Zaman, bazı coğrafyalarda durur. Ya da biz durduğunu sanırız. Çünkü aslında akan zamandır, biz ona ancak belirli noktalarda dokunuruz. Datça işte böyle bir yer. Geçmişin gölgesi, bugünün dinginliği ve geleceğin belirsizliğiyle iç içe yaşayan bir yarımada.
Burada deniz sadece bir manzara değildir. Bir sonsuzluk fikridir. Rüzgar yalnızca esmez eski çağların sesini taşır. Bir badem ağacı yalnızca çiçek açmaz, döngüsünü tamamlar, tıpkı insan gibi. Datça, doğanın ve tarihin insanı içine çağıran bir felsefi durağıdır.
Knidos’un yıkılmış taşlarına dokunduğunuzda, aslında geçmişe değil, zamansızlığa dokunursunuz. Çünkü burası, bilginin ve estetiğin birleştiği bir kavşaktır. Eudoxos burada gökyüzünü gözlemlemiş, Praksiteles burada güzelliğin en saf halini mermerde ölümsüzleştirmişti.
Afrodit’in yüzüne bakan bir Knidos denizcisi, onun kusursuzluğuna hayran kalırken, belki de Platon’u anlamıştı. Çünkü burada bir taşa bile baktığınızda, onun sadece bir taş olmadığını, aslında varlığın bir yankısı olduğunu hissedersiniz.
Ve belki de, burada insan kendi güzelliğini de sorgular. Bizler, ideal bir güzelliğin peşinde miyiz, yoksa kusurlarımızla mı anlam kazanıyoruz?
Datça’da doğa bir anda bembeyaz bir örtüyle uyanır. Badem çiçekleri, kışın ortasında baharı müjdeler. Ancak güzellikleri uzun sürmez. Çiçekler dökülür, meyveye döner ve bir süre sonra badem ağaçları tekrar uykuya yatar.
Bu, varoluşun döngüsüdür.
İnsan da böyledir. Doğar, büyür, olgunlaşır ve sonunda toprağa karışır. Ama gerçekten yok olur mu? Belki de her şey, zamanın sonsuz akışında yalnızca bir değişimdir.
Datça yalnızca bir coğrafya değildir. O, insanın kendini sorguladığı, zamanı hissettiği, doğanın dilini anlamaya çalıştığı bir felsefi alandır. Burada yürüdüğünüz yollar, sadece taşlarla kaplı değildir, geçmişin, doğanın ve insanın hikayeleriyle örülüdür.
Denizin sonsuzluğunda kaybolmak isteyen de, rüzgarın getirdiği eski efsaneleri dinlemek isteyen de burada kendi hikayesini bulur.
Çünkü Datça, bir düşünme biçimidir. Bir filozofun sessizce oturup dalgaları izlediği, bir şairin en güzel dizelerini denize bıraktığı yerdir. Belki de Can Yücel’in burada yaşamayı seçmesi boşuna değildi. Çünkü Datça, varoluşun şiiridir.
×××
Yıllar önce kaleme aldığım bir yazı bu.
On beş yıl önce Datça'ya ayak bastığımda, zaman sanki burada başka türlü akıyordu. Deniz, rüzgarla konuşan zeytin ağaçlarına eski bir efsaneyi anlatıyor, sokak aralarında tarihin sesi yankılanıyordu. O günlerdeki yazılarım umutla yoğrulmuş, doğanın cömert kucağında hayat bulan bir masalı anlatırdı.
Şimdi, yıllar sonra geriye dönüp baktığımda o masalın sayfalarının hızla yırtıldığını görüyorum. Datça hala güzel ama her geçen gün, o güzelliğin gölgesinin bile silindiği bir yere dönüşüyor.
Betona teslim olmuş sokaklar, hoyratça işlenen topraklar, şezlongla işgal edilen koylar, kaçak oteller, iskeleler, zapedilen kaldırımlar ve yitip giden doğa. Tıpkı hafızamızdaki eski bir düş gibi, zamana, ranta ve ilkelliğe yenik düşüyor.
Bu güzel coğrafya, vicdanı olmayan ellerde bir pazarlık masasına dönüşüyor. Rantın kör testeresine kurban edilen doğa, beton duvarların içinde boğulan eski taş evler ve sularını kaybeden dereler. Yönetimler değişse de, hoyratlık baki kalıyor.
Eğer bu gidiş sürerse, Datça bir gün gerçekten bir masal olacak. Ama eski kitapların tozlu sayfalarında, artık kimsenin hatırlamadığı, satır aralarına sıkışmış bir masal.
Yazık olacak!