28 Ağustos 2018 Salı

DENİZ KIZININ GÖZYAŞLARI



"Napoli'yi gör de öl derler, a gülüm, sen Gökova'yı gör de yaşa"
Halikarnas Balıkçısı

Dünyanın hemen her kültüründe bir efsanedir, deniz kızları.
Gövdesinden yukarısı insan, altı balık kuyruğu görünümdeki dişi hayal canlıları.
Masum ve güzel yüzleri, badem gözleri,  iri ve dik memeleriyle baştan çıkarıcı deniz yaratıkları.
Arşipel'in(*) çocukları "Sirenler" dedi onlara.
Foça'nın açıklarındaki Siren kayalıklarında yaşarlardı.
Güzellikleri ve sesleriyle büyüleyiciydiler.
Homeros'a göre Troya zaferinden dönen Yunanlı gemiciler, deniz kızlarının şarkılarına kendilerini kaptırınca,  gemileri Siren kayalıklarına çarparak batmıştı.
Yüzlerce savaşçı denizde boğularak ölmüştü.
Deniz kızları belki de Troya'nın intikamını almıştı!
Denizcilerin tümü yaşadıklarına inanırdı onların.
Kristof Kolomb Amerika keşfine giderken, Haiti sularında  deniz kızlarını gördüğünü kaydetti, seyir defterine.
Gördükleri belki hayaldi.
Belki de şarabın azizliği.
Kolomb ve adamları uğursuzluk saymıştı onları.
Arşipel'in deniz kızları başka yörelerin aksine birer melekti.
İyilikseverdi.
Denizcilerin dostuydu.
Batan gemilerin yardımına koşarlardı.
İnsanları boğulmaktan kurtarırdı.
İyinin, doğrunun, saflığın sembolüydüler.

*.   *.   *

İşte bu deniz kızlarından biri yıllardır Gökova'daki Okluk Koyu'na gelenleri karşılar, tam koyun karşısındaki kayalıklarda.
Şöyle yazar altında da.
“Bu deniz kızı, düşlerini süsleyen cennete erişebilmek için nice engin denizler, ufuklar aştı. Kıtalar, adalar, koylar dolaştı. Ta ki Gökova’ya ulaşana kadar."
Dünyanın tüm denizlerini gezen ilk denizcimiz Sadun Boro dikmişti, onu buraya.
Boro, Gökova için "dünyada böyle bir cennet yok" demişti.
Okluk Koyu içinse; cennetin incisi.
Yaşamının son günlerini cennetin incisinde geçirmişti.



İşte Gökova'nın bu en nadide koyu bugünlerde  halka kapalı.
Cenneti gezmek, görmek yasak.
Nedeni,  inşaatı süren Cumhurbaşkanlığı Konutu.
300 odalı olacağı söyleniyor.
Etrafı Çin Seddi gibi, yüksek duvarlarla örülüyor.
Her yere nöbetçi kuleleri dikiliyor.
Onlarca gemi sahile kum taşıyor.
Kıyıda yapay bir kumsal oluşturuluyor.
Koyun sularında sahil güvenlik sürekli devriye geziyor.
Kuş uçurtmuyorlar.
Bunlar henüz inşaat bitmeden alınan tedbirler.
Peki, inşaat bitince ne olacak?
Bu koy tümüyle halka kapanacak mı?
Burada kimse denize giremeyecek mi?
Mavi turlar artık Okluk'ta hoş bir mola veremeyecek mi?
Deniz kızını, Sadun Boro'nun cennetini görmek yasaklanacak mı?
Eğer yasaklanacaksa, "deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir" diyen Anayasanın 43'ncü maddesi çiğnenecek mi?


Gökova.
Sakar'dan bakınca.
Gök mü aşağıda, deniz mi yukarıda, anlayamazsın ilk bakışta.
Hani, Halikarnas Balıkçısı şöyle demişti bir ara.
"Roma'yı gör de öl derler, a gülüm, sen Gökova'yı gör de yaşa"
Tabi bundan böyle yaşatırlarsa.

Soyadı gibi doğma büyüme Gökovalı olan Halikarnas Balıkçısı'nın manevi oğlu Prof. Dr. Şadan Gökovalı hocam da hayatını adayanlardan bu cennete.
Onun şu sözü unutur mu?
"Halikarnas Balıkçısı'nı cennete götürmüşler, hani nerede Gökova demiş."
Ya şu şiiri.
"Benim yarim ipek kilim
Dokur Gökova'da.
Nufüs kütüğüne adım yazılmış,
Şükür Gökova'da.
Ya aşığın sazı,
ya çobanın kavalıyım.
Dünyanın öbür ucuna gitsem.
Ben yine Gökovalı'yım.

"Okluk Koyu'nun karşısındaki kayalıklarda bir deniz kızı var.
Şöyle yazıyor altında.
“Bu deniz kızı, düşlerini süsleyen cennete erişebilmek için nice engin denizler, ufuklar aştı. Kıtalar, adalar, koylar dolaştı. Ta ki Gökova’ya ulaşana kadar."
Bugünlerde sahil koruma devriyelerini atlayıp, o deniz kızına ulaşırsanız, gözlerine dikkatlice bakın.
Gözyaşlarını göreceksiniz.

(*) Arşipel (Archipelapos) : Ege Denizi'nin antik çağdaki ismi






25 Ağustos 2018 Cumartesi

ATEŞİ VE İHANETİ GÖRDÜK.



Yıl 2006’dır.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Bodrum’da  "Güvercinlik Turizm Merkezi" olarak belirlenen ormanlık alanı, tesis yapılması amacıyla üç şirkete 85, 80 ve 95 dönüm olarak tahsis eder.
Ancak arazi zümrüt ormandır.
İçinde binlerce çam ağacı, endemik bitki ve doğal yaşam vardır.
Ve devlet bu ormanı korumak zorundadır.
O ağaçlar orada olduğu sürece kimse inşaat yapamaz.

*.  *.  * 

Aradan bir yıl geçer.
Tarih 15 Temmuz 2007’dir.
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından şirketlere tahsis edilen Güvercinlik’teki Pina Yarımadası’nda ormanda yangın çıkar.
Önce vatandaşların sonra ormanın müdahalesine rağmen 250 hektar orman kül olur.
Yangının çıktığı anda Kuyucak Koyu’nda teknesinde bulunan İstanbullu mimar Soner Danyıldız, sabotaj olduğunu iddia eder.
Danyıldız, “Yukarıda ilk dumanı gördüm, ardından güçlü bir patlama oldu, sonra iki kilometre uzaklıktaki sahilde de dumanlar yükselmeye başladı. Bunun bir kaza ve tesadüf olduğunu söylemek mümkün değil” der.
Ancak, olayın üstü kapatılır.
Dönemin Muğla Orman Bölge Müdürü İbrahim Aydın, “Burası kesinlikle imara açılmayacak ve tekrar yeşillendirilecek” açıklaması yapar.
İbrahim Aydın daha sonra AKP’den Antalya Milletvekili olur.
Dönemin Kültür ve Turizm ile Orman Bakanları da aynı açıklamaları yapar.
"Burası ağaçlandırılacak."



Bir süre sonra yanan arazinin tahsisini alan çeşitli şirketler, Pina Yarımadası önündeki körfezi molozlarla doldurmaya başlar.
Denize dökülen molozlar çıkarılmazken iktidardan aldığı kamu ihaleleri ile dikkat çeken Çankırı İnşaatın yaptığı Amara Island Bodrum Elite adıyla 5 yıldızlı ilk otel faaliyete geçer. 
Ardından Güvercinlik Enternasyonal Otelcilik tarafından yapılan 1298 yataklı ve 556 odalı, 
Titanic Otel ve La Balance Otel inşaatları da tamamlanır.
Sonra bir başkası, sonra bir başkası.



Tarih 25 Ağustos 2018.
Bugün.
11 yıl önce zümrüt ormanlarla kaplı Güvercinlik’teki Pina yarımadası bugün bir beton yığını.
Binlerce odalı, beş yıldızlı oteller, rezidanslar her yeri kaplamış durumda.
Sahipleri milyar dolarlar kazanıyor.
Ya vatandaş?
Yeşile, oksijene hasret Güvercinlik’te ücretsiz denize girecek yer bulamıyor.
Ülkenin çok yerinde olduğu gibi.
Nazım Hikmet  Kuvayi Milli Destanı’nda ne demişti?
“Ateşi ve ihaneti gördük!”


NOT: Eylül ayına giriyoruz. Orman yangıları için en tehlikeli günler bu günler. En küçük bir duman bile görseniz lütfen hemen 177'yi arayın,






24 Ağustos 2018 Cuma

LANETLENMİŞ BİR IRKIN LANETLİ MİRASI


Fotoğraf: Ben Mulder


"Coğrafya kaderdir" demişti İbni Haldun.
Düşünülmesi gereken bir söz.
Gerçekten coğrafya kader midir?
Yoksa coğrafyanın kaderi o coğrafyada yaşayan insanların elinde mi?
Ya da şöyle mi sormak gerekir?
Coğrafya mı insanların kaderini belirler,  yoksa insanlar mı yaşadıkları coğrafyanın kaderini?
Şimdi gelin düşünelim.

Ege ve Akdeniz sahilleri gibi bir cennet hangi coğrafyada var?
Gökova Körfezi, Datça Yarımadası, Fethiye, Köyceğiz, Göcek gibi doğa harikaları.
Dantel gibi işlenmiş koylar, cam gibi berrak sular, uçsuz bucaksız ormanlar.
Kültür ve sanatla dolu antik kentler.
Binbir çeşit endemik bitki.
Bir o kadar yaban hayat.
Dört mevsim güneş.
Mavi turlar.
Gerçekten nerede var?
Yok. 
Sadece bu cennette var.

Ama gel gör ki, bu cennet üzerinde yaşayanlar tarafından cehenneme çevriliyor.
Şehirleri parseleyip satan haramiler, özel çevre koruma bölgesi, sit alanı, orman, doğal yaşam demeden bu coğrafyayı yerle bir ediyorlar.
Sahiller işadamlarına kiralanıyor.
Sit alanları imara açılıyor.
En güzel yerlere termik santraller kuruluyor.
Her yer rüzgar enerji santralleriyle kuşatılıyor.
Kaçak inşaatların önü arkası bir türlü kesilemiyor. (Datça Mesudiye'de imar barışından sonra 8 ayda yapılan kaçak inşaat sayısı 183)
Yatlar, gezi tekneleri bu güzelim, cam sulara sintine bırakıyor.
Ormanlar yakılıyor.
Kısıtlı olan su kaynakları hoyratça kullanılıyor.
Tarihi sit alanları, doğal yaşamın en çok olduğu yerler Dünya Ralli Şampiyonası'nın parkuruna sokuluyor.

Peki, biz sıradan vatandaşlar ne yapıyor?
Kimse kusura bakmasın ama bokun üstüne tüy dikiyoruz.
Pislikleri görmüyor, duymuyor, konuşmuyoruz.
Kimimiz korkudan, kimimiz vurdum duymazlıktan.
Kimsenin sesi çıkmıyor.
Karşı çıkan bir avuç insan da hep yalnız bırakılıyor.
Sanki bitkisel hayattayız.
Felçli gibi dışkımızı tutamıyoruz.
Bugünlerde her yerden kötü haberler, iğrenç görüntüler geliyor.
Bayram tatili nedeniyle tüm sahiller birer çöp alanı adeta.
Yol kenarları, kumsallar, kent içleri  pislikten geçilmiyor.
Cam şiş, pet şişe, sigara paketi, izmarit, çocuk bezi, kadın pedi.
Aklınıza ne gelirse, milyonlar eline geçeni arabadan dışarıya atıyor.
Oysa o cam şişeler o kadar tehlikeli ki.
Orman yangınları çoğu kez o atılan cam şişelerden çıkıyor.
Görenler susuyor.
Görmezden geliyor.
Bir kızılderili atasözü şöyle diyor.
"Yanlışı gören ve önlemek için çabalamayanlar, yanlışı yapanlar kadar suçludur."
Kabul edelim dostlar.
Suçluyuz.
Hepimiz suçluyuz.
Bu cenneti haketmiyoruz.
Üstelik ihanet ediyoruz.
Ve ne acıdır ki, bu ihanetin bedelini çok yakın zamanda çocuklarımıza, torunlarımıza ödeteceğiz.

Sadun Boro yatla dünyayı gezen ilk denizcimizdi.
Girmediği koy, çıkmadığı sahil kalmamıştı.
Ölmeden bir yıl önce Hürriyet Gazetesi'ne şöyle demişti.
"60 yıl dünyanın tüm denizlerinde dolaştım, dolaşmadığım deniz koy ülke kalmadı. Doğasına, denizine, ülkesine böylesine hoyrat kötü ve vahşice davranan millet görmedim. Vahşi dediğimiz yamyamlar bile doğasına böylesine vahşice davranmıyorlardı."

*.  *.  *

İbni Haldun bugün bu coğrafyada yaşasaydı acaba yine "coğrafya kaderdir" der miydi?
Bir zaman makinasına girip 50 yıl sonrasına gittim
Aramızdan birinin yazar olmuş torununun bu coğrafyayı anlatan kitabının başlığı şöyleydi.
"Lanetlenmiş bir ırkın lanetli mirası!"





23 Ağustos 2018 Perşembe

..VE O ANDA GÖKTEN BİR GEYİK DÜŞTÜ.



Tarih MÖ 1184’tü.
Truvalı Paris, o dönemin en güzel kadını olarak kabul edilen 
Sparta Kralı Menelaus’un karısı Helen’i Anadolu’ya kaçırdı.
Yunanlılar bunu onurlarına yediremedi.
Truva’ya saldırıp Helen’i geri alabilmek için 130 bin askerli dev bir ordu kurdular.
Binden fazla gemiden oluşan donanma Aulis’te toplandı.
Gemilerle Ege denizini geçerek Truva’da taş üstünde baş bırakmayacaklardı.
Donanmanın başında Miken kralı Agamemnon vardı.
Komutan Agamemnon saldırı emri için rüzgarın artmasını bekliyordu.
Ancak, rüzgar bırakın artmayı hiç esmiyordu.
Günlerce beklediler.
Haftalar, ayları kovaladı.
Rüzgardan eser yoktu.
Donanmada homurdanmalar başlamıştı.
Bazıları tanrıların komutan Agamemnon’u istemediğini ileri sürüyordu.
Bunun üzerine Agamemnon, kahin Kalkhas’ı çağırarak, tanrılarla konuşmasını istedi.
Eğer bir hatası varsa, bunun bedelini ödemeye hazır olduğunu bildirdi.

Kalkhas Olimpos’a Tanrıların huzuruna çıktı.
Agamemnon’un mesajını iletti.
Tüm tanrılar susurken, sadece vahşi doğa, avcılık ve okçuluk tanrıçası Artemis konuştu.
ArtemisAgamemnon’a kızgın olduğunu, çünkü bir av sırasında kendisinin kutsal geyiğini vurduğunu, onu cezalandırmak için de rüzgarları durdurduğunu söyledi.
Sonra da ekledi.
“Eğer Agamemnon rüzgarların esmesini istiyorsa, kutsal geyiğimin bedeli olarak, kızı Iphigenia’yı bana kurban etsin.”
Kahin Kalkhas, Olimpos’tan inip Artemis’in isteğini Agamemnon’a iletti.
Agamemnon önce kızını kurban etmeye karşı çıktı.
Ancak, rüzgar esmezse Truva’ya saldıramaz, böylece sadece Miken halkında değil, orduda da güvenilirliği kalmazdı.
Ayrıca rüzgarların geri gelmesinin tek yolu, kızı Iphigenia’yı kurban etmesinden geçiyordu.
Bir kaç gün bekledi, sonunda pes etti.
Bir yol bulup Iphigenia’yı Aulis’e getirtmeliydi.
Düşündü, taşındı ve formülü buldu.
Iphigenia’yı dönemin en yakışıklı savaşçısı Achilles(Aşil) ile evlendireceğini söyleyerek Aulis’e çağırdı.
Iphigenia haberi duyar duymaz soluğu babasının yanında aldı.
Ama onu acı bir sürpriz bekliyordu.
Agamemnon’un emriyle kızı yakaladılar.
Hemen sunağa yatırdılar.
Sunağın yanında altın bir çanak vardı.
Iphigenia’nın kanı o çanağa akacaktı.
Agamemnon eline hançeri aldı, kızının yalvarmalarına aldırış etmeden boynuna dayadı.
Tam Iphigenia’yı kesecek, bir anda kızının yerine sunakta yatan bir geyik gördü.
Tanrıça ArtemisIphigenia’ya kıyamamış, onu yanına almıştı.
Yerine de bir geyik göndermişti.
Agamemnon kısa bir şaşkınlıktan sonra, geyiğin boynunu kesti.
Altın çanağa dolan kan Ege sularına bırakıldı.
O anda havada amansız bir rüzgar belirdi.
Ve hemen yelkenleri açan Yunan Donanması Truva’ya saldırıya geçti.

*.  *.  *

Yunan Mitolojisi’nde böyle anlatılır Truva Savaşı öncesi.
Kurban bayramını yaşadığımız şu günlerde bu hikaye çok yabancı gelmedi sanıyorum.



22 Ağustos 2018 Çarşamba

TURGUT UYMAZ


“Büyük iş yapanların hemen hepsi, bu işleri temelli bir güçlükten, bir çıkmazdan kurtulmak için yapmışlardır.
Turgut da böylesine çıkmazların adamlarındandı. 
Oncağızımı 1956’da, sanırım, askerlikten ayrıldığı günlerde, çoluğu çocuğuyla sivilleşme mutluluğu, daha doğrusu ummacası içinde yaşadığı demlerde tanıdım.

Sonraki yıllarda, sivile soyunmakla işin bitmeyeceğini, memleketin kendisinin koca bir kışla olduğunu acı acı anlamıştı, bunun üzerinedir ki, Türkçe'de hiç denenmemiş bir şiir tarzına attı kapağı. 

Kaçıncı yeni olduğunu kimsenin çıkaramayacağı bir şiirdi bu. 
Asker kaputları gibi nefti ve uzun dizelerle soyuyordu kendini, sivilleşiyordu özümüze, benliğimize doğru. 
Taç yapraklarını dizi dizi koparıp atarak çiçeğin göbeğini bulmaya yönelen bir üryanlaşma süreciydi bu.


Neylersin ki, şiirin bitiminde anadan doğma bıraktığı gerçeklik yeniden kuşanıveriyordu üniformalarını, bir başka şiire başlayıncaya dek. 
Bu, Sizifos’kâri bir cehennem çilesiydi, bir Hades çıkmazıydı… 
Turgut bütün yumuşak başlı görünüşüne karşın, tanıdığım en serkeş, en dik başlı, en anut, en uymaz insanlardan biriydi. 
Sonuna dek Ferhat sabrı ve direnciyle o çıkmazdan çıkma kararma bağlı kaldı. 
Gazası mübarek olsun!."
CAN YÜCEL / Argos Yeryüzü Kültürü Dergisi, Sayı:12 / Ağustos 1989



BAZI SEVDALAR BETİMSİZDİR


Babası İtalyan bir berberdi.
Annesi Fransız asıllı Rus bir danscı.
Yoksuldular.
New York'ta zor geçiniyorlardı.
Onun doğumunda annesi sorunlu bir hamilelik süreci yaşamıştı.
Bu nedenle sol gözünde, kulağında ve üst dudağında kalıcı hasar oluşmuştu.
Kısmi felç.
Ağzı yana kayıyordu.
Dudakları orantısız duruyordu.
Üstelik sol gözü sağ gözüne oranla daha aşağıdaydı.
O yüzden insan içine çıkamıyor, okulu gidemiyor, arkadaş edinemiyordu.
Tek arkadaşı köpeği, Butkus'tu.
Bir buldog.



Butkus onun herşeyiydi.
New York sokaklarını köpeğiyle aşındırıyordu.
İkinci sınıf spor salonlarına gidiyordu.
Ne iş bulsa yapıyordu.
Amele işler.
Sokaklarda yatıyor, yemeğini köpeğiyle paylaşıyordu.
Bazen günlerce aç kalıyorlardı.
Bir süre sonra Hollywood'u mekan etti.
Ancak yüzündeki hasar nedeniyle iş bulmakta zorlanıyordu.
Bazı filmlerde çok düşük ücretle yüzü görünmeden figuran roller alıyordu.
Genelde de porno filimlerde.
Ama kazandığı yetmiyordu.
Sonunda sıfırı tüketti.
Köpeğini besleyemediği için tanımadığı bir adama satmak zorunda kaldı.
Sadece 25 dolara.
Parayı alıp, Butkus'u verdiğinde hem kendisi, hem köpeği ağlıyordu.




Köpeğini sattıktan bir hafta sonra bir tesadüf Muhammed Ali Clay ile Chuck Wepner'in boks maçını izledi.
O an karar verdi.
Boksörlerin hayatını anlatan bir senaryo yazmalıydı.
Daha önce gittiği spor salonlarına döndü.
Bir kaç isimsiz boksörle konuştu.
Kafasında senaryo hazırdı.
Oturdu, 20 saatte yazdı.
Sıra senaryoyu satmaya gelmişti.
Ancak kimse ile anlaşamıyordu.
Çünkü başrolde kendi oynamak istiyordu..
Film yapımcıları senaryoyu çok beğenmelerine rağmen, ağzının yamukluğu nedeniyle ona rol vermek istemiyordu.
Hatta dalga geçiyorlardı.
'Senden olsa olsa komedyen olur, bize star lazım' diyenler oldu.
Senaryoya 350 bin dolar verdiler ama onun başrol oynamasını kabul etmediler.
Kapılar bir bir kapandı..
Sonunda bir film şirketi sadece 35 bin dolar karşılığında anlaşma sağladı..
Senaryoda başrol oynayacaktı.
350 bin doları geri çevirdi, 35 bin doları kabul etti.

*. *. *

Film hasılat rekorları kırdı.
Ödül üstüne ödül aldı.
En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Kurgu dallarında 3 Oscar kazandı..
Bu dünya tarihinde bir ilkti.
Adı sanı duyulmamış bir oyuncu ve sıradan bir yönetmen muzice yaratmıştı..
Bir anda ünlendi.
Artık zengindi.
İstediğini alabilirdi.
Lüks villa, son model araba, ne isterse.
Ama onun ilk işi iki yıl önce sattığı köpeğini aramak oldu.


*. *. *

Hemen köpeğini tanımadığı adama verdiği sokağa gitti.
Sordu, soruşturdu.
Bilen yoktu..
Yılmadı.
Butkus'ubulmalıydı.
Günlerce bekledi.
Sonunda adamı ve köpeğini buldu.
100 dolar teklif etti.
Adam kabul etmedi.
500 dolar teklif etti.
Adam yine kabul etmedi.
1000 dolar.
Yine red.
Uzun pazarlık sonunda nihayet anlaştı.
25 dolara sattığı köpeğini 1500 dolara geri aldı.
Sevgililer birbirine kavuşmuştu..
O adam bugünün Hollywood starı Sylvester Stallone idi.
Meşhur olduğu film de Rocky.
Stallone köpeği Butkus'a daha sonra oynadığı filimlerde rol verdi.

Hayat böyle bir şey işte.
Bazen dibe vurursun.
Bazen zirveye çıkarsın.
Önemli olan vazgeçmemek.
Samuel Beckett şöyle der.
"Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil."
Yenilmekten korkmayın.
Mücadele edenin kazanma şansı vardır.
Pes edenin asla.

21 Ağustos 2018 Salı

MARTILAR DUYDU O SON NEFESİ

1921 yılının bir Ağustos gecesiydi.
Saat gecenin ikisiydi.
Napoli'nin tatil beldesi Sorrenta'da tek başına bir otel odasındaydı.
Ağır hastaydı.
Acı çekiyordu.

Acıdan kurtulmak için ilaç alıyordu.
Ama artık ilaçlar da fayda etmiyordu.
Yasak olmasına ragmen bir kadeh şarap koydu.
Bir sigara yaktı.
Terasa oturdu.
Denize bakıyordu.
Akdeniz parlıyordu.
Yüzüne ılık rüzgar vuruyordu.
Rüzgar Akdeniz kokuyordu.
Şarabından bir yudum aldı.
Sigarasından bir nefes.
Sanki bu son gecesiydi.
Sanki öleceğini anlamıştı.
Şarabın son yudumuna kadar hayatını düşündü.
Çocukluğunu, gençliğini ve bugünlere gelişini.
Çok çalışmıştı.
Mesleğinde zirve yapmıştı.
Dünya ünlüsü olmuştu.
Monte Carlo Operası'na çıkmıştı..
Bir zamanlar New York Metropolitan'ın başyıldızıydı.
Grammy Yaşam Boyu Başarı Ödülü almıştı.
Çok da para kazanmıştı.
Büyük aşklar da yaşamıştı.
Ama ya sağlık?
Ya mutluluk?
İşte onlarda başarısızdı.
Şarabını bitirdi, sigarasını söndürdü.
Üstüne uzun kollu bir giysi aldı.
Yavaş adımlarda otelden çıkıp, kendisini sahile attı.
Gecenin zifiri karanlığıydı.
Balıkçı tekneleri ava hazırlanıyordu.
Sahilin en ucunda bir kayanın üzerine oturdu.
İyotlu havayı ciğerlerine doldurdu.


Yüzünü Akdeniz'in suyuyla yıkadı.
Sonra bir anda o çok güçlü sesiyle şarkı söylemeye başladı.
Söyledikleri Napoli'nin aşk şarkılarıydı.
Sevda şarkılarıydı.
Sesi gecenin sessizliğini yırtıyordu.
Rüzgarla şarkılar tüm sahile yayılıyordu.
Önce bir kaç balıkçı sardı etrafını.
Sonra balıkçıların tümü.
Ve çevreden sesi duyup gelenler.
Sorrento sahili opera olmuştu sanki.
Sanki martılar bile susmuştu.
O söyledikçe dalgalar dans ediyordu.
Söylediği şarkılar milyonların sevdiğiydi.
O Sole Mio, La donna, Romanze.
Bu şarkılar sayesinde milyon dolarlar kazanmıştı.
Sabaha kadar söyledi.
Şarkı söylerken, karnındaki acıyı hissetmiyordu.
Sesi kesilene kadar söyledi.
Ama hayat böyleydi işte.
Herşeyin bir sonu vardı.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte oteline döndü.
Yatağına uzandı.

Gözlerini yumdu.
Bir daha hiç açmadı.
Son konserini martılara ve balıkçılara verip, bir otel odasında tek başına ölmüştü.

*. *. *
1921 yılının bir Ağustos gecesi Napoli'nin Sorrento beldesinde bir otel odasında tek başına ölen o adam Enrico Caruso'ydu.
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük tenoruydu.
Pavarotti, Bergonzi, Wunderlich, Corelli ve diğerleri onun yanında çömez kalırdı.
48 yıllık yaşamında yüzlerce şarkı söylemiş, ünü İtalya'dan dünyaya yayılmıştı.
Milano, Buenos Aires, Londra, Monte Carlo ve New York'ta sahne almıştı.
Ama bunca üne, bunca zenginliğe ragmen Akdeniz kıyısında bir gece yarısı martılara ve balıkçılara şarkı söyleye söyleye son nefesini vermişti.

Aradan 65 yıl geçti.
Enrico'nun şarkıları hiç dillerden düşmedi.
1986 yılında İtalyan bestekar ve söz yazarı Lucia Dalla, Enrico Caruso'nun son gecesini anlatan bir şarkı yaptı.
Şarkının adı da "Caruso"ydu.
Caruso'ya yakışan bir şarkıydı.
Bu ölmek üzere olan bir adamın, bir kızın gözlerine bakarken hissettiği acı ve özlemin hikayesiydi.
Bir anda büyük beğeni topladı.
Dünyanın hemen hemen her ülkesinde söylendi.
Radyolarda hiç susmadı.
Şarkıyı söylemeyen sanatçı kalmadı.

Ama bence en iyi yorumlayan Pavarotti oldu.
Özellikle Mercedes Sosa ile birlikte yaptığı düet inanılmazdı.
Lucia Dalla şöyle yazdı o son geceyi.

"Dönüyor ve hayatını görüyorsun
bir pervanenin arkasında bıraktığı izde.
Ama evet, hayat sona ermekte..
Burada, denizin parladığı, ve rüzgarın kuvvetlice estiği yerde.
Eski terasın üzerinde,
Sorrento Körfezi'ne karşı bir adam bir kızı kucaklıyor.
Kız ağladıktan sonra sesini temizleyip şarkısına yeniden başlıyor.
Seni çok seviyorum.
Çok, çok fazla, biliyorsun."
*. *. *
Bazı insanlar ölseler bile yaşarlar.
Şarkılarda, gönüllerde yaşarlar..
Enrico Caruso da yaşıyor.
İnanmıyorsanız Pavarotti ile Mercedes Sosa'ya kulak verin; 

SEN ALTINSIN, BEN TUNÇ MUYUM?


Bayram geldi, bizim buralar doldu taştı.
Deyim yerindeyse, iğne atsan yere düşmez.
Oteller, restoranlar, sahiller ana baba günü.
Büyük kentlerde 11 ay beton hapishanelerden bunalan kitleler, sonunda 5-10 gün de olsa doğaya, güneşe ve denize kavuştu.
Bir yılın stresini ve yorgunluğunu atıyorlar.
En doğal hakları.
Onlar gelince de,  bizim buralarda o klasik serzeniş yine başladı.
"Datça'ya gelmesinler!"
Niye?
Datça tapulu malın mı arkadaş?.
Özel arazin mi?
Senin burada yaşama hakkın var da, başkasının yok mu?
Bizler zaten sürekli bu cennetteyiz.
Bırakalım diğer insanlar da gelsin, 5-10 gün bu cennetin tadını çıkarsın.
Bu üstten bakış, bu ayrıcalıklı zihniyet sağlıklı bir beynin ürünü olabilir mi?
Bunun "Suriyeliler ülkeme gelmesin"den farkı var mı?
Kalabalık sevmiyorsan bir iki ay evden dışarı çıkma.
Biraz sabret.
Zaten Eylül'den sonra koskoca yarımada senin.
10 ay biz bizeyiz.
Yetmiyor mu?
Ayrıca.
Buranın köylüsü, esnafı bu gelenler sayesinde para kazanıyor.
Koskoca bir kışı bu bir iki ayda kazandığıyla geçiriyor.
Onların mutluluğuyla mutlu olmak yerine, "Datça'ya gelmesinler" demek hangi vicdanın eseri?
Bir şey daha.
Gelenler sağa sola çöp atıyormuş!
Doğru.
Doğru da onlar gelmese çok mu temiz olacaktı Datça?
Orman içlerine hafriyat atanlar kimler?
Kumsallara sahillere pet şişe, cam şişe, her türlü pislik bırakanlar kimler?
Piknik alanlarını çöplüğe çevirenler kimler?
Sadece gelenler mi?
Sen temizsin de, gelenler mi pis?
Sen medenisin de, gelenler mi ilkel?
Toplumsal sorunları sadece gelenlere yüklemek ne kadar doğru?

Gelenlerin buradaki doğal yaşama saygı göstermesini beklemen elbette hakkın.
Gereksiz korna çalmamalarını, köy içinde sürat yapmamalarını, müziğini sonuna kadar açmamalarını istemen de hakkın.
Ama "gelmesinler" demek ne hakkın, ne haddin.
Artı.
Madem Datça'yı başkalarıyla paylaşamayacak kadar seviyorsun, niye bu güzelim cennete sahip çıkmıyorsun?

Koylar bir bir şirketlere kiralanıyor.
Kaçak yapılar mantar gibi bitiyor.
Deniz her geçen dün daha da kirleniyor.
Su kaynakları hoyratca tüketiliyor.
Senin hiç sesin çıkmıyor.

Neden?
Neden varsa yoksa "Datça'ya gelmesinler!"
Hani Aşık Veysel diyordu ya.

"Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın ben tunç muyum
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben sac mıyım."

Herkese iyi bayramlar.

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...