22 Mayıs 2021 Cumartesi

"KABLUMBAĞA TERBİYECİSİ"NİN KEMİKLERİ SIZLIYOR.



"Oku Anadolu,
Yitip giden senin hikayendir"
Yusuf Yavuz

Adı Osman Hamdi Bey’di.
Sakız Adası’ndaki isyandan sonra devşirilmiş bir Rum vatandaşın oğluydu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yurtdışında eğitim görmesini sağlayan ender insanlardan biriydi.
Öğrenmeye ve araştırmaya meraklıydı. 
Çok iyi bir eğitim aldı.
Hem iyi bir hukukçu,  hem iyi bir ressam, hem yurtsever bir bürokrat, hem uzman bir arkeolog, hem de müzeci oldu.


Onun yaşadığı dönemde yabancılar Osmanlı topraklarındaki tarihi eserleri bir bir yurt dışına kaçırıyordu.
Çünkü 19.yüzyılda bu topraklarda kazılar sadece yabancıların tekelindeydi.
Tarihi eserler taş olarak kabul ediliyor, milli servet  sayılmıyordu.
Padişahtan onay alan yabancı arkeologlar, Anadolu’nun dört tarafını köstebek gibi kazıyor, binlerce yıllık tarihi kültürü talan ediyordu.
İsyan etti.
Bu eserler korunmalı, milli servet kabul edilmeliydi.
Kazıları bu toprağın çocukları yapmalıydı.
Defalarca saray ile görüştü, derdini anlattı.
Sonunda 1884 yılında hazırladığı Asar-ı Antika Nizamnamesi ile tarihi eserlerin sınır dışına çıkarılmasını yasaklattırdı.
Arkeolojik kazılar artık belli kural ve izinlere bağlandı.
Ardından kolları sıvadı, kazma kürek Anadolu’yu kazmaya başladı.
Nemrut Dağı’yla işe soyundu.


Çıkardığı tarihi eserler itinayla İstanbul’a gidiyor, Topkapı Sarayı’nda Çinili Köşk’te sergileniyordu.
Nemrut kazıları sürerken, bir haber geldi.
İtalyan arkeologlar ne yapmış etmiş, Yatağan’daki Stratonikeia antik kantinin kutsal alanı Lagina’yı kazma izni almıştı.
“Olamaz” dedi, “olamaz.”
Nemrut’taki kazılara ara vererek, soluğu Lagina’da aldı.
Ekibiyle önemli kazılar yapıp, çıkan eserleri İstanbul’a gönderdi.Böylece İtalyanlar Lagina’dan tek bir parça götürememişti.

1887 yılındaki Sidon kazıları ile tüm dünyanın dikkatini üzerine çekti.
Buradan çıkardığı muhteşem lahitler Çinili Köşk’e sığmıyordu.Bunların bazıları İskender Lahdi ve Tabnit Lahdi gibi şaheserdi.
Çünkü Çinili Köşk'te artık sergilenecek alan kalmamıştı.
Bir müze gerekliydi.
Modern bir müze.
1887-1888 yılları arasında sarayı ikna etti.
Dönemin ünlü mimarı Alexandre Vallaury’a İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni inşa ettirdi.
Bu müze Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk müzesiydi.
Avrupa’nın sayılı müzelerinden biriydi.
13 Haziran 1891 tarihinde ziyarete açıldı.
Bu tarih günümüzde hala müzeciler günü olarak anılmakta.
1993 yılında dünyada yılın müzesi seçildi.
Ardından  Avrupa Konseyi Müze Ödülü’nü aldı.



İstanbul Arkeoloji Müzesi içinde bir milyondan fazla tarihi eser barındırıyor.
Gezerken, tarihin hala yaşadığını hissedebiliyorsunuz.
Çünkü Hititler’in, Sümerler’in, Mısırlılar’ın, Asurlular’ın, Karyalılar’ın, Frigyalılar’ın, Likyalılar’ın, Lidyalılar’ın ve onlar gibi bir çok kültürün sesini duyabiliyorsunuz.
Dünyanın ilk aşk şiirini okuyabiliyorsunuz?

Dün ajanlara bir haber düştü.

İstanbul Arkeoloji Müzesi'ndeki depolar dolduğu için bir çok tarihi eser kapatılan Atatürk Havaalanı’na nakledilecekmiş.
Zaytung değil, gerçek bu.
Üstelik sadece tarihi eserler değil,  eserlerin bakım ve restorasyonlarının yapıldığı konservasyon laboratuvarı da taşınıyormuş.
Olacak iş değil.
Uzmanlar uyarıyor, arkeologlar bu karara tepki gösteriyor.
Taşınma sırasında tarihi eserlerin zarar görmemesi imkansız.
Ayrıca bir bütün neden bozuluyor.
Müzenin etrafında başka yer mi yok?
Örneğin Eski Darphane binaları ne işe yarıyor.
İngilizler British Museum’u genişletmek için etrafındaki bir çok binayı milyonlarca sterlin ödeyerek kamulaştırdı.
Bir çok  Avrupa ülkesi de aynı yöntemi uygularken, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin etrafındaki binaları satın alabilecek, kamulaştıracak  gücü yok mu?
Hatırlar mısın?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan saray yapıldığında şöyle demişti.

“Yabancılar Saray’ı görünce, ‘haa burası büyük bir devlet diyor.”

Maalesef saray yapmakla büyük devlet olunmuyor.
Tarihine, kültürüne, geçmişine sahip çıkan devletler büyük devlet olabiliyor.
Bunu Cumhurbaşkanına anlatacak bir tane danışman yok mu?


Osman Hamdi Bey çok iyi bir ressam’dı.
“Kaplumbağa Terbiyecisi" en önemli eserlerinden biriydi.
İnanıyorum ki, kemikleri bugün sızlıyordur.























20 Mayıs 2021 Perşembe

SOYKIRIMI BİR DE ÇİCEKLERDEN DİNLEYİN



1864 yılının Mayıs ayıydı.
Karadeniz kıyılarında çicek ayıydı.
Çicek umuttur, bahardır aslında.
Ama bu kez karakıştı adeta.
Karahindiba çicekleri beyazlaşmıştı, tüyleri etrafa saçılıyordu.
Rüzgarla gökyüzünü sarıyorlar ve ovaları, dağları, denizleri aşıyorlardı.
Onlar gökyüzünde uçuşurken, yeryüzünde korkunç şeyler oluyordu.
İşkenceler, cinayetler, tecavüzler.
Evler yakılıyordu..
Yuvalar yıkılıyordu.
Anne karnında bebeler süngüleniyor, hasta yatağında yaşlılar öldürülüyordu.
İnsanlar can havliyle kaçarken, yakalananın başı kesiliyordu.
Kesilen başlar, mızraklara geçirilip, sevinç naralarıyla köy köy dolaştırılıyordu.


Yüzlerbinlerce kesik baş daha sonra Karadeniz’e atılıyordu.
Başı kesilenlerin bedenleri parçalıyor, köpeklere veriliyordu.
İnsan cesetlerinden çöplükler oluşuyordu.
Ve o çöplüklere atılmış bir kadının kucağındaki bir bebek, ölmüş annesinin memesinden süt içmeye çalışıyordu.
Karahindiba çicekleri bu vahşete tanık oluyordu.

İşte bu vahşetin adı "Çerkes Soykırımı" idi.
Çarlık Rusyası'nın askerleri Karadeniz’e inmek için Çerkesya’ya saldırmıştı.
Saldırının tek hedefi vardı, Kuzey Kafkasya halkını yok etmek.
Etnik temizlikti bu.
Çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç ayırmadan öldürdüler.
Güzelim coğrafyayı kan gölüne çevirdiler.
Kafkasya’yı işgal ettiler.
Bu soykırımda 1 milyona yakın Çerkes öldürüldü.
Yüzbinlerce insan, binlerce yıllık yurdundan kaçmak zorunda kaldı.
Yüzbinlercesi de tehcir edildi.
Yaşanan vahşet o kadar büyüktü ki, Rus edebiyatının simge ismi Tolstoy şunları not etmişti.
“Rus askerinin gecenin kara örtüsü altında gerçekleştirdiği vahşet, o kadar dehşet vericiydi ki, hiç bir rapor görevlisi bunlara aktarmaya cesaret edemezdi.”

Soykırımdan yıllar sonra bölgeye araştırmaya giden tarihçi Simon Canaşia’ya 91 yaşındaki bir Çerkes’in anlattıkları vahşetin büyüklüğünün belgesiydi.
"Deniz kenarında atılmış insan kemikleri vardı. Kargalar erkek sakallarından ve kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz yedi yıl boyunca karpuz gibi insan kafataslarını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile görmesini istemem."
Ama dedik ya, Karahindiba çicekleri görmüştü tüm olanları.
Çünkü Kadim Çerkes Kültürüne göre bu çicekler herseyi görür, duyar, not eder, zamanı geldiğinde de herkese anlatırlardı.
Asla yalan söylemezlerdi.
Ve 157 yıldır anlatıyorlar.
Çerkes Soykırımı’nı anlatıyorlar.
Bu yüzden soykırımın simgesi oldular.
Bakın o çicekler Çerkes bir ozanın anlatımıyla bizlere nasıl sesleniyorlar.

"Benim Adım Karahindiba Çiçeği
Binlerce yıldır gökyüzünde uçarım. Ovaları, dağları, denizleri, çölleri aşarım. Sizin duymadıklarınızı duyar.
Sizin görmediklerinizi görürüm. Ben Çerkeslerin 21 Mayıs 1864 tarihinde yaşadığı Soykırım ve sürgünü gördüm ve bu trajedinin şahidiyim. Bundan böyle ben, soykırıma uğramış, sürgün edilmiş, kimliklerini, kültürlerini ve anadillerini yaşatmak için, Onurlu bir şekilde mücadele eden Tüm Çerkeslerin simgesiyim. Bugünden itibaren, Beni nerede, nasıl, ne zaman görürseniz Çerkeslerin SOYKIRIM ÇİÇEĞİ olarak HATIRLAYIN ve HATIRLATIN.”

#ÇerkesSoykırımı 
#21Mayıs1864 
#CircassianGenocide

1 Mayıs 2021 Cumartesi

1 MAYIS VE YERİ GÖĞÜ İNLETEN MARŞIN HİKAYESİ.



Yıl 1974'dü.
Türkiye'de sınıfsal mücadelenin yoğun olduğu günlerdi.
Tiyatro Sanatçısı Rutkay Aziz’in Genel Sanat Yönetmenliğini yaptığı Ankara Sanat Tiyatrosu önemli bir oyun hazırlıyordu.
Bu Bertolt Brecht’in “Ana” oyunuydu.
Maksim Gorki’nin “Ana” romanından uyarlanmıştı.
Oyun müziklerini Sarper Özsan yapacaktı.
Oyundaki tüm şarkı sözleri Bertolt Brecht tarafından yazılmıştı.
Biri hariç.
1 Mayıs 1905" konulu sahne.
Brecht o bölüm için "İşçiler marş söyleyerek sahneye girer” diye yazmıştı.
Ancak ortada ne bir marş, ne de söz vardı.
İşçi rolündeki oyuncuların bir marş söylemesi gerekiyordu.
Sarper Özsan işe koyuldu.
O sahneye uygun marş bulmak için gecesini gündüzüne kattı.
Sonunda başardı.
Ankara Sanat Tiyatrosu’nun oyunu sahnelediği gecede o bölümde o marş söylendi.
Oyuncular sahneye o marşla girdi.
*. *. *
"Günlerin bugün getirdiği baskı zulüm ve kandır
Ancak bu böyle gitmez sömürü devam etmez
Yepyeni bir hayat gelir bizde ve her yerde
1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı
Yepyeni bir güneş doğar dağların doruklarından
Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarından
Yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir
1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı
Vermeyin insana izin kanması ve susması için
Hakkını alması için kitleyi bilinçlendirin
Bizlerin ellerindedir gelen ışıklı günler
1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı
Ulusların gürleyen sesi yeri göğü sarsıyor
Halkların nasırlı yumruğu balyoz gibi patlıyor
Devrimin şanlı dalgası dünyamızı kaplıyor
Gün gelir gün gelir zorbalar kalmaz gider
Devrimin şanlı yolunda bir kağıt gibi erir gider."
*. *. *
O sahnede bu marş çalarken, salon yıkıldı.
Oyuncular ve seyirciler tek yürek, tek ses olmuştu.
O tarihten sonra "1 Mayıs Marşı" olarak milyonların önce yüreğine, sonra diline yapıştı.

1976 yılından itibaren meydanlara ulaştı.
Defalarca yasaklandı.
Söyleyenler tutuklandı.
Kasetler toplatıldı.
Yakıldı.
Yıllarca süren baskı ve zulüm bu marşı susturamadı.
O gün, bugün söyleniyor.
Yarın da söylenecek.
Ta ki, emeğin iktidarına dek.

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...