SABIRSIZLIK VE TARLAKUŞU


Yıl 1914'tü.
Dünyanın yeniden parsellendiği günler.
Emperyallerin paylaşım savaşına girdiği günlerdi.
Umumi Harbiye'ydi.
1. Dünya Savaşı yani.
Çoluk çocuk herkesi toplayıp silah veriyorlardı ellerine.
Öldür diyorlardı.
Vatan için, bayrak için, din için öldür.
Yeter ki öldür.
İnsanlar birbirini öldürüyordu.
Osmanlı İmparatorluğu'nu da soktular bu savaşa.
Tüm ülkede seferberlik ilan edildi.
Askere alınanlardan biri de Kunduzlu Mehmet'ti.
Tokat'ın Artova ilçesine bağlı Kunduz Köyü'ndendi.
20 yaşındaydı Mehmet.
Evli, bir çocukluydu.
İkincisi ise eşinin karnında, yoldaydı.
Mehmet'i cepheden cepheye sürdüler.
Çanakkale savaşında öncü birliklerde görevlendirdiler.
Bir kaç kez yaralandı.
Ama azraile pabucu bırakmadı.
Beş yıl olmuştu askere gideli.
Beş yıl boyunca köyüne dönmemişti.
İki yaşında bıraktığı oğlu 8 yaşına gelmişti.
Giderken eşinin karnındaki ise 5 yaşına.
Onu hiç görmemişti.
Nasıldı acaba?
Kime benziyordu?
Teskereyi hayal ederken Mehmet'e yeni bir haber geldi.
Suriye'ye gidecekti.
Filistin cephesine.
Trene bindirdiler.
Bir vagona tıktılar.
Vagon silme asker doluydu.
Mehmet vagonun havalandırma penceresinden bakıp, hayaller kuruyordu.
Ertesi gün zabitlerden biri trenin geçeceği yerleri açıkladı.
Aralarında Tokat da vardı.
Üstelik gündüz vakti geçeceklerdi Tokat'tan.
Memleket toprağından.
Mehmet'in kalbi duracak gibi olmuştu.
5 yıl sonra memleketinin havasını soluyacaktı.
İki gün uyku basmadı.
Gözünü camdan saniye ayırmadı.
Nihayet tren Tokat topraklarındaydı.
Dışarıya hayranlıkla bakıyordu.
Havayı derin derin soluyordu.
Bir süre sonra gördüğüne inanamadı.
Tren köylerinin hemen yanından geçiyordu.
Kunduz'dan.
Akrabalarının, arkadaşlarının evlerini bile görüyordu.
Dikkatlice baktı.
"Evet evet o" dedi.
İlerideki kendi evinin çatısıydı.
Eşi ve çocukları işte o evdeydi.
200 metre ötede.
Bir an düşündü Mehmet.
Evine bu kadar yaklaşmışken, Filistin'e gidip de dönmemek vardı.
Eşine, çocuklarına sarılamamak vardı.
Tokat kebabı yiyememek vardı.
Gıj Gıj Tepesi'ne çıkamamak vardı.
Deveci Dağları'ndan esen yeli çekti içine.
Sanki burnuna etli yaprak dolma kokuları geliyordu.
Eşi ne güzel yapardı o dolmayı.
O an karar verdi.
Ani bir hareketle trenden atladı.
Koştu, koştu, evlerin arasına daldı ve gözden kayboldu.
Firar etmişti.
Artık asker kaçağıydı
Bir yıl geçmeden yakaladılar Mehmet'i.
Kodese attılar.

*.   *.  *

Kunduzlu Mehmet hapiste 3 gençle tanıştı.
Üçü de kendisi gibi asker kaçağıydı.
Karacaviranlı Koca Yunus, Balta Mahmut ve Aşıklarlı Himmet.
20 yaşındaydılar.
Çok uzun zamandır asker kaçakları asılmamıştı  ülkede.
Ama son günlerde iş değişmişti.
Kurtuluş Savaşı'nda kaçakların sayısı o kadar artmıştı ki, ibret-i alem için bazıları sallandırıyordu.
Yine de hiç idamı düşünmüyordu dört genç.
Öyle ya,  yirmi kez firar edenler asılmamışken, onlar mı asılacaktı?
Ama bir gün acı bir şüphe düştü yüreklerine.
O gün hapishaneye ziyaretçi gelmesi yasaklanmıştı.
Zaten ne zaman biri idam edilecek olsa, o gün hapishane ziyarete kapatılırdı.
Dört genci ilk kez korku bastı.
Öğrenmek için çok çabaladılar.
Acaba kim asılacaktı?
İpin ucunda hangisi sallanacaktı?
Gardiyana yüklü bir para verdiler.
Haber kısa sürede geldi.
Darağacı dört taneydi.
Asılacak olanlar da kendileriydi.
Kötü haberle yıkıldılar.
Kendilerine gelince gidip yıkandılar.
Tüm eşyalarını sattılar.
Elde ettikleri parayı koğuşun en fakirlerine dağıttılar.
Sonra sigaraya sarıldılar.
Bir süre sonra Yunus, Mahmut ve Himmet bitkin düşüp yattılar.
26 yaşındaki Kunduzlu Mehmet ise uyuyamadı.
Pencerenin yanına oturdu, hayatı film şeridi gibi önünden geçti.
Çocukluğu, ergenliği, eşi, oğulları ve savaşta öldürdükleri.
Gece boyu gözünü kırpmadı.

Artık gün ışımak üzereydi.
Birden hapishanenin koridorlarından zincir şakırtısı gelmeye başladı.
Korkunç bir sesti o.
Ürperten bir sesti.
Gelen dört genci daragacına götürecek olan jandarmaydı.
Mehmet hemen toparlandı, bir anne şefkatıyla arkadaşlarını uyandırdı.
Yunus, Mahmut ve Himmet uyanınca anladılar.
Birazdan asılacaklardı.
“Bismillah”  diyerek kalktılar. 
Diğer mahpuslarla kucaklaşarak helalleştiler. 
Sonra gidip kelepçeleri, prangaları, zincirleri taktırdılar. 
Dik dik ve emin adımlarla yürüyerek hem hapishaneden, hem de hayattan uzaklaştılar.

*.  *.  *

Tarih 13 Nisan 1925'di.
Cevat Şakir,  Resimli Ay Dergisi'nde Hüseyin Kenan takma adıyla  "Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler" başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Yazı,  Kunduzlu Mehmet ile diğer üç gencin son gecesini anlatıyordu.
Cevat Şakir o geceye hapishanede şahit olmuştu.
Dört asker kaçağı gözünün önünde idama götürülmüştü.
Yazı yayınlandıktan hemen sonra derginin sahibi Zekeriya Sertel ile tutuklandılar.
Suçları halkı askerlikten soğutmak, askeri isyana teşvik etmekti.
İstiklal Mahkemesi'nde yargılandılar.
Cevat Şakir, mahkeme başkanı Ali Çetinkaya tarafından idama mahkum edilmek istendiyse de, Kılıç Ali'nin önerisiyle Bodrum'a sürüldü.

Cevat Şakir yıllar sonra o günleri şöyle anlattı.
“Büyümekte olan sabırlığa, havada uçarak türküsünü söylemekte olan bir tarla kuşuna, günün birinde durup dururken ‘buyurun karakola’ derler. 
Karakola gittiğini bilmez, karakol bir muammadır, hem karanlık, som bir muamma. 
Belki muamma sözünün aslında karanlık anlamı vardır. 
Çünkü karanlıkta hiçbir şey görünmez. 
Karakolda ona, “İstiklal Mahkemesi’ne gideceksin” denir. 
Niçin İstiklal Mahemesi’ne gittiğini bilmez, bu sefer mahkeme bir karanlıktır. 
İki jandarma ile kelepçeli olarak İstiklal Mahkemesi’ne sürüklenir. 
Mahkemenin bulduğu bir suç vardır, daha doğrusu mahkeme birçok şeyler arasında bir şeyi suç saymıştır. 
Olur a! Mahkeme istediğini suç sayar ve suça da dilediği cezayı seçer. Sonunda cezanın idam olacağı anlaşılır. 
Sabırlık ve tarlakuşu, eller göğüste kavuşturulmuş idamı beklerler.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AHMET KAYA İLE FİKRET KIZILOK TAŞLAMASI

..VE O ANDA GÖKTEN BİR GEYİK DÜŞTÜ.

TÜRKİYE'NİN BİR NUMARALI KADINININ SIRLARLA DOLU YAŞAM ÖYKÜSÜ.