21 Mayıs 2018 Pazartesi

PUTPEREST DIAGORAS'TAN, İSLAM ERMİŞİ ÇAĞ BABA'YA


MÖ 400’lerdi.
Antik Yunan’da efsane olmuştu Rodoslu boksör DiagorAs.
Çevikliği, gücü ve sitiliyle nam salmıştı.
Olimpiyat oyunlarında nice zaferler kazanmıştı.
Adı tüm Ege sahillerinde saygıyla anılıyordu.
Zeytin dallarından yapılan taçları(Kotinos) başına defalarca geçirmişti.
Her dövüş öncesi Tanrıca Hera’ya dua ederdi.
Öküz derisinden yapılan kayışları ellerine bağlarken, rakibinin ölmemesi için Tanrı Zeus’a yalvarırdı. 
Olimpiyatlarda kazandığı ödülleri tapınaklara görürdü.
Ege’de boks sporunun kralıydı.
Yaşlandıktan sonra oğullarını da kendisi gibi boksör yaptı.

Yıl MÖ 452 idi.
Diagoras’ın iki oğlu Damagetos ve Akousilaos olimpiyatlarda yarışıyordu,
Diagoras de onların antrenörüydü.
İkisi de şampiyon oldu.
İki de zeytin dallarından yapılan Kotinosları başlarına taktı.
Madalyalarını aldılar ve babaları Diagoras omuzlarında statta şeref turu attılar,
Tribünlerden alkış yağıyordu.
Alkışlayanlar arasında Diagoras’ın bir arkadaşı da vardı.
Bir an göz göze geldiler.
Arkadaşı Diagoras’a seslendi.
“Şimdi artık ölmelisin Diagoras! Senin için bundan daha onurlu bir an olamaz!”
Dakikalar sonra yanaklarından sevinç gözyaşları akmakta olan Diagoras başını öne eğdi ve çocuklarının omuzlarında yaşama veda etti.
Şampiyon oldukları gün babalarını kaybeden Damagetos ve Akousilaos, Diagoras’ın en çok sevdiği topraklarda Marmaris’te Turgut'ta bir tepenin zirvesine bir anıt mezar yaptılar.
Mezar piramit şeklindeydi.
Halikarnassos Mozolesi’nin küçük bir maketi gibiydi.
Çocukları mezara şu kitabeyi de koydu.
"Siz beyaz dişli hayvanlar, her zaman size öngörülen yerde kalın. Çünkü ben en yukarıda olarak her şeyi gözetleyeceğim ki, hiçbir korkak adam gelip de mezara zarar vermesin. Çünkü bu savaşta ölen Diagoras isimli bir adamın ve örnek çocuklar yetiştirmesiyle ve kocasına sadakat anlayışıyla herkesten üstün olan ve babasının Aristomakha olarak adlandırdığı tanrılarla kıyaslanası karısının mezarıdır

Aradan 2000 yıldan fazlası geçti.

Mezar defalarca define arayıcıları tarafından kazıldı.
Ancak, çoğu henüz bir şey bulamadan ya hastalandı, ya rahatsızlaştı.
Bunun üzerine çevrede yaşayan müslümanlar, mezardaki insanın bir ermiş olduğuna inandılar.
Adını “Çağ Baba” koydular.
Anıt Mezara da Çağ Baba Türbesi.
Çağ Baba inancı nesilden nesile aktarıldı.
Mübarek bir insan kabul edildi.
Bir ermişti.
Türbesini onlarca yıl binlerce insan ziyaret etti.
Milyonlarca dua edildi.
Yüzlerce adak adandı.
Çocuğu olmayanlar gelip gelip yalvardı.
Askere gidecekler başıma bir şey gelmesin diye yanlarına mezardan bir tas toprak aldı.
Antik çağın efsane boksörü putperest Diagoras'ı ya da modern çağın islam ermişi Çağ Baba'sı umutsuzlara umut kapısı oldu.
Zamanla mezardan yüzükler, kolyeler, süs eşyaları çıkınca olay anlaşıldı.
Çevre halkının onlarca yıl türbe olduğuna inandığı yer, aslında bir gavur(!) mezarıydı.
Kitabeden anlaşıldıki, aÇağ Baba değil Diagoras’tı.
Zamanla türbeye ziyaretler kesildi.
Kimseler gitmez oldu.
Hatta lanetlendi.
Şimdi Antik Karia yolunda kaderine terk edilmiş bir vaziyette duruyor.

14 Mayıs 2018 Pazartesi

SELAM OLSUN CAN'A CAN KATANLARA



Yaklaşık 3,5 ay öncesiydi.
Datça Kültür Sanat Dayanışması olarak yıllardır yapılamayanı yapmak için sıvadık kollarımızı.
Gençler tecrübeliler bir araya geldik.
Günlerce toplandık, defalarca konuştuk.
Zaman zaman sert tartışmalarımız oldu.
Bazen arızalar yaptık.
Bazen su kaynattık.
Bazen lastik patlattık.
Ama işimizi asla yarı yolda bırakmadık.
Yol uzundu.
Yol zorluydu.
Paranın her alanda hüküm sürdüğü, herşeyin ticarete dönüştüğü bir dönemde önümüzde iki seçenek vardı.
Ya arkamızı bir kaç büyük sermaye grubuna dayayıp, sponsorluk anlaşması yapacaktık.
Ya da bu toplumda uzun yıllar unutturulan imece yöntemini hayata geçirecektik.
İlki kolaydı.
Zoru seçtik.
Bu festivalde ne kadar çok insanın emeği, teri, desteği, yüreği olursa o kadar iyiydi.
Çünkü Can Yücel’in yaşam felsefesine ve politik duruşuna ikincisi yakışırdı.
“Gelin Can’a can katalım” sloganı ile imeceyi başlattık.
Büyük ilgi gördü.
Festivale katılan tüm sanatçılar karşılıksız Datça’ya koştu.
Oteller konuklarımızı ağırlamak için ücretsiz odalarını açtı.
Lokantalar menüleriyle misafirlerimizi ağırladı.
Ayakkabı boyacısı Ahmet’ten, Datça’nın duyarlı işadamlarına kadar onlarca insan, şirket, kurum imeceye destek verdi.
İzmirli yoldaşlar aralarında para toplayıp gönderdi.
Festival afişimizin grafik tasarımından baskısına, el broşürlerinden flamalara kadar çok şey imeceyle karşılandı.
OHAL şartlarında Can Yücel ismiyle bir festival düzenlemenin zorlukları vardı.
Özellikle havuz medyasında yer almak imkansızdı.
Sosyal medya girdi devreye.
Duyarlı sanatçılar, politikacılar, gazeteciler, yazarlar, müzisyenler festivali duyurmak için sosyal medyada paylaşım üzerine paylaşım yaptı.
Sesimiz milyonlara ulaştı.
Onlarca gönüllü festival boyu gece gündüz gücümüze güç kattı.
En zor anımızda inşaatından jeneratör yetiştirenler unutulur mu?
Geceyarısı yağmur altında meydana sahne kuranlar.
Masaları, sandalyeleri taşıyanlar.
Stantları hazırlayanlar.
Afişleri, posterleri asanlar,
Program broşürlerini dağıtanlar.
Çalışanlara tepsi tepsi börek yapanlar.
Dolma saranlar.
Festivale yüreğini koyan, sert rüzgarda sesini yitirmesine rağmen ayakta kalan Şebnem Sönmez.
Hızırşah Piknik Alanı’na tankerlerle su ulaştıranlar.
Datça Belediye Başkanı Gürsel Uçar ve belediye çalışanları.
Muğla’dan 300 kitabı sırt çantalarına koyup, bisikletle festival alanına getiren bisikletçiler.
Eskişehir Tepebaşı Belediyesi’nin temizlik işçileri.
CHP Gençlik Kolları'nın emeği.
HDP Datça İlçe Örgütü'nün yardımları.
Datça Arama Kurtarma Derneği’nin tedbirleri.
Datça Dağcılık ve Doğa Sporları Derneği'nin dayanışması.
Datça halkını meydana ve piknik alanına taşıyanlar.
Gece gündüz uyumayanlar.
Can'a can katanlar.
Unutulur mu?



Bize yüreklerini açanlara, elimize el verenlere, gücümüze güç katanlara selam olsun.
Hepsine ama hepsine sonsuz teşekkürler.
Sonunda 40’dan fazla müzisyenin, 10’dan fazla şair ve yazarın, onlarca ressam ve fotoğraf sanatçısının katılımıyla, 11 ayrı mekanda, farklı farklı etkinliklerle festivali tamamladık.
Can Yücel Kültür Sanat Festivali’ni tekrar Datça’ya kazandırdık.

Başarılı mıyız?
Buna kamuoyu karar verecek.
Eksiklerimiz. kusurlarımız var mı?
Var.
Olması da doğaldır.
Çünkü çalışan hata yapar.
Oturan hata yapmaz.
Oturan sadece nutuk atar.
Önemli olan hatalardan ders çıkarmaktır.

Eleştiriler mi?
Elbette olacaktır, olmalıdır da.
Yeter ki, eleştiri olsun.
Suçlama, karalama olmasın.

Sözü Can Yücel’e bağlayarak bitirelim.
“Ne güzel bir yer burası,
Nereden buldun bu Datça’yı?
Elimle koymuş gibi buldum.”



NOT: Yukarıdaki satırlar DKSD'nin değil benim kişisel ifadelerimdir. İçinde bulunmaktan büyük mutluluk ve onur duyduğum Datça Kültür Sanat Dayanışması'ndaki tüm arkadaşlarımı, kardeşlerimi, yoldaşlarımı böyle bir etkinliğe imza attıkları için kutluyorum.
Fotoğraflar: Muzaffer Özgen

6 Mayıs 2018 Pazar

ANNELER GÜNÜNÜ DOĞURUP, ANNELER GÜNÜNÜ ÖLDÜRMEK İSTEYEN ANNE.



Bir Anneler Günü hikayesi

Adı Anna Jarvis’ti.
1864’te doğmuştu.
13 çocuklu bir ailenin 10’ncu evladıydı.
Annesi Ann Maria bir öğretmendi..
Savaş karşıtı bir aktivistti..
Amerikan iç savaşında ölen askerlerin anneleri için toplantılar düzenliyor,
onları örgütlüyordu.
Anna annesini hayranlıkla izliyordu.
Ama ona yeterli desteği veremiyordu.
Hatta bazen ileri gidiyor diye onunla ters düşüyordu.
Yıllar su gibi aktı.
41 yaşında annesini kaybetti.
1905 yılının mayıs ayının ikinci pazarında.
Yıkıldı.
Acısını yüreğine gömüp, annesini anmak için bir şeyler yapması gerektiğine karar verdi.
Bir yıl sonra mayıs ayının ikinci pazarında annesinin 20 yıl öğretmenlik yaptığı kiliseye 500’e yakın anne ve çocuğu davet etti.
Toplantının adı “Anneler Günü”ydü.
Katılanlara annesinin en sevdiği çiçeği, beyaz karanfil dağıttı..
Ardından senatörlere, etkili isimlere bugünün “Anneler Günü” olarak ilan edilmesi için mektup yazdı.
Kamuoyu oluşturdu.


Amerika Temsilciler Meclisi bu tarz özel günlerin arkasının kesilmeyeceğini ileri sürerek öneriyi reddetti.
Anna vazgeçmedi.
Gazetelere mektuplar yolladı.
Yüzlerce anne ile gösteriler yaptı.
Tarih 10 Mayıs 1914’tü.
ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın isteğiyle kongre o günü resmi olarak “Anneler Günü” ilan etti.
Anna Jarvis amacına ulaşmıştı.
Annesinin mezarına gitti.
İlk kez ağlamadı.
Mezara beyaz karanfiller koydu.


İşte bundan sonra kapitalizm devreye girdi..
Her geçen yıl “Anneler Günü” biraz daha amacından uzaklaşmaya başladı..
İş ticarete dönmüştü..
Şirketler hediye satmak için birbiriyle yarışıyordu..
Gazeteler “Annenize hediye almayı unutmayın” diye yazıyordu..
O günlerde milyon dolarlık bir piyasa oluşuyordu..
Tüm Amerika’da alışveriş çılgınlığı yaşanıyordu..
Çiçek, tebrik kartı ve hediye satışlarında patlama oluyordu..
Amerikan toplumu annelerine hediye alan iyi çocuklar ve almayan kötüler olarak ikiye ayrılıyordu.
Yaratılan algı buydu.


1920’lere gelindiğinde “Anneler Günü” Anna Jarvis’in düşündüğün artık çok dışına çıkmıştı..
Çünkü onun istediği o gün herkesin annesine bir mektup yazıp onu ne kadar sevdiğini içtenlikle anlatmasıydı.
Bu kez kendi önerdiği “Anneler Günü”nün iptal edilmesi için mücadele etmeye başladı..
Kız kardeşiyle beraber kendi yarattığı bu güne savaş açtı.
Yine senatörlere mektuplar yazdı.
Gazetelere gitti.
Röportajlar yaptı.
Bu günü alışveriş için fırsat olarak kullanan mağazalara davalar açtı.
Tüm servetini protestolara harcadı.
Ailesinden kalan evi sattı.
Gösterilerde zaman zaman tutuklandı.
Suçu huzuru bozmaktı.
Kendisini anarşist gösteren medyaya da savaş açtı.
Gazetecilerle ters düştü.
Sonunda kapitalizme yenildi..
Kendi yarattığı “Anneler Günü”nün kurbanı oldu.
Her anneler günü artık onun için ızdıraptı.
Pes etti.
Dünyadan elini ayağını çekti.
Ömrünün son yıllarını dostlarının verdiği destekle senatoryumda geçirdi.
1948 yılında mutsuz, kırgın, yoksul ve yalnız öldü.
Bugün Batı Virginia’da yaşadığı ev bir müze gibi.
Hafta sonları ortalama 2 bin kişi tarafından ziyaret ediliyor.




BİR FESTİVALDEN DAHA FAZLASI..



Geçtiğimiz Cuma günü Datça pazar yerindeyiz.
Can Yücel Kültür Sanat Festivali’nin afişlerini asacağız.
Cengizhan Güngör, Ferhan Umruk, Ekrem Sami Kızıltan, Turan Yıldız ve ben.
Tam Hızırşah Piknik Alanındaki etkinlikle ilgili afişi asarken, bir pazarcı geldi yanımıza.
55-60 yaşlarında.
Adı Mustafa.
Atadan Batırlı.
Hızırşahlı yani.
Afişe dikkatli dikkatli baktı ve başladı sohbete.
-Bizim burada festival yapıyormuşsunuz. Tolga Çandar geliyormuş.
-Evet.
-Ama piknik alanında su yok. İsterseniz ben bir tanker içme suyu gönderirim.
-Biz su sorununu çözmeye çalışıyoruz, eğer çözemezsek size söyleriz. Peki, bir tanker suyun ücreti ne kadar?
-Suyun ücreti mi olur?  Siz bizim köyde festival yapacaksınız, sizden bir de su parası mı alacağım. İmeceye benim katkım da bu olsun.

*.  *.  *

Dün akşam saatlerinde telefonum çaldı.
Bilmediğim bir numara.
Genel de açmam ama bunu açtım.
İyi ki de açmışım. 
Kibar bir ses.
“Sedat Bey merhaba. Ben Oğuz Bozkurt. Flow Datça Surf Beach Hotel’den arıyorum. Telefonunuzu Antik Anfora Otel’den Süleyman beyden aldım. Festivale nasıl katkımız olabilir? Dayanışmaya nasıl destek verebiliriz? Yapabileceğimiz bir şey varsa, lütfen söyleyin!”

*.  *.  *

Messenger’da istekler diye bir bölüm var.
Facebook’ta arkadaş olmadıklarınızın mesajları oraya düşüyor.
Dün baktım.
Onlarca mesaj. 
Müzisyen, şair, yazar, sıradan vatandaş.
O kadar çok mesaj var ki.
Hepsi de festivale katkıda bulunmak istiyor.
Ne kadar güzel şeyler yazmışlar.
Duygulanmamak elde değil. 
Hele hele bir dostun yazdıkları.
“Festivalde araç vb gibi her türlü görevi alırım. Evimde de misafir konuk edebilirim. Gönlümle,  emeğimle sizlerle birlikteyim.”

*.  *.  *

Biliyorsunuz..
İzmir’de yayınlanan HaberHürriyeti Gazetesi’nde yazıyorum.
Gazetenin başında en az 35 yıllık iki eskimeyen arkadaşım var.
İbrahim Irmak ve Oğuz Örnek.
Dün aradılar ve çok sevindirici bir haber verdiler.
Ege bölgesinden 300 bisikletçi, 300 kitapla Can Yücel Kültür Sanat Festivali’ne gelecek.  Kitapları da Datça Kültür Sanat Dayanışması’na hediye edecekler. Kimbilir belki ileride bir Can Yücel Kütüphanesi açarsınız.”
Sonra bu etkinliği organize eden Türkiye’de bisiklet dünyasının önemli ismi Muhlis Dilmaç aldı telefonu.
“300 arkadaş 8 Mayıs’ta Muğla toplanıp, bisikletlerle yola çıkıyoruz. Her arkadaşımızda bir kitap var.  Rotamız Milas, Bodrum ve Datça.  11 Mayıs günü sabah Bodrum’dan feribotla Datça’ya geçip festival alanında olacağız ve sizlerle kucaklaşacağız.”

*.  *.  *

Geçen hafta karargahımız Dado Kafe'deyiz.
Toplantı halinde.
Bir bayan geldi yanımızı.
Güleryüzlü, sempatik.
El sanatları ile uğraşıyormuş.
Taş boyama da.
Şans getirsin diye bir eserini hediye etti.
Şöyle yazıyor üzerinde.
"Festival var dediler, geldik"

*.  *.  * 

1700'lü yıllardı.
Hollandalı psikolog Dr. Daan, Güney Afrika'da insan davranışlarını araştırıyordu.
Zulu kabilesinin çocuklarını bir meydana topladı.
Onlara şöyle seslendi.
"İlerideki büyük ağacın altına meyveler koydum. Şimdi hep birlikte koşacaksınız. Ağaca ilk ulaşan tüm meyvelerin sahibi olacak. Tamam mı?".
Çocuklar hep bir ağızdan bağırdı.
"Tamam"
Dr. Daan startı verdi; Haydi o zaman, koşun."
Çocuklar önce elele tutuştu, sonra birlikte ağaca koştular ve meyveleri hep birlikte yediler.
Hollandalı psikolog şaşkına döndü.
"Neden böyle yaptınız?"
Çocuklar "Ubuntu yaptık" dediler,"biz birbirimizle yarışsaydık, sadece birimiz meyveleri yiyecekti. Diğerleri mutsuz olacaktı. Oysa biz ubuntu yaparak, hepimiz mutlu olduk."
Psikolog merakla sordu.
"Ubuntu nedir?
Zululu çocuklar açıkladı.
"Ubuntu, “Ben biz olduğumuz zaman Ben olurum”
demektir.

Ubuntu bir Afrika felsefesiydi..
Kökü hümanizme, imeceye dayanıyordu..
İlkel denilen kabilelerde kadim bir anlayıştı
Özü, "Ben, ben olduğum için sen, sensin" demekti.
Bireyin kimliği, hem ötekinin ve hem de toplu halde tüm diğerlerinin kimliklerine saygı göstererek şekilleniyordu.
Birinin acısı diğerinin mutluluğu olamazdı..
Acı ve mutluluk birlikte yaşanmalıydı.
Bu felsefede toplumun bir üyesi tüm topluma aitti.
Birey toplumun bir parçasıydı ve topluma katkıda bulunmak zorundaydı.
Herkesin bu felsefeyi benimsemesi toplumda müthiş bir sinerji oluşturuyordu.
Ubuntu'ya inanan bir insan tüm insanlara olumlu yaklaşırdı.
Diğerleri iyi ve yetenekli olduğunda kendisini tehdit altında hissetmezdi.
Diğerleri aşağılandığında, küçük düştüğünde, zulüme uğradığında ya da ezildiğinde kendisini de aşağılanmış hissederdi.
Ubuntu sadece bir hayat felsefesi değil, aynı zamanda sosyal davranış geleneğiydi.
Emperyalizm Afrika'ya girip, insanları kolonileştirince önce "Ubuntu" ile savaştı.
Sömürücülerin "Parçala, Böl, Yönet" taktiği, bu kadim felsefeye büyük zarar verdi.

*.  *. *

Bugün ülkemiz çok farklı değil.
İmece kavramını unutturdular bu topluma.
Kolektivizmi suç gibi gösterdiler.
Toplumsal birlikteliği, dayanışmayı, kardeşliği baltaladılar.
İnsanı insana kırdırttılar. 
Buna karşı durmak gerekiyordu.
İşte “Can Yücel Kültür Sanat Festivali”nin imece usulüyle organize edilmesinin büyük bir nedeni de buydu.
Ve bu karşı duruşta yüzlerce insan yer aldı.
Alıyor.
Kimi cebiyle.
Kimi emeğiyle.
Kimi de yüreğiyle.
Ayakkabı boyacısından şirket sahiplerine kadar kocaman bir aile oluyoruz.
Çünkü birlikte yaşamayı seviyoruz.

*. *. * 

Bir şaman öğretisi şöyle der.
"Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz.
Nehirler kendi suyunu içemez.
Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez.
Güneş kendisi için ısıtmaz.
Ay kendisi için parlamaz.
Çiçekler kendileri için kokmaz.
Toprak kendisi için doğurmaz.
Rüzgar kendisi için esmez.
Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz.”

Doğanın anayasasında ilk madde budur.
Herşey birbiri için yaşar..
Birbiri için yaşamak, doğanın kanunudur.
İyi pazarlar. 

5 Mayıs 2018 Cumartesi

CAN YÜCEL'DEN 8 YAŞINDAKİ TAKO'NUN HİKAYESİ


Soyadı: Tako
Öz adı: Hürmüz
Takma adı: Elif
Sahte adı: Seher
Suçlular arasındaki adı: Piç
Anasının adı: Zehra
Babasının adı: Abdi
Milliyeti: Türk
Doğumu: 1957
İşi: Hırsızlık
Vücut boyu: 1,31
Vücut Cesameti: Nârin
Vücut Bünyesi: İnce
Vücut Vaziyeti: Öne eğik
Omuzları: Düşük

(*)Sevgili Yurttaşlarım,
Şimdi size okuduğum belge, sekiz yaşındaki, Tako adlı kardeşimizin polisteki eşkâl kâğıdıdır.
Tako, bugün Türkiye’de kaldırıma düşmüş, toplumun koruyucu elinden ırak, çoğu da suçlu, dört yüz elli bin Türk çocuğundan biridir. 
Elinden tutacak kimi kimsesi yoktur ama hırsızlık ederken yakayı ele verdiğinde, Tako’yu kolundan tutup cezaevinin sübyan koğuşuna atacak bir hükümeti vardır. 
Tako’nun doğum tarihi vardır ama insan gibi yaşadığı yoktur. 
Tako’nun sabıkası vardır ama geleceği yoktur. Tako’nun onu seven bir atası vardır, Tako’nun “Halkın öğretimi ve eğitimini sağlama, devletin başta gelen ödevlerindendir” diyen bir anayasası vardır ama Tako’ya babalık edecek devlet babası yoktur.

Kardeşlerim,
Eskiler “Çocuktan al haberi!” demiş. Biz de çocuktan, Tako’dan alıyoruz memleket haberini. Çocuk Bayramı’nı.
Sayın İnönü’nün 1943’de söylediği gibi, Millî Hâkimiyet, Ulusal Egemenlik Bayramıyla birleştirmemiz bir tesadüf değildir. Birleşik Amerika’ya verilen üslerle ulusal egemenlik sarsıntılar geçirirken, Tako da ya sübyan koğuşunda ya da köprü altında kutlayacaktır elbet çocuk bayramını. Büyükleri, gelecek denen umut kasamızı zorlarlarken, Tako’nun oyuncağı da maymuncuktan başka ne olabilir ki?
Kardeşlerim,
Memleket çocukları arasında bir de nöker çocukları var. Doğu köylerinde süregelen yaygın bir kölelik düzenidir bu. Köle demezler de nöker derler, parayla satılan bu insanlara. Nöker çocukları, fukara çocuklar, kimsesizler anadan doğma nöker sayılırlar. Nöker çocuklarına da köle gözüyle bakılır. Genellikle ahırda yatar kalkarlar. Yatakları yüzsüz yorgan, eski bir hasırdır. Urbalarını açmaz, çarık çoraplarıyla girerler yatağa. Gecenin her saatinde tetik olmaları gerekir. Yazları güneşi dağların ardında görürler. Yemeklerini ahırda yerler. Ev halkı yemek yerken nöker el pençe divan durur.
— Su getir.
— Kapıya bak.
— Köpek niye havladı?
— Ahırda bir ses var.
Yemek bittikten sonra sofranın artıkları verilir nökere. Onu da bir rahatça yiyemez.
— Uyuzlu danaları çimdirdin mi?
— Atın yarasını yıkadın mı?
— Mor inek kaç güne doğar?
— Yıkık yerini yaptın mı samanlığın?

Yurttaşlarım,
Biz de altına devletimizin de imza koyduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Beyannamesi’ne soralım bakalım, ne diyor bu işe: Diyor ki, “Çocuk ihmal, zulüm ve istismarın bütün şekillerine karşı korunacaktır. Çocuk herhangi bir şekilde ticaret metaı olamaz.
Evet. Bu güzelim topraklar üstünde gülüp oynamaya doğmuş körpecik çocukların ticaret metaı haline gelmesine göz yumanlar, toprak altındaki madenlerimizi, petrollerimizi yabancılara haydi haydi peşkeş çekeceklerdir. 
Kendi parçası, kendi kanından, kendi canından kopma vatan evlâtlarına hayrı dokunmayanların memlekete ne hayrı dokunabilir ki? Bir tek hayırları varsa, o da bu adamlara denecek koskocaman bir “Hayır”dır. 
Dış politikası NATO’ya araç, ahlakı vur kaç, ekonomisi kapkaç olan partilerin, gününü gün etmekten başka bir şey düşünmeyen devlet adamlarının yurdun yarını, ulusumuzun geleceği olan çocuklarla ne ilgisi olabilir ki?
Amerikan Çocuk Hastalıkları Akademisi Başkanı Profesör Fişer, “Bugün Türkiye’de bir milyona yakın sakat çocuk olduğunu tahmin edebiliriz” diyor. Bu yurdu yönetenlerin sakat tutumuna, sâkim politikasına bu bir milyon çolak, kambur, kör, kötürüm, sağır, dilsiz, topal, sakat çocuktan daha sağlam kanıt, delil olabilir mi? “Kalkınıyoruz, kalkındık, malkındık” diye her palavra savuruşlarında, bu bir milyon sakat çocuk, “yalan” diye bağırıyor yüzlerine. Çünkü onların başlarını çıkarlarının masasından kaldıracak vakitleri yok ki, bu yurdu kalkındırabilsinler. Kendi koltuklarından başka bir şey düşünmeyenlerin sözüm ona donattığı okullarda bir lokmacık çocuklar bir sıraya tabii beş kişi oturacak, tabii sabahtan akşama kadar bir on beş santimlik yere çakılacaklardır. Kentlerimizde çocuklarımız viraneliklerde, çöplüklerde günlerini gâvur ediyorlarsa, yurdu milyonerler için bir Hilton parseli, lüks otel arsası belleyenlerin hesabında halk çocuğu için çiçek bahçesine, çocuk bahçesine yer olamaz da, ondan. Halkın yuvasını yapanlar işçi çocukları için yuva kurarlar mı hiç?

Kardeşlerim,
İşçi Partisine kızıl diye lâf atanlar Erzurum’da yavrularımızın kızıldan, kızamıktan kırılması karşısında kıllarını bile kıpırdatmamış olanlardır.
Canlarım,
İşçi Partisi’ne “Camilerin kapısına kilit takacaklar” diye çirkef atanlar, her doğan bin çocuktan yüz altmış beş tanesinin süt bebesiyken ölüp gitmesi karşısında vurdumduymazlık eden Allahsızlardır. İşçi Partisi’ne, “Dükkânınızı, evinizi, barkınızı, bir avuçluk tarlanızı elinizden alacak” diye leke sürmeye kalkışanlar halkın eğitimi için tek toplu çare olan köy enstitülerini halkın elinden alıp, kapatanlardır.
Yurttaşlarım,
İşçi Partisi’ni “Kökü dışarda” diye arkadan vurmaya özenenler halk evlerinin dibine incir dikenlerdir.

Kardeşlerim,
Türkiye İşçi Partisi’nin kökü Türk işçisinin, Türk köylüsünün, Türk aydının, Türk küçük esnafının, dar gelirli Türk memurunun insan gibi yaşama özlemidir. Türkiye İşçi Partisi yurtta tek bir aç, tek bir çıplak yurttaş kalmayıncaya kadar didinmeye ant içmiş yurtseverlerin ocağıdır. Bu özlemle ve bu kararla beslenen bu ağaç şimdilik körpedir ama Anadolu’muzun dört köşesine yayılmış ulu çınarlar kadar Türk’tür. Ve halkımızın göz nuruyla, alın teriyle sulanarak, gelecek yıllarda serpile serpile bütün Türkiye’yi yeşillere salacaktır. Türkiye İşçi Partisi’nin bir tek kaynağı var: sevinç, sevgi, halkın yanında ve halktan olmanın verdiği sevinç ve sevgi. Bir tek aracı ve pusatı var: bilim ışığı. Bu sevinç ve bilim ışığıyla bu yurdu öyle bir donatacağız ki o zaman işte ulusal egemenlik ve çocuk bayramlarını yan yana, ama bu sefer sahiden kutlayacağız.
Analar, babalar, kardeşler, sandık başlarına giderken çocuklarınızı, kardeşlerinizi de yanınızda götürün. Götürün ki görsünler İşçi Partisine oy verdiğinizi. Çünkü o oylardır ki çocuklarınıza, kardeşlerinize sütü ile mamasıyla, yuvasıyla, çiçek bahçesi, çocuk bahçesiyle, doktoru, denizi, güneşiyle, renkli oyuncakları, gül gibi okulları, güpgüzel kitapları, yiğit öğretmenleri ve haktan yana olduğu için mutlu ana babalarıyla zengin ve dopdolu bir çocukluk sağlayacak ve yine çocuklarınıza, kardeşlerinize aydınlık bir gelecek, iş, sosyal adalet, toprak, ekmek, güven, eşitlik, özgürlük, insan onuru ve pırıl pırıl bir hayat kazandıracaktır.
Yeter ki gönlünüz ve kafanız doğru yolda ve oylarınız İşçi Partisinden olsun ve yeter ki, yurttaşlarım, gazanız mübarek olsun.
Türkiye İşçi Partisi’nin işareti, tırtıklı kirtişli bir teker, yâni bir çark ve üstünde eğik duran bir başaktır. 
İçinde de iki satır yazı vardır. 
Köylüye toprak, herkese iş.

(*) 1965 Milletvekili Genel Şeçimlerinde Türkiye İşçi Partisi adına Can Yücel’in yaptığı radyo propaganda konuşması.
Bu adresten dinleyebilirsiniz: 
http://www.tustav.org/gorsel-isitsel/can-yucelin-konusmasi-1965/

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...