11 Mart 2025 Salı

ÇAĞLAR ÖTESİNDEN GELEN BİR MASALIN SON SATIRLARI

Zaman, bazı coğrafyalarda durur. Ya da biz durduğunu sanırız. Çünkü aslında akan zamandır, biz ona ancak belirli noktalarda dokunuruz. Datça işte böyle bir yer. Geçmişin gölgesi, bugünün dinginliği ve geleceğin belirsizliğiyle iç içe yaşayan bir yarımada. 

Burada deniz sadece bir manzara değildir. Bir sonsuzluk fikridir. Rüzgar yalnızca esmez  eski çağların sesini taşır. Bir badem ağacı yalnızca çiçek açmaz, döngüsünü tamamlar, tıpkı insan gibi. Datça, doğanın ve tarihin insanı içine çağıran bir felsefi durağıdır. 
Knidos’un yıkılmış taşlarına dokunduğunuzda, aslında geçmişe değil, zamansızlığa dokunursunuz. Çünkü burası, bilginin ve estetiğin birleştiği bir kavşaktır. Eudoxos burada gökyüzünü gözlemlemiş, Praksiteles burada güzelliğin en saf halini mermerde ölümsüzleştirmişti.
Afrodit’in yüzüne bakan bir Knidos denizcisi, onun kusursuzluğuna hayran kalırken, belki de Platon’u anlamıştı. Çünkü burada bir taşa bile baktığınızda, onun sadece bir taş olmadığını, aslında varlığın bir yankısı olduğunu hissedersiniz. 

Ve belki de, burada insan kendi güzelliğini de sorgular. Bizler, ideal bir güzelliğin peşinde miyiz, yoksa kusurlarımızla mı anlam kazanıyoruz? 
Datça’da doğa bir anda bembeyaz bir örtüyle uyanır. Badem çiçekleri, kışın ortasında baharı müjdeler. Ancak güzellikleri uzun sürmez. Çiçekler dökülür, meyveye döner ve bir süre sonra badem ağaçları tekrar uykuya yatar.
Bu, varoluşun döngüsüdür. 

İnsan da böyledir. Doğar, büyür, olgunlaşır ve sonunda toprağa karışır. Ama gerçekten yok olur mu? Belki de her şey, zamanın sonsuz akışında yalnızca bir değişimdir. 

Datça yalnızca bir coğrafya değildir. O, insanın kendini sorguladığı, zamanı hissettiği, doğanın dilini anlamaya çalıştığı bir felsefi alandır. Burada yürüdüğünüz yollar, sadece taşlarla kaplı değildir, geçmişin, doğanın ve insanın hikayeleriyle örülüdür. 

Denizin sonsuzluğunda kaybolmak isteyen de, rüzgarın getirdiği eski efsaneleri dinlemek isteyen de burada kendi hikayesini bulur. 
Çünkü Datça, bir düşünme biçimidir. Bir filozofun sessizce oturup dalgaları izlediği, bir şairin en güzel dizelerini denize bıraktığı yerdir. Belki de Can Yücel’in burada yaşamayı seçmesi boşuna değildi. Çünkü Datça, varoluşun şiiridir. 

×××

Yıllar önce kaleme aldığım bir yazı bu.
On beş yıl önce Datça'ya ayak bastığımda, zaman sanki burada başka türlü akıyordu. Deniz, rüzgarla konuşan zeytin ağaçlarına eski bir efsaneyi anlatıyor, sokak aralarında tarihin sesi yankılanıyordu. O günlerdeki yazılarım umutla yoğrulmuş, doğanın cömert kucağında hayat bulan bir masalı anlatırdı. 

Şimdi, yıllar sonra geriye dönüp baktığımda o masalın sayfalarının hızla yırtıldığını görüyorum. Datça hala güzel ama her geçen gün, o güzelliğin gölgesinin bile silindiği bir yere dönüşüyor. 
Betona teslim olmuş sokaklar, hoyratça işlenen topraklar, şezlongla işgal edilen koylar, kaçak oteller, iskeleler, zapedilen kaldırımlar  ve yitip giden doğa. Tıpkı hafızamızdaki eski bir düş gibi, zamana, ranta ve ilkelliğe yenik düşüyor. 

Bu güzel coğrafya, vicdanı olmayan ellerde bir pazarlık masasına dönüşüyor. Rantın kör testeresine kurban edilen doğa, beton duvarların içinde boğulan eski taş evler ve sularını kaybeden dereler. Yönetimler değişse de, hoyratlık baki kalıyor.
Eğer bu gidiş sürerse, Datça bir gün gerçekten bir masal olacak. Ama eski kitapların tozlu sayfalarında, artık kimsenin hatırlamadığı, satır aralarına sıkışmış bir masal.
Yazık olacak!

8 Mart 2025 Cumartesi

YOL ARKADAŞLIĞI ÜZERİNE...


Sabahın çiy kokulu serinliğinde, dalların üzerinde bir salyangoz süzülüyordu. Zamana meydan okurcasına ağır, kendinden emin ilerliyordu. Dünya, onun için bir telaş sahnesi değildi, aksine, sabrın ve sükûnetin kutsandığı bir yolculuktu.

Ancak o sabah kader, sırtına narin bir yolcu bırakmıştı: Yorgun bir kelebek…

Kelebek, rüzgarın savurduğu bir geceden sonra soluklanacak bir yer arıyordu. Kanatları yıpranmış, rüzgarın hırçın dansı ruhunu yormuştu. Gözleri, aşağıda dingin bir akış içinde süzülen salyangozu gördüğünde, içini bir güven duygusu kapladı. Usulca kondu kabuğunun üzerine.

Salyangoz, yeni yolcusunun ağırlığını hissettiğinde duraksadı. Hayatında hiç kimseyi taşımamıştı. Kabuğu, yalnızlığının bir kalesi, iç dünyasının bir sığınağı olmuştu hep. Ama bu misafir, onu rahatsız etmiyor, aksine varlığıyla yolculuğunu anlamlandırıyordu.

Beraber ilerlediler. Salyangozun sabrı, kelebeğin kırılgan yorgunluğuna bir merhem gibiydi. Kelebek, ilk kez hızın bir yanılsama olduğunu fark etti; acele etmenin varoluşun özü olmadığını… "Tabiat acele etmez, ama her şeyi başarır." der Lao Tzu. Kelebek, bunu şimdi anlıyordu. Zamanı tüketmek yerine, onu yaşamak gerektiğini öğrendi. Salyangoz ise sırtındaki yükün, yalnızlığını kıran bir dostluk olduğunu hissetti.

Birlikte güneşin altın ışıklarıyla ısındılar. Gök, mavinin en derin tonlarına bürünürken, kelebek hafifçe kanatlarını açtı. Artık gücünü toplamıştı. "Hayat bir bisiklete binmek gibidir. Dengede kalmak için hareket etmeye devam etmelisiniz" der Albert Einstein. Kelebek de hareket etmeliydi ama bu kez aceleden değil, hayatı hissetmek için.

Yumuşak bir esintiyle havalandı, süzülerek gökyüzüne doğru yükseldi.

Salyangoz, onun uzaklaşmasını izlerken içinde tarifsiz bir huzur hissetti. Yolculuğuna devam etti ama bu defa yalnız olmadığını biliyordu. Çünkü bazı yolculuklar, bir yol arkadaşının sessizliğiyle derinleşir, anlam kazanır.

Ve o gün, ikisi de birbirlerinden bir hakikat öğrendi: "Mutluluk varılacak bir yer değil, bir yolculuk biçimidir" demişti Buddha.
Hayat bazen hızlı, bazen yavaş akar ama en kıymetli olan, yolun değil, yolculuğun paylaşıldığı andır.

7 Mart 2025 Cuma

GÜN KADINLARIN GÜNÜ

Kadın, zamana kazınmış bir şiirdir. Kimi zaman bir tarlada elleri nasır tutmuş bir emekçi, kimi zaman bir fabrikada makine gürültüsüne karışan sessiz bir çığlık. Kimi zaman kalemiyle tarihe yön veren bir yazar, kimi zaman meydanlarda haykıran bir devrimci…
Ama her daim bir direniş, her daim bir doğuş, her daim bir umut.
Tarih boyunca kadın, yalnızca bedenini değil, ruhunu da taşımak zorunda kaldı. O, yalnızca işçiliğin değil, varoluşun da mücadelesini vermiştir. Platon’un ideal devletinde hak ettiği yeri, Simone de Beauvoir’ın satırlarında kendine bir isim aramıştır. Oysa o hep vardı. Zamanın en eski masallarında, en acımasız savaşlarında, en büyük devrimlerinde… Fakat çoğu zaman bir gölge gibi, bir dipnot gibi.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, yalnızca bir anma günü değil. Yanmış fabrikaların külleri içinde kalan hayallerin, susturulmaya çalışılan seslerin ve zincire vurulmuş bedenlerin dirilişi. O küllerden yeni bir hayat filizlenir. Çünkü kadın, kendini yeniden doğurmayı bilen bir varlıktır.

Virginia Woolf’un "kendine ait bir oda" arayışı, Rosa Luxemburg’un "özgürlük için" savaşı, Neşet Ertaş’ın "kadın insandır, biz insanoğlu" diyerek yaptığı o derin vurguyla birleşir.
Kadın, ne yalnızca bir anne, ne yalnızca bir işçi, ne yalnızca bir aşıktır. O, varlığın özüdür. Onu yok sayan toplumlar, kendi köklerini kesmeye çalışır.

Bir 8 Mart sabahında, belki bir kadın işine gitmek için uyanıyor, belki bir kadın evladını doyurmak için çabalıyor, belki bir kadın baskıya karşı susmamaya yemin ediyor. Ve her biri, tarihin unutmayacağı bir iz bırakıyor.

O yüzden bu gün, yalnızca geçmişte kaybettiklerimizi değil, gelecekte kazanacaklarımızı da hatırlamak için var. Çünkü kadın, emeğin ve hayatın ta kendisi.

Bugün, meydanlar kadınların sesiyle yankılanacak. Bugün, erkekler desteklerini geride durarak göstermeli; yol açmalı, kulak vermeli ama öncülüğe soyunmamalı. Çünkü bu gün, kadınların kendi sözleriyle, kendi hikayelerini anlattıkları bir gündür. Erkeklerin dayanışması, en çok da geri çekilerek, kadınların özgürce haykırmasına alan açarak anlam kazanır. Bugün, kadınların günü, konuşması gereken onlardır.

Ve dünya, onu susturmaya çalışanlara inat, onun sesiyle yeniden doğacaktı

6 Mart 2025 Perşembe

DALDA VAR İKİ ÇAĞLA BİRİ SANA, BİRİ BANA

Zaman, her meyvenin olgunlaşmasını beklemez. Kimi meyveler vardır ki, en güzel halleri henüz hamken yaşanır. Çağla badem de böyle. Hayatın bize sunduğu ham güzelliklerden biri, sabır istemez, beklemek gerekmez. Topu topu 15-20 gün sürer bu şölen. Yedin yedin, yemedin önümüzdeki bahara. 
Bu hali, en leziz hali. Tuzun içine batır, dişlerinin arasında katır kutur. Tazeliğin çıtırtısı kulaklarında yankılansın. 

Datça yarımadasında bir ay önce patlayan badem çiçekleri, şimdi çağlalara dönüştü. Beyazdan yeşile geçen bir döngü… Doğanın hiç şaşmayan ritmi. Gökyüzü nasıl maviliğini bırakmazsa, toprak da bereketini eksik etmez. Ama insan gözü açtır. Doğa armağanlarını cömertçe sunarken, onun karşısında fırsatçılar bekler. Toptancı köylüden kilo kilo aldığını kat kat fazlasıyla büyük kentlerde gram gram satar. 

Ama biz çağlanın fiyatına değil, felsefesine bakalım. Çağla badem, insanın doğayla kurduğu en eski dostluklardan biridir. Henüz tam olmadan, yeşilken, ekşiyken bile albenilidir. İçinde taşıdığı acımsı tat, hayatın kendisini hatırlatır. Her şeyin en tatlı anı, olgunlaşmadan az önce değil midir zaten? Güzelliği, geçiciliğinde saklıdır. Zaman akar, çağla büyür, içindeki badem olgunlaşır ve bir kabuğa saklanır. Sonra onu kırmak gerekir. Doğa, insanı her aşamasında sınar. Şimdi çağla yeme zamanı, ama bil ki çok geçmeden o da geride kalacak. 

Çağla sadece bir meyve değil, bir öğreti. Sabretmeyi bilene, zamanın değerini hatırlatana, paylaşmayı öğretendir. Onun salatası, mezesi, böreği, yemeği olur. Hatta cacığı bile yapılır. Tıpkı hayat gibi, her halinden tat almak mümkündür. Yeter ki sen onu tanıyıp hakkını veresin. 

Ve işte bir Ankara plakalı araba Ovabükü yollarında… İçinde dört kişi, çağla badem peşinde. Mesudiye’deki çağlalar henüz küçük, Palamutbükü’ndekiler ise tam yemelik. Köylü Ana, onlara bahçelere izinsiz dalmamaları gerektiğini söylerken, bir de mani patlatıyor: 

"Dalda var iki çağla,
Biri sana, biri bana.
Bu çağlalar komşunun,
Helal etmez vallaha." 

Bir çağla için bile helal-haramı gözeten bir kültürden, vicdanı para ile ölçen bir düzene… Ne çok şey değişti, değil mi? Ama doğa hâlâ bildiğini okuyor. Çağlalar büyüyor, çiçekler soluyor, mevsimler dönüyor. Önemli olan, hayatı ıskalamamak. Çünkü bazı lezzetler vardır ki, vakti geçince bir yıl daha beklemek gerekir. 
Şimdi çağla zamanı… Kaçırma.

OY'UNU VERMEK SERBEST, OY'UNA GELMEK YASAK

Bazen bir film yasaklanır ve biz asıl hikayenin perdede değil, perde arkasında oynandığını anlarız.
"OY’una Geldik" filmi, adından da anlaşılacağı gibi, politik bir oyun sahnesine dönüşmüş durumda. Üstelik bu kez başrolde sadece İlyas Salman değil, Kültür ve Turizm Bakanlığı da var.
Yönetmen Kazım Öz, seçimlerde sandık oyunlarını anlatmak için kamera arkasına geçmişti, ama görünen o ki asıl oyun kurucular, filmi göstermek yerine sansürlemeyi tercih etti.

Bu devirde bir filmi yasaklamak, dijital çağın ironisiyle, onu çok daha fazla izlenir ve konuşulur hale getirmek anlamına geliyor. Ama belki de mesele bu değil. Mesele, bir hikayenin hiç anlatılmaması. Çünkü sansür artık sadece neyi izleyip izleyemeyeceğimizi belirlemiyor; neyi konuşup konuşamayacağımızı, hatta neyi düşünebileceğimizi de şekillendiriyor. Sanki birileri, "Düşünme, izleme, sus!" diyor. Ama ironik olan şu ki, tam da bu yasak, insanları daha çok düşünmeye ve konuşmaya itiyor.

Bakanlık karar metnine bakınca, kelimeler sanki Orwell'in "1984" romanından çıkmış gibi.

"Oybirliğiyle uygun bulunmamıştır."

Bu, distopik bir cümlenin gerçek hayata sızmış hali. Peki, neye "uygun" bulunmamıştır? Gerçeklere mi? Eleştiriye mi? İroniye mi? Yoksa sadece yanlış insanları güldürme ihtimaline mi? Belki de "uygun bulunmamak", aslında "gerçeklerin rahatsız edici olduğu" anlamına geliyor. Ne de olsa, gerçekler bazen en büyük komedidir ve en büyük trajedi.

Filmin hikayesine gelince.
Ovacık’ta sol adaylar uzlaşamıyor ve sağ görüşlü biri başkan seçiliyor. Sonrası mı? Koltuğunu korumak için türlü numaralara başvuruyor. Ne büyük tesadüf! Bu öykü, bir film senaryosu değil de, herhangi bir seçim döneminin perde arkası olamaz mıydı? Sansür belki de bu yüzden devreye girdi. Gerçek, bazen kurmacadan çok daha fazla can yakıyor. Ve kimse, özellikle de iktidardakiler, canlarının yanmasını istemiyor.
Bu yasak, bir sinema filmine değil, düşünen, sorgulayan, gülen insanlara getirilmiş bir yasak. OY’unu vermek serbest, ama "OY"una gelmek yasak. Sanki birileri, "Oy verin, ama oyunuzun sonuçlarına fazla takılmayın" diyor. Ne de olsa, demokrasi sadece sandıkta bitmiyor ama sansür, her şeyi bitirebiliyor.

Böyle bir çağda, sansür sadece bir yönetmelik maddesi değil, bir zihniyet meselesi. Ancak unutulan bir şey var: Hikayeler, onları anlatanlardan bile uzun yaşar. Yasaklar gelir geçer, ama iyi bir mizah ve sağlam bir eleştiri, sansürü delip geçer. Çünkü gerçek sanatı engelleyemezsiniz, en fazla ona daha büyük bir seyirci kazandırırsınız. Ve belki de bu, sansürün en büyük ironisi: Yasakladığınız şeyi, daha da güçlü hale getirmenizdir.
Çünkü sansür, her zaman kendi kuyusunu kazar. Ve bu kuyuda, gülenler hep en sona kalır.

1 Mart 2025 Cumartesi

BAZEN KILIÇ DEĞİL, KADINLAR KAZANIR


Atina ile Sparta yıllarca savaşıyordu.
Gökyüzü, kanla sulanan toprakların üstünde kurşuni bir örtü gibi asılıydı. Atina'nın taş sokaklarında, dul kadınların ağıtları rüzgârla birlikte yankılanıyor, geride kalanların yüzünde umutsuzluğun izleri büyüyordu. Lysistrata, savaşın bitmek bilmeyen açlığından bıkmış, ölümü ve yıkımı seyretmekten yorulmuştu.
Bir gece, Parthenon'un mermer basamaklarında, Athena’nın heykelinin önünde diz çöktü. Gözlerini kapadı, nefesini tuttu ve kadim tanrılara seslendi:

"Ey bilgelik tanrıçası! Eğer erkekler barışı unuttuysa, kadınların onlara hatırlatmasına izin ver."

O gece, rüyasında bir kehanet gördü. Küllerden doğan bir ateş, yalnızca kadınların elinde harlanacaktı.

Gecenin örtüsü altında, Atina'nın sokaklarında fısıltılar dolaştı. Lysistrata, kadınları çağırıyordu. Eşlerini, oğullarını, kardeşlerini savaşta kaybetmiş kadınlar, büyük tapınağın avlusunda toplandı. İçlerinde yalnızca Atinalılar yoktu. Sparta'dan, Thebai'den ve hatta Argos'tan gelenler de vardı. Onlar düşman değildi, onların ortak düşmanı, hiç dinmeyen savaşın kendisiydi.

Erkekler savaş meydanında kazandıklarını sanır" dedi Lysistrata, gözleri ateş gibi yanarken. “Ama barış, evin duvarları arasında kazanılır. Onlar bizi görmezden geldiler. Bizi yalnızca keyifleri için hatırladılar. O halde, biz de onları unutturalım. Bizim olmadığı sürece, yataklar soğuk, sofralar boş, şehirler sessiz kalsın.”

Kadınlar, ant içtiler.
Ve ertesi sabah, sessizlik bir kalkan gibi şehrin üstüne indi.

Erkekler başlangıçta kahkahalarla güldüler. Kadınların oyun oynadıklarını sandılar. Ama günler geçtikçe, kahkahalar yerini öfkeye bıraktı. Akropol’ün kapıları kapandı, tapınakların hazineleri kadınların ellerinde kaldı. Ne savaş için altın kaldı ne de teselli için bir dokunuş.

Şehrin meydanında toplanan savaşçılar, kadınlarını tehdit etti. Ancak kadınlar eğilmedi. Lysistrata, Spartalı Lampito ve Thebaili Kleonike ile birlikte, düşmana değil, kendi kocalarına karşı savaşan bir ordu gibi durdu.

"Biz ki evlerin, ocakların, hayatın koruyucularıyız!" diye haykırdı Lysistrata. "Savaşınızı sürdürmek istiyorsanız, yalnız ve soğuk gecelere razı olun!"

Erkeklerin gözleri karardı. Savaş meydanında ölmeye hazırdılar, ama yatağın boşluğunda yitip gitmeye değil.

Süre uzadıkça, Atina'nın en kudretli adamları bile çözülmeye başladı. Savaşın ganimetleri, koca bir şehirde yankılanan sessizliğin içinde bir anlam ifade etmiyordu. Barış müzakereleri başlamalıydı.

Sparta’nın elçileri, Atina’nın generalleriyle buluştuğunda, odadaki tek otorite Lysistrata’ydı. Ne generallerin kılıçları ne de kralların mühürleri, onun tek bir bakışı kadar güçlüydü.

"Bizi barışa ikna edecek neyin var, kadın?" diye sordu Atinalı bir komutan, alaycı bir ifadeyle.

Lysistrata gülümsedi, ardındaki kadınları işaret etti.

"Benim değil," dedi, "hepimizin var."

Ve o gün, kanla değil, kelimelerle mühürlenen bir barış antlaşması yapıldı.

Ama barış, yalnızca bir başlangıçtı. Erkekler, kadınların güçlerini tatmıştı. Direnişin yankısı, yalnızca savaş meydanlarından değil, evlerin avlularından da duyuluyordu.

Lysistrata, bir kez daha Parthenon’un merdivenlerinde durdu. Gökyüzüne baktı, ayaklarının altında uzanan şehre kulak verdi. Atina artık sadece savaşçıların şehri değil, aynı zamanda direnenlerin, barışı getirenlerin de şehriydi.

Ve kadınlar, tarihin tozlu sayfalarına değil, gelecek kuşakların hafızasına yazıldı.

Bu, bir zamanlar erkeklerin dünyasında sesini yükselten kadınların Aristophanes tarafından kaleme alınan hikayesidir. Onlar, savaşların sürdüğü her çağda var olmuş, unutulmuş ve yeniden hatırlanmıştır. Lysistrata’nın adı belki unutulacak, ama onun açtığı kapılar, asla kapanmayacak.

Öne çıkan

ÇAĞLAR ÖTESİNDEN GELEN BİR MASALIN SON SATIRLARI

Zaman, bazı coğrafyalarda durur. Ya da biz durduğunu sanırız. Çünkü aslında akan zamandır, biz ona ancak belirli noktalarda doku...