizler "Dogdays", Almanlar "Hundstage", İspanyollar "Dia de Perros", Amerikalılar ‘Dog Day Afternoon’ dediler. 
Araplar da "eyyâmu’l-kelb”
Köpek günleri, Sirius günleri yani.
Osmanlılar ise çok sıcak günler anlamına gelen  "Eyyam-ı Bahur"
Çin kültüründe Sirius sevilmez, cehennemi hatırlatır. Antik Çinlilerin köpekleri katlettikleri festival yine Sirius  ile ilişkilidir.

*.   *.   *

İçinde bulunduğumuz ay "Temmuz"un ismi Dumuzi'den gelir.
Dumuzi Sümerler'in Çoban Tanrısı'dır.
Sümer mitolojisine göre BereketTanrıçası İnnana ile yaşadığı aşk gerekçesiyle diğer

tanrılar tarafından cezalandırılmış, yeraltına cehenneme gönderilmiştir.
Her yıl bu dönem yeryüzüne çıkar ve beraberinde cehennem sıcağını ve ateşini yanında getirir.
Dumuzi ismi Mezopotamya ve ortadoğu kültürlerinde zamanla Dumuzid, Tammuz, Tamuz ve Temmuz olarak dile getirilmiştir.

*.  *.   *

Temmuz'un son günlerindeyiz
Sirius gökyüzünde doğdu.
Dumuzi yeraltından çıktı.
Binlerce yıllık döngü devam ediyor.
Aşırı sıcaklar ve yangınlar dünyayı sarmış durumda.
Sadece Türkiye'de değil çok yerde yangın  var.
Bizler elbette eski kültürler gibi batıl inançlara sarılamayız.
Sırf iktidara muhalefet etmek amacıyla saçma sapan suçlamalara, akıl almaz komplo teorilerine, hayali düşmanlara sığınamayız.
Sorgulayıp, dayanışmak zorundayız.
Bence sormamız gereken şu.
Binlerce yıl bu günlerin yangın günleri olduğu bilinmesine rağmen devleti yönetenler ne tedbirler aldılar?
Bugüne kadar doğanın sermaye tarafından katledilmesine göz yuman iktidar kanadı, almadığı tebdirleri örtbas etmek için neden iklim krizine sığınıyor?
Neden devletlünun uçak filosu varken, yangın söndürme uçaklarımız bu kadar az?
Neden Devlet ormanlarının herhangi bir suretle yanmasından veya açıklıklarından faydalanılarak işgal, açma veya herhangi şekilde olursa olsun, buralarda yapılacak her türlü  tesisler"i yapanların cezası Seri Yargılama Usulünü kabul ettikleri sürece yarısına düşüyor?

Neden  ormanı yakarken yakalanmayanın, yakılmış ormanda istediği tesisi inşa edenin cezası yarıya düşürülüyor?
Ve toplum olarak kendimize sormamız gereken en önemli soru.
Neden Şahin Akdemir gibi gönüllü olarak söndürme ekiplerine yardıma koşan bir kaç  kişi can verirken, yüzlerce insan plajlarda şezlonglara uzanmış yangını seyrediyor?
Gerçekten neden?


26 Temmuz 2021 Pazartesi

2000 YILLIK BİR MEKTUP GETİRDİ POSTACI



Sabah postacı kapımı iki kere çaldı.
Açtım.
Bir topar mektup getirmiş.
Tam 67 tane.
İnternet ve akıllı telefon çıkalı mektubu unutmuştuk.
Bir hoşuma gitti ki, sormayın.
Şöyle bir göz attım.
Mektuplar 2000 yıl önce yazılmış.
Latince üstelik.
Espri yapmıyorum.
2000 yıllık mektup bunlar.
Yazan Gaius Plinius Caecilius Secundus.
Genç Plinius diye tanınıyor.
Mektuplardan özellikle biri çok etkiledi beni.
Bu topraklarla ilgili.
Ve bugüne ders olacak nitelikte.
Özellikle "Kanal İstanbul" diye tutturanlar için ibretlik. 

*  *  * 

Önce mektupları yazan Gaius Plinius Caecilius Secundus'u tanıyalım.
MS 61 ve 113 yılları arasında yaşayan Romalı bir devlet adamıydı.
Hukuk, maliye ve bayındırlık eğitimi almıştı.


Entelektüel bir kişilikti ve Roma senatosunda saygındı.
Ayrıca iyi bir edebiyatçıydı.
MS 111 yılında İmparator Traianus  tarafından Küçük Asya’da Bithynia Eyaleti’ne(İznik, Bursa, İzmit, İstanbul ) vali(proconsul) olarak atanmıştı.
Plinius, bölgedeki mali usulsüzlükleri, yargı düzensizliklerini, ekonomik gelişmeleri, toplumsal isyanları denetliyor, Imparator Traianus'a mektup yazarak bilgi veriyordu.
Görev yaptığı iki yılda Roma'ya 247 mektup gönderdi.
İmparator bu mektupların çoğunu cevapladı.
Her mektup tarihi bir belgeydi ve döneme ışık tutuyordu. 

*  *  * 

Gelelim beni etkileyen mektuba
MS 111'de bölgedeki tüccarlar, iş adamları sattıkları ürünlerin nakliye giderlerinin azaltılması için Sapanca Gölü ile Marmara Denizi arasında bir kanal açılmasını gündeme getirirler.

Bu konuda vali Plinius'a büyük baskı yaparlar.
Plinius tüccarları uzun uzun dinler, sonra eline kalem ile perşömen kağıdı alarak Imparator Traianus'a şu mektubu yazar.


"Saygıdeğer İmparatorum, 
Nicomedia(İzmit) topraklarının sınırında, 
çok büyük bir göl bulunuyor. Bunun üzerinde, mermerler, tarım ürünleri, kerestelik odunlar ve ticari mallar gemilerle, az bir masraf ve çabayla yola kadar taşınıp buradan yük arabalarıyla büyük bir zahmet ve daha büyük bir çabayla denize naklediliyor. Bu bölge ticaretini olumsuz etkiliyor. Bu yüzden bu gölü denizle birleştirmek istiyorlar. Bu iş için bir sürü insana ihtiyaç var; ancak bunlar sırasıyla halledilebilir. Çünkü hem kırsal bölgelerde, hem de özellikle kentte büyük bir nüfus yoğunluğu var ve herkesin herkese yararlı olacak bir işle seve seve ilgileneceğine de hiç şüphe yok."


İmparator Traianus’un cevabı gecikmez.
O da şöyle der.

“Değerli vali Secundus,
Sözünü ettiğin göl, onu denizle birleştirmeyi istemem konusunda beni harekete geçirebilir. Ancak gölün, denize boşaldığı takdirde tamamen tükenmemesi için, ne kadar ve nereden su aldığını tam anlamıyla dikkatlice araştırmak gerekir. Calpurnius Macer’den(Roma'da doğa bilimcisi bir senatör) bir kontrol memuru isteyebilirsin, ben de buradan sana bu tür işlerde usta olan birini göndereceğim”. 


*  * * 

Düşünebiliyor musunuz?
Bundan 2000 yıl önce ülkeyi yöneten bir imparator doğayı düşünüp, bilimi rehber ediniyor.
Dönemin zenginlerinin ısrarlarına, Plinius'un çabalarına,
İmparator Traianus
'un heyecanına rağmen Sapanca Kanalı'nın neden yapılmadığı bilinmiyor.

Bu konuda tarihi bir kaynak yok.
Ancak dönemin bilim insanlarının olumsuz görüş vermiş olma ihtimali yüksek.
Bilimi hiçe sayan, bilim insanlarına değer vermeyen, rant için doğayı parselleyen günümüz yöneticilerine belki örnek olur diyeceğim ama hiç sanmam.

Varsa yoksa para.

Yaşasın Kapitalizm!





Kaynaklar: 
1- Genç Plinius'un Mektupları (Doğu Batı Yayınları)
2- Traianus dönetimde Bithynia Eyaleti Yönetimi(Sosyal Beşeri Bilimler Araştırma Dergisi)

24 Temmuz 2021 Cumartesi

ÇİCEK DALDA, ARI BALDADIR ARTIK



Bahçede bir Salvia Microphylla bitkisi var.
Ülkemizde yavru adaçayı diye tanınıyor.
Ya da Graham'ın adaçayı veya frenk üzümü adaçayı.
Meksika kökenli.
Iki yıl önce bitkiler konusunda adeta uzmanlaşmış, çok değer verdiğim bir abimin hediyesi.
Geçen sene kaybettik maalesef.
Anısı olduğu için gözüm gibi bakıyorum.
Iki yılda çok boy attı, koyu kırmızı çicekleri patladıkça patladı.
Bugünlerde tozlanma dönemi herhalde.
Çünkü etrafa muhteşem bir koku salıyor.
Bildiğimiz adaçayından daha keskin, daha baharatlı.
Doğal olarak da arıları cezbediyor.
Özellikle Avustralya yerel arılarını.
Sırtı mavi şeritli arıları.
Bitkinin üstü adeta arı kaynıyor.
Makro meraklısı bir fotoğrafsever olarak benim için bulunmaz nimet.
Doğal stüdyo.
Kaptım makinayı,ikisine odaklandım bugün.
Iki çılgın mavi şeritli arıya.
Çok haylazdılar.
Fena yaramaz.
Biri hangi çiceğe konsa, diğeri hemen onu rahatsız etti.
Kamikaze gibi üstüne fırlayıp, çiceğin özünü emmesine izin vermedi.
Oyun mu yaptılar, şakalaştılar mı, savaştılar mı anlamadım.
Saatlerce sürdü bu kapışma.
Ama sonunda yoruldular.
Bu arılar yoğun kanat çırptıkları için zaman zaman dinlenme ihtiyacı duyarlar.
Yavru adaçayının henüz yomurcukta olan bir çiceğine kondular.
Bakıştılar, koklaştılar.
Az önce birbirlerini kovalayan, birliklerine rahat vermeyenler sanki bu haylazlar değildi.
Hiç bir şey olmamış gibi dişlerini çiceğin sapına geçirip, dakikalarca soluklandılar.
Alt alta, üst üste.
Kardeşçe.


*  *  *


Suskunluk yıllarının gür sesli şairi Adnan Yücel'in 19'ncu ölüm yıldönümü bugün.
Onun mısralarıyla noktalayalım yazıyı.
"Çiçek dalda – arı baldadır artık
İnanç kolda – yolcu yoldadır
Mekikler dokunur kentler arası
Kitaplar – dergiler dolaşır elden ele
Bilgiler – sevgiler dolaşır
Şiirler aşk açar dilden dile
Silinsin diye tek
Alınlarında duran dilsizlik karası
Bitsin diye kendi yurtlarında
Kaç bin yılın yurtsuzluk belası."

23 Temmuz 2021 Cuma

UYKUSUZLUK GÖĞÜNDE BİR DOLUNAY

Bu gece dolunay gecesi.
Ay tüm güzelliğiyle üstümüzde.
Güzel uydumuz binlerce yıl ne çok kültürü etkiledi.
Evreleri, parlaklığı, değişen rengi, konumu, yakınlığı onu Tanrıça yaptı.
Çünkü doğurgandı.
Yeni aydan dolunaya geçerken, sanki ana rahminde bir cenini simgeliyordu.
Ege kıyılarında Selene dediler adına.
Ay tanrıçası Selene.
En sevdiği yer Bafa Gölü'ydü.
Onun döneminde o göl Ege denizine açılan bir körfezdi.
Antik Herakleia kenti bu körfezde kurulmuş ve Karialılar Ay Tanrısı Selene'yi kutsamıştı.
Selene her gece Latmos dağlarından(Beşparmak) körfezi aydınlatırken, çoban Endymion'a gönlünü kaptırmış  ve bu aşk dillere pelesenk olmuştu.
Körfez yüzlerce yıl  Menderes nehrinin selleri ve o sellerin getirdiği topraklarla denizden koptu.
Ve bugünkü Bafa Gölü oluştu.
Ama Herakleia kenti hala ayakta. 
*  *  *
Dolunayın izlerken günün son haberlerine takıldı gözüm.
Rize ve Artvin'de sel felaketi yaşanıyor.
Fındıklı ilçesinde dereler taştı, yollar kapandı.
Ev ve iş yerlerini su bastı.
İlçe merkezlerinde cadde ve sokaklar göle döndü.
Iki köy boşaltıldı.
Bir çok köy yolu ulaşıma kapatıldı.
Yıkılan evler, suya kapılan otomobiller.
430 ev ve işyeri balçık altında.
Hasar çok büyük.
Bir kişi kayıp.

Cumhurbaşkanı selzedelere çay dağıttı.
Sel manzarasında afiyetle içsinler diye. 
Sonra da öğüt verdi.
Dikey değil yatay binalar yapın.
Televizyon muhabiri bir vatandaşa uzattı mikrofonu.
"Takdir-i ilahi" dedi vatandaş, "Allah'ın takdiri.

*  * *

Moralim bozuldu.
Tacitus'u dinledim yine.
"Yeryüzündeki çirkinlikler moralinizi bozarsa, gözünüzü gökyüzüne çevirin."
Dolunaya bakıyorum.
Ay Tanrıçası Selene'ye.
Bundan 2000 yıl önce Rize'nin 1300 kilometre güney batısında, Büyük Menderes Nehri'nin kuzeyinde bir kent kuruldu.
Nysa.
Aydın Sultanhisar'da.
Ortasından çılgın bir nehir geçiyordu.
Zaman zaman azğınlaşan bir nehir.
Dönemin şehir planlamacıları, mimarları kenti nehrin iki yamacına iki ayrı yerleşim gibi kurmuştu.
Üç köprüyle birbirine bağlamıştı.
Nehrin debisi ne kadar artarsa artsın, kent sellerden etkilenmiyordu.
Nysa Karia'nın en önemli eğitim merkeziydi.
Oranın insanları Ay Tanrıçası Selene'ye tapıyor, şarap tanrısı Dionysos’u hemşerileri sayıyordu.

Ama bilime, sanata, kültüre büyük önem veriyorlardı.
Coğrafyanın atası Amasyalı Strabon orada eğitim görmüştü.
Iki katlı kütüphaneleri dönemin en önemli bilgi merkezlerinden biriydi.
Binlerce kitap okurla buluşuyordu.
Gymnasium önemli bir eğitim kurumuydu.
10 bin kişilik tiyatrosu vardı.
O tiyatroda tragedia ve drama oynanıyordu.
Bağbozumlarında danslar sergileniyordu.
Nysa Apollonios, Aristodemos ve Sostrados gibi önemli filozofların da vatanıydı.
2000 yıl boyunca nice seller taşkınlar gördü ama yıkılmadı.
Bugün hala ayakta. 

*  *  *

Romalı Şair Luvenalis'in şöyle bir sözü var.
"Doğa ile bilgelik hiç bir zaman çatışmaz."
Bilgisizlik ise doğaya yenik düşer. 
Gecenin kör saati geldi yine.
Uyku saati.
Televizyonlarda son haberleri izliyorum.
Rize ve Artvin sel felaketiyle yaralı.
Cumhurbaşkanı çay dağıttı vatandaşlara.
Afiyetle için diye.
Sonra nasihat verdi.
Evleri dikey değil yatay yapın.
Selde zarar gören bir vatandaşa uzattılar mikrofonu. "Takdir-i ilahi" dedi. "Allah'ın takdiri." 
Iyi uykular.
(Kapak fotoğrafı alıntıdır)

19 Temmuz 2021 Pazartesi

..VE KASAP GÖKYÜZÜNE KALDIRDI KESKİN BIÇAĞINI

Sümerlerde bir kurban töreni


Yine geceyi yarıladık.
Etraf zifiri karanlık.
Ege ve Akdeniz'in birleştiği bir coğrafyadayım.
Manzaram iki kadim deniz.
Sağım Ege, solum Akdeniz.
Binlerce yıl kimbilir neler yaşandı bu sularda, bu kıyılarda.
Kimilerine göre uygarlığın doğduğu yerlerdi buralar.
Halikarnas Balıkçısı'na göre, "altı yedi bin yıl önce kayığı ilk yüzdüren dalgalar ve dalgalara ilk binen kayıklar hep buralıydılar."
Burada yaşayanlar iki denizin çocuğuydular
Ege Denizi'ne Arşipel, Akdeniz'e Mare Nostrum dediler.
İşte ben de tam buradayım.
Bu gece anason yok, kafeinden cin gibiyim.
Hiç yazma niyetim yoktu bu saatte ama..
Yarın yaşanacakları düşünüp, Ege ve Akdeniz'in sularına baktıkça zaman tünelinde yolculuğa çıktım adeta.

MÖ 500'nci yüzyıldı.
Helen komutan Agamemnon dev gibi bir filoyla Troya'ya  saldıracaktı.
Gemilerini Pire limanına demirledi, rüzgarın çıkmasını bekliyordu.
Günler, haftalar geçti ama havada yaprak kıpırdamadı.
Rüzgar olmadan yelkenler şişmez, gemiler Troya'ya gidemezdi.
Agamemnon baş tanrı Zeus'a rüzgar çıkarması için yalvardı.
Zeus,"sus" dedi "sen bir günahkarsın, önce gühanını affettir, sonra benden bir şey iste." 
Agamennon şaşkın şaşkın sordu, "Yüce Zeus günahım ne?"
Zeus hiddetlendi,"sen" dedi, "Geçenlerde avlanırken, Artemis'in en sevdiği geyiği vurdun. Bunun bir bedeli olacak. Olimpos'ta tüm tanrılar toplandık ve karar aldık. Kızın İphegenia'yı bizlere kurban edeceksin."


Troya'ya saldırmak için can atan, hırs ve şöhret budalası Agamemnon, biraz düşündü, sonra "tamam" dedi, "kızımı kurban edeceğim."
Hazırlıklar yapıldı, bıçak bilendi.

Güzeller güzeli İphegenia tam kurban edilecek, Artemis yanında bir geyikle çıkıp gelmez mi?
"Seni  affettim Agamemnon, İphegenia'yı bağışladım sana" dedi , "al bu geyiği kurban et bana."
Sonra rüzgarlar çıktı, Agamemnon Troya'yı ele geçirip muzaffer bir komutan oldu.
Ama dönüştü eşi Clytemnestra ve eşinin sevgilisi Aegisthus'un bıçak darbeleriyle öldü. Çünkü Clytemnestra, tanrılara kızları İphegenia'yı kurban edecek kadar vicdansız olan Agamemnon'u affetmemişti.
Olimpos tanrıları Agamemnon'u kurtaramamıştı.
İzmirli Homeros Odysseia destanında böyle anlatıyor olayı.
Acaba Agamemnon'un sonu ondan sonrakilere ders oldu mu?

*. *. *

Bu gece ay yarım halinde.
Ama çok parlak.
"Hani gece sustu, ay parladı" denir ya.
İşte öyle.
Yine Ege ile Akdeniz'in birleştiği sulara bakıyorum.
Tam karşımda Tilos adası var.
Binlerce yıl önce minik fillerin vatanıydı Tilos.
Koyun kadar fillerin yurdu.
Güney tarafında Rodos'un uzantıları görünüyor.
Hemen onun arkasında Girit Adası.
Yunanca Kriti.
Bundan 3500 yıl önce Girit'te çok önemli bir uygarlık vardı.
Minos Uygarlığı.
Kültürde, sanatta, ticarette komşularına göre çok ilerideydiler.
Mimarileri hayranlık uyandırıyordu.
Yıkılmaz denilen saraylar, tapınaklar inşa ediyorlardı.
Ama MÖ 1900'lerde depremlerle sarsılmaya başladılar.
Akdeniz ve Ege adeta salıncak olmuş, depremler durmuyordu.
Girit'in kuzey batısında, tam da Datça'ya bakan Knossos kentinin tepelerinde bir kurban töreni vardı.
Zenginler ve rahipler depremlerden kurtulmak için tanrıların kan istediğini söylemişti.
Halk toplanmıştı.
Ege'nin imbatlarıyla serinlenen bir yaz günü Knossos tepelerine uzun bir masa kondu.
Rahipler, çok iri bir boğayı masanın üzerine yüzüstü bağladılar.
Kalın halatlar hayvanın kıpırdamasına imkan vermiyordu.
Sadece başını oynatıyor ve korkulu gözlerle ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Onun bağlı olduğu masanın altında kentin zenginlerinin armağan ettiği keçi, koyun, koç gibi başka hayvanlar sıralarını bekliyordu.



O an bir flüt çalmaya başladı.
Flüte yedi telli bir Lyra eşlik etti.
Mistik ezgiler Ege ve Akdeniz'in ılık rüzgarlarına karışırken, genç bir kız boğanın başına bir kase öğütülmüş tahıl döktü.
Sonra bir rahip elindeki  keskin bıçakla gökyüzünü göstererek "sana adıyoruz Zeus" diye haykırdı ve boğanın boğazını bir hamlede kesti.
Masa o anda kan gölüne döndü.
Boğanın yaşadığı dehşet ve acı gözlerine yansımıştı.
Boğazından fışkıran kan masanın üzerindeki oluklardan yanlarda duran toprak kaplara akıyordu
Boğa acı çeke çeke son nefesini verince, bir rahibe içi kanla dolu iki kabı kulplarından bir sırığa dizerek omuzlarında taşımaya başladı.
O tapınağa doğru yürürken, flüt ve yedi telli Lyra'nın ezgileri yine tepelerde yankılanıyordu.
Boğanın kanı tapınağın önünde duran ve Tanrı Zeus'u simgeleyen iki çift taraflı baltanın(Labrys) arasına açılan bir çukura döküldü.
Ancak yarısı doldu çukurun.
Bu yetmezdi.
Tanrıların daha çok kana ihtiyacı vardı.
Sıra masanın altındaki diğer hayvanlara geldi.
Önce keçi, sonra koyun, sonra da koç ardı ardına boğazlandılar.
Her boğazmadan önce rahip elindeki keskin bıçağı gökyüzüne kaldırdı ve haykırdı.
"Sana adıyoruz Zeus!"
Sonunda çukur kanla dolmuştu.
Zeus nihayet kana doymuştu!
Ve rüşvet olarak aldığı kan karşılığında Girit'i depremden, fırtınadan, selden koruyacaktı.
Ama korumadı, koruyamadı.
Kısa bir süre sonra Girit Adası daha şiddetli depremlerle, tsunamilerle ve işgallerle yerle bir oldu.
Minos Uygarlığı yok oldu.
Kendi hayatları ve rahatları için onca günahsız hayvanın kanını dökenler, sonunda sarayların, tapınakların altında kalarak can verdiler.
Sözünü ettiğim bu kurban ritüeli yaşanmış bir olaydan betimlenmiş ve Knossos'ta kazılarda bulunan Hagia Triada Lahti'nin üzerine resmedilmişti.
Bu lahit bugün Girit'teki Heraklion Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmekte.



Tarih boyu ne çok kan döküldü değil mi?
Ne vahşetler yaşandı.
Nedense Tanrılar hiç kana doymadı.
Düşündükçe içi acıyor insanın.
O yüzden yeryüzünden gözümü gökyüzüne çevirdim.
Uzakta güney batı yönünde bir yıldıza takıldı gözüm.
Kimbilir kaç ışık yılı uzakta.
Bildiğim bir yıldız değil.
Çok küçük.
1800'lü yılların başlarında Paris'te böyle bir geceyarısı uzaktaki bir yıldıza baktı, Pierre Jean de Beranger.
Şairdi. 
Hem de iyi şair.
Ezilen bir aileden geldiği için sınıfını biliyor, otoriteye direniyordu.
Özellikle kiliseye karşısıydı.
Papazların yalan konuştuğunu ve halkı kandırdığını söylüyordu.
Yazdığı şiirlerle egemenlerin korkusu oldu.
Susturmak için nice ödüller verdiler, geri çevirdi.
İstemediği halde halkın oylarıyla milletvekili seçildi, özgür kalmak için hemen istifa etti.
Ölünce ismini unutturmak için çok uğraştılar ama o şiirlerini halkının gönlüne yazmıştı.
Unutturamadılar.
Pierre Jean de Beranger o gece uzaktaki yıldıza bakınca şu satırları döktü kağıda.

"Tanrı Baba, bir sabah uyanınca,
Biz insanları düşündü nasılsa,
Gitti pencereye: "Kim bilir, dedi;
Belki o gezegen yok oldu gitti.
Ama baktı, uzakta, çok uzakta,
Bir köşecikte fır dönüyor dünya.
Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı,
Alsın vallahi bir şey anlıyorsam
Bu dünyalıların tutumlarından.

Ey benim minnacık yaratıklarım,
Ak ve kara, donuk ve yanıklarım,
Dedi Tanrı, en babacan haliyle;
Sizi ben yönetiyormuşum sözde.
Oysa, görüyorsunuz, Allah'a şükür,
Benim de sürüyle bakanlarım var,
Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı,
Alsın vallahi, çocuklar, bu bakanları
İkişer üçer atmazsam kapı dışarı.

Boşuna mı kızlar verdim, şarap verdim size?
Güzel güzel yaşayasınız diye.
Nasıl olur da siz benim inadıma
Orduların Tanrısı dersiniz bana?
Ne yüzle adımı alıp dilinize
Top atarsınız birbirinize?
Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı;
Alsın vallahi, çocuklar, bir tek
Orduyu kumanda ettiysem bugüne dek.

Şu süslü püslü zibidilerin işi ne
Yaldızlı tahtlar üstünde?
Nedir o kasılmaları, böbürlenmeleri?
Beslediğimiz bu karınca beyleri
Sözden benden kutsal haklar almışlar
Benim inayetimle kral olmuşlar
Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı;
Alsın vallahi, benden geldiyse eğer
Sizleri böyle kötü yönetenler.

Hiç bana kızmayın artık, çocuklar;
Temiz yürekli olun, bana yeter.
Sevişin, güle oynaya yaşayın,
Sizi yakar makarım diye korkmayın
Kralına da, yobazına da basın kalayı...
Ama keselim, Allahaısmarladık
Curnalcılar duyarsa yandık
Şeytan canımı alsın, dedi Tanrı
Alsın vallahi, o yüzsüz herifleri
Sokarsam kapımdan içeri." (*)

Artık uyku zamanı.
Haydi Allahaısmarladık.
Jurnalciler duyarsa yandık!
Tekrar iyi bayramlar.

(*) Pierre Jean de Beranger'in bu şiirinin Sabahattin Eyüboğlu Türkçe'ye çevirmiştir.

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...