21 Kasım 2018 Çarşamba

YA ÇALIŞARAK YAŞAMAK, YA SAVAŞARAK ÖLMEK.




Yıl 1831’di.
Fransa’da fırtına öncesi sessizlik vardı.
Devriminin üzerinden bir yıl geçmişti ama işçiler, köylüler hala eziliyor, hala sömürülüyordu.
Devrim onların hayatını değiştirmemişti.
İşçi sınıfı özellikle Lyon kentinde örgütlüydü.
Çünkü Lyon’da dokuma sanayi çok ilerlemişti.
Kentin nufüsu 65 bine yakındı.
Bunun 30 bini dokuma işçisiydi.
Dokuma işçileri çok zor şartlarda çalışıyorlardı.
Günde 2-3 frank karşılığında 16 saat ter dökmek zorundaydılar.
Üstelik iş bulanlar boğaz tokluğuna çalışırken, iş bulamayanlar sokaklarda dileniyordu.
İşçiler defalarca ücretlerinin artırılma için girişimde bulundu.
Ancak fabrikatörler bu isteklere duyarsız kalıyordu.
Sonunda Lyon Belediye Başkanı girdi devreye.
22 dokuma işçisi ile 22 işvereni bir masada buluşturdu.
Hararetli tartışmalardan sonra taraflar ortak bir ücret konusunda anlaştılar.
Ancak, kısa bir süre sonra işverenler anlaşmayı ihlal etti.
İşçiler greve gideceklerini söyleyince de, lokavt uyguladılar ve birçok iş yerini kapattılar.
Artık ok yaydan çıkmıştı.
Tarih 21 Kasım 1831’di.

Sabahın erken saatlerinde 30 bin dokuma işçişi işyerlerini terk ederek şehir merkezine yürüyüşe geçti.
Önlerinde kara bir pankart vardı.
“Ya çalışarak yaşayacağız, ya da savaşarak öleceğiz!”
Geçtikleri her sokakta da halka bildiri dağıtıyorlardı.
Bildiride de şöyle diyordu.
"Uğrunda savaştığımız sorun tüm insanlığın sorunudur. Fransa’nın mutluluğu, güvenli geleceğidir. Bu sabah özgürlüğün güneşi doğdu şehrimize. Hiçbir gücün onun ışığını yok etmesine izin vermeyeceğiz. Yaşasın gerçek özgürlük!"
İşçiler taşkın sel gibiydi.
Polis güçleri engel olmaya çalışsa da onları durduramadı.
Dalga dalga meydana girdiler.
30 bin kişiydiler.
Lyon’u kuşattılar.
Ancak, bundan sonra ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
Siyasi bir programları yoktu.
Fransız burjuvazisini nasıl pes ettireceklerini düşünmemişlerdi.
Devletin sert müdahalesi bekliyorlardı ama buna karşılık vermeye hazır değildiler.
Kentin girişlerini barikatlarla çevirdiler.
Ve beklemeye başladılar.
Üç gün sürdü direniş.
Üç gün sonra 24 Kasım 1831’de Fransız Ordusu 30 bin askerle Lyon’a girdi.
Asker acımasızdı.
Komutanları “vur” emri vermişti.
Karşı çıkanı orada öldürdüler.
Tam 535 işçi öldürüldü.
Binlercesi yaralandı.
Burjuvazi direnişi kanla bastırdı.

Çalışarak yaşamak isteyenler, savaşarak öldüler.



Hani Nazım Hikmet’in Bedrettin için feryadı var ya.
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zaruri neticesi bu!
deme bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.”

Fransa’da bu dilden anlamayan yürekler Lyon’da yenilseler bile 1871 Paris Komünü’nün fitilini ateşlediler.
Lyon Direnişi'nde hayatını kaybeden 535 işçinin anısına saygıyla.

40 PARALIK ADAMLAR


Toplumumuzda çok kullanılan bir sözdür.
"Kaç paralık adam ki"
Sanki adamlığın ölçü birimi paraymış gibi.
Parası olana beyefendi denir.
Parası olmayan adam bile değildir.
Yaşlılar daha iyi bilir.
Eskiden öğrenciler de parayla değerlendirildi.
"40 paralık adamlar" denilirdi.
Eylem yapan, hakkını arayan öğrencinin genel adıydı bu.
"40 paralık adamlar"
Peki, neden 10, 20, 30 değil de, 40 paralık adamdı öğrenciler?.

*.  *.  *

Tarih; Teşrinisani 1924'tü.
Yani 1924 yılının Kasım ayı.
Bundan tam 90 yıl önce.
İstanbul'da tramvay şehir ulaşımı Konstantinopol isimli bir Belçika şirketine aitti.
Cumhuriyet kurulduktan sonra yabancı şirketlerle masaya oturulmuş ve sözleşmeye bazı şartlar konmuştu.
Bu şartlardan birine gö

re öğrenciler kimliklerini göstermek şartıyla yarı fiyatına tramvaya binecekti.
Belçika şirketi Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm şartlarını kabul etti..
Tramvayda tam bilet 80 para, öğrenci 40 paraydı.
Ancak Osmanlı döneminde her istediği yapılan Belçika şirketi sorun çıkarıyordu.
Öğrencilerden de tam bilet parası, yani 80 para istiyordu.
15 Kasım 1924'te Tıp Fakültesi öğrencileri örgütlendi.
İstanbul'un tüm duraklarında tramvaya binecekler ve 40 para ödeyeceklerdi.
Harbiye durağından binen bir grup öğrenci 40 para verince biletci kabul etmedi ve tramvayda olaylar çıktı.
Kavganın büyümesi üzerine vatman tramvayı durdurdu.
Olay yerine yetişen şirket işçileri ile öğrenciler arasında arbade yaşandı.
Yoldan geçen bazı vatandaşlar da hakkını arayan öğrencilere tepki gösteriyordu.
"Ne olacak, bunlar 40 paralık adamlar"
Bir anda iki el silah sesi duyuldu ve iki öğrenci vurularak yaralandı.
Silahı ateşleyen polis Harbiye karakolunua sığınarak linçten zor kurtuldu.

*.  *.  *

Ertesi gün İstanbul'daki tüm üniversite öğrencileri ayaklanmıştı.
Belçika şirketinin Beyoğlu'ndaki Metrohan'da bulunan merkezini basıp herşeyi talan ettiler.
Şirket yetkilileri canlarını zor kurtarıp Sirkeci'de bulunan Sansaryanhan'daki İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne sığındı.
Polisin ve şirket yetkililerinin tüm girişimlerine ve sözlerine rağmen olaylar 3-4 gün yatışmadı.


Sonunda 21 Kasım 1924'te, yani 94 yıl önce bugün Konstantinopol şirketi pes etti.
Artık öğrenciler her yerde tramvaya 40 paraya binecekti.
Bu, Cumhuriyetin ilk toplu öğrenci eylemiydi ve başarıyla sonuçlanmıştı.
İki öğrenciyi yaralayan  polis memuru Hüseyin Efendi ise, "Silahım kendiliğinden ateş aldı" deyince, hapisten kurtuldu ama meslekten el çektirildi.
Bugün öğrenciler toplu ulaşım araçlarına yarım biletle biniyorsa, bu 1924 yılındaki o "40 Paralık adamlar"ın sayesindedir..
Eskilerin öğrencilere "40 paralık adamlar" demesinin nedeni de budur.

*.   *.    *

Aradan tam 94 yıl geçti.
Bugün üniversite öğrencileri böyle bir eylem yapsa düşünün neler olur?
Biber gazı, toma suyu ve plastik mermi.
Onlarca yaralı, belki de ölü.
...Ve gazetelerde "Vandallar" manşetleri.
'Demokrasimiz ileri gidiyor' diyen kimdi?

19 Kasım 2018 Pazartesi

İNSANLIK NE YANA DÜŞER USTA?


1943 yılının ilkbahar aylarıydı.
İkinci Dünya Savaşı günleri.
Yunanistan'ı işgal eden Nazi Almanyası, Rodos ve Simi adalarını da ele geçirmişti.
Kaçan kaçanaydı.
Kaçanlar en yakın yere, Datça'ya sığınıyordu.
Aralarında asker kaçakları da vardı.
Bir günde Palamutbükü'ne 300 kadar İtalyan, 60 kadar da İngiliz askeri sığınmıştı.
Datçalılar asker kaçaklarına kucak açmıştı.
İtalyanlar'ı köyün camisine, İngilizler'i de ilkokuluna yerleştirdiler.
Köy bekçisi Süleyman Çete, ev ev dolaşıp sığınmacılar için ekmek ve yiyecek topluyordu.
Köylüler sığınmacıların ihtiyaçları karşılamaya çalışıyordu.
Kaçaklar hep korkulu gözlerle bakıyordu etrafa.
Gökyüzünde bir uçak sesi duyulduğunda İtalyan ve İngilizler panik halinde ara sokaklara gizleniyordu.
İtalyan sığınmacıların arasında bir kadın vardı.
Kucağında bir çocuk.
Bir tane de karnında.
Sürekli "Yannimu! Yannimu!”  diye çırpınıyordu.
Bağırmaktan sesi kısılmıştı.
Ağlamaktan gözleri kan çanağıydı.
Köy halkı neden ağladığını bilmeden, merak ve üzüntü içinde kadını izliyordu.
Bir kaç kişi koluna girip, Hüseyin Çavuş’un bahçesindeki evin boş bir odasına götürdüler.
Sonra İtalyanca bilen birini buldular.
Sordular kadına, "derdin ne?"
Anlattı.
O anlattıkça, olay anlaşıldı.
Meğer  İtalyanlar'ın bazıları karşıdaki Tilos Adası'ndan kayıklarla kaçmışlar Datça'ya.
Yolda kayığın biri kaybolmuş.
Kadın, "onlar öldü, boğuldu" diye ağlıyormuş.
Haberi duyan köylüler kadının üzüntüsüne ortak olmuştu.
Ancak, bir kaç gün sonra güzel bir haber geldi.
Battı sanılan kayık Bozburun'a çıkmıştı.
Bir anda Türkler, İtalyanlar ve İngilizler büyük bir sevinç yaşadı.
O zamanlarda hergün 10-20 kaçak Datça'nın köylerine sığınıyordu.
Köylüler sığınmacıların yardımına koşuyordu.

*.  *.  *

Çeşme Köy'ün yerlilerinden Cahit Çete böyle anlatmıştı o günleri Datça Yerel Tarih Derneği Başkanı rahmetli Nihat Akkaraca’ya.
Yıl 2018.
Aradan 75 yıl geçmiş.
Merak ediyor insan.
Yarın 200 Suriyeli mülteci Datça’ya sığınsa ne olur acaba?

18 Kasım 2018 Pazar

VER BİR KIZLI RAKI


Hatırlarsınız.
Atatürk ve İnönü'yü ima ederek "iki alkolik" demişlerdi.
Cumhuriyeti kuranları hep içki içmekle eleştirmişlerdi.
Hem de "Kızlı erkekli içiyorlar" diye suçlamışlardı.
"Kızlı erkekli" demekle neyi ima ediyorlardı bilinmiyor ama ecdadımız
Osmanlı'nın "Kızlı Rakı" içtiğini biliniyor.
Hem de erotik kızlı.
*.  *.  *

Kızlı Rakı Osmanlı döneminin en tutulan rakısıydı.
Bizim Yeni Rakı gibi..
"Kızlı Rakı" nın şisesinin üzerinde, üzüm salkımına oturmuş erotik bir kız resmi bulunuyordu.
Üstelik kızın üzerinde bedenini gösteren şeffaf bir elbise vardı ve bir göğsü de meydandaydı..
O yüzden "Ver bir şişe kızlı rakı" denilirdi.
Ecdadımız, şişenin üzerindeki bu kıza baka baka demlenirdi.
*. *. *

Ecdadımızda içki kültürü çok yaygındı.
11. Yüzyıl yazarı Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat’it Türk adlı eserine göre çeşit çeşit şarap vardı bu toplumda.
Bunlar  süçik, çağır, bor ugut, agartgu, begni ve buhsum'du.
Osmanlı'da da devam etti bu kültür.
Bir çok padişah şaraba çok düşkündü.
Topkapı'daki şarap mahzenlerinin keşke bir dili olsa da anlatsaydı.
Şeyhülislam, tarihçi ve müderris Hoca Sâdeddin Efendi, şarap içen ilk padişahın 1.Beyazıt olduğunu söyler. 
"Bu öyle bir altın sudur ki dünyanın bütün hazinelerine üstündür.  Bir dilenciyi cihangir; kudretsiz bir adamı İskender yapar." diyen Ayyaşların Piri Bekri Mustafa döneminin Şeyhülislamı Zekeriyazade Yahya Efendi de,  bir şiirinde şöyle yazıyordu.
"Mescitte riya pişeler etsin ko riyayı.
Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai."
Türkçesi.
"Mescitte ikiyüzlüleri bırak,  ikiyüzlülük etsinler 
Sen meyhaneye gel, ne ikiyüzlülük var, ne ikiyüzlü"
Saray şairlerinden Fuzuli, Baki gibi isimler de bir çok şiirinde içki sofralarından, şaraptan söz ederdi.
Rum Diyarının Mevlanası (Mevlana Celalettin Rumi) nİn  şarapla ilgili şiirleri duyguluydu.
*.  *.   *
Peki din adamları, padişahlar içer de toplum durur mu?
Zaman zaman yasaklansa da, Osmanlı toplumunda akşamcılık yaygındı.

17. Yüzyılın ünlü gezgini Evliya Çelebi, Seyahatnamesi'nde o dönemin İstanbul'unu şöyle anlatırdı.
"İstanbul'un dört çevresinde meyhaneler çoktur ama çokluk üzre Samatya kapısında, Kumkapı'da, Yeni Balıkpazarı'nda, Unkapanı'nda, Cibali kapısında, Fener kapısında, Balat kapısında ve Hasköy'de bulunur. Karadeniz Boğazı'na varınca her iskelede meyhane bulunur ama Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve Anadolu tarafında Kuzguncuk, Çengelköy, Üsküdar ve Kadıköy'de tabaka tabaka meyhaneler vardır." 
Evliya Çelebiye göre  o yıllarda İstanbul'da tam 2.623 meyhane var ve bu meyhanelerde  11.639 kişi çalışmakta.
Alkol büyük bir sektördü.



Ecdadımız Osmanlı'da içkinin ne kadar yaygın olduğunu anlatan daha onlarca örnek var.
Bakın dünyaca ünlü İslam Düşünürü, yazar, bilim adamı  İbni Sina ne diyor?
“Şarap gerçekten ruhun gıdasıdır..
Onun rengi ve kokusu gülün rengini ve rayihasınıi bastırır.
Tad bakımından baba öğüdü gibidir; acı fakat yararlıdır.
Şarap içmek cahile göre batıl, bilgin yanında haktır.
Aklın fetvası ile âlime helal olmuştur..
Şeriat hükümlerinde ahmak olanlar için haram sayılmıştır..
Cahili şeytana, bilgeyi tanrıya yöneltir.”

14 Kasım 2018 Çarşamba

O ILGIN AĞACI



Anadolu’da bir köy.
Dağ başında üç beş hane.
Sürdürüyor uzun sözün kısasını deli divane. 

Bir gün UFO (kimliği belirlenemeyen uçan cisim) gibi bir genç geldi bu köye.
Neyin nesi, kimin fesi, soran – bilen yok.
O sırada köyün bir sığırtmaca ihtiyacı vardı.
Bizimkinden iyisi mi olacak?
Kendisinin tavuğu bile yoktu ama köyün davarını – naharını (küçükbaş ve büyükbaş hayvan sürülerini) o güdüyordu.
“Garip Çoban” diyorlardı ona.
Gel zaman git zaman, bizim Garip’in fakir gönlü, köyün tek zengin adamının kızına konmaz mı?
Ulan oğlum; sen bir garipsin; sen kiim, ağa kızı kim?
Ama Garip’in de olsa, gönül bu.
Yasak, ferman dinler mi?
Bizimki, dere kıyısından bir kamıştan yedi delikli bir kaval yaptı.
Kara sevdasını, kavalın yanık sesiyle dillendiriyordu.
Bir gün, bizim köyün güzelini, çayın öte yakasının ağasının oğluna istediler.
Dediler ki “Bahçenizdeki güle dermeye geldik, prensesinizi prensimize istemeye geldik.” 
“Eh, düşünelim, nasipse” falan denildi.
Arası soğumadan söz, nişan derken, sıra geldi düğüne.
İki köyde toy dernek kuruldu.
Zurna öttürüldü, davula vuruldu.
Derken, geldi çattı gelin alma.
Gelin ata bindi, “ya nasip” dedi.
Nasip olmadı.
Gelin alayı yürüdü, çayın yanında duruldu.
Zira, deli çay, büsbütün dellenmiş, üzerindeki köprüyü yıkmıştı.
Ama, gelin, baba evine dönemezdi.
“Deh” ettiler gelinin atını dereye.
Birkaç adım attı atmadı, deli dalgalar atı devirdi; at bir yana, gelin bir yana.
Herkes çayın kıyısında “koşun, “kurtarın murad almamış gelini” diye bağırıyordu ama, bir Allah’ın kulu suya atlayayım demiyordu.
Vaziyeti, bayırın yükseğinden gören Garip Çoban, yel oldu esti, sel oldu aktı.
“Savunun bre gavatlar” deyi suya atladı.
Gelini tuta yazdı ama, gür bir dalga, ikisini boz bulanık suya gömdü.
Aldı da vermedi geri.
O günden sonra ikisini de gören tutan olmadı.
Yalnız, ertesi yaz, o derede birisi beyaz, diğeri pembe iki ılgın çıktı.
Dediler ki o köyün söz bilenleri;
"İşte, şu pembe çiçekli ağaç bizim murad almamış gelinimiz, ak çiçekler açan da Garip Çoban.”
*. *. *

Mitolojiyi şiire döken Prof. Dr. Şadan Gökovalı Anadolu Efsaneleri’nde böyle anlatır Ilgın Ağacı’nın hikayesini.

Şimdi gari sizin de yolunuz Datça Mesudiye’ye düşürse, Ovabükü’nde deniz kıyısında Nil Pansiyon’nun önündeki ılgın ağacının altına uzanın.
Akdeniz ve Ege’nin damıtılmış rüzgarlarında Garip Çoban ile Gelin kızın seslerini duyacaksınız.

13 Kasım 2018 Salı

RODOS MÜFTÜSÜ VE BİZİM DİYANET İŞLERİ BAŞKANI


İkinci Dünya Savaşı günleriydi.
Nazi Almanyası sonunda Yunanistan'ı işgal etmiş, Ege Adaları'na saldırıyordu.
Junkers bombardıman uçakları taş taş üstünde bırakmıyordu.
Yıl 1943'tü.
Naziler Rodos'u da ele geçirmişti.
Ve ilk işleri adada yaşayan yahudileri fişlemek oldu.
Tüm yahudileri yakında toplama kamplarına götürmenin hazırlığıydı bu.
Ardından sinegogları, yahudi mahallerini bastılar.
Altın, gümüş değerli ne varsa el koydular.
Yahudi din adamları çaresizdi.
Ellerinde 800 yıllık kutsal kitapları tevratlar vardı.
Toplama kamplarına giderken, bu tevratları yanlarında götüremezlerdi.
Naziler hemen el koyardı.
Sinegoglarda gizleseler, Almanlar mutlaka bulurdu.
Ayrıca Sinegoglar bile bombalanıyordu.
Kutsallarını adada emanet edecek kimse de yoktu.
Hahamlar günlerce tartıştı, kafa yordu.
Ama çare bulamadılar.
Mecburen tevratları Naziler'e vereceklerdi.
İşte o anda bir müslüman din adamı çıktı ortaya.
Rodos müftüsü Şeyh Süleyman Kaşlıoğlu.
Ölümü göze alarak, yahudi din adamlarına "Tevratları bana verin, Murad Reis Camii'nde minbere saklarım. Nazilerin camileri bombalama riski az ve minberde tevrat olacağını asla düşünemezler" dedi.
Rodoslu yahudiler 800 yıllık kutsal kitaplarını Müftü Şeyh Süleyman Kaşlıoğlu'na teslim ettiler.
Sonra kampa götürüldüler.
Günler, haftalar, yıllar geçti.
Savaş bitti.
Toplama kampından Rodos'a giden 1673 yahudiden sadece 151'i geri dönebildi.
Onları limanda karşılayanlar arasında Rodos Müftüsü Şeyh Süleyman Kaşlıoğlu da vardı.
Emanete gözü gibi bakmıştı.
Tevratları yahudilere teslim etti.
Müftü Kaşlıoğlu, aynı adada, aynı havayı soluyan, aynı suyu içen, aynı mahallede yaşadığı insanların kutsallarına, farklı dinden olsalar bile saygı göstermenin onurunu yaşıyordu.

*.   *.  *

Yıl 2018.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, cumhuriyete, kurtuluş savaşına, kuvvayi milliye, Atatürk'e hakaret ederek, milyonlarca insanın değerlerini, kutsallarını aşağılamaya çalışan meczup Kadir Mısıroğlu'nu ziyaret etti.
Objektiflere boy boy poz verdi.
Hem de 10 Kasım'dan bir gün önce.
Fesli meczup Mısıroğlu'nu tasdik edercesine.

1943'ten 2018'e.
Dinin ve din adamının nereden nereye geldiğini görebiliyor musunuz?
Bir Rodos'ta ölüm tehlikesini göze alarak, mahallesindeki yahudilerin kutsalını camide gizleyecek kadar hoş görülü Müftü Şeyh Süleyman Kaşlıoğlu'na bakın.
Bir de, kendi vatandaşlarının, kendi dindaşlarının değerlerine, kutsallarına hakaretler yağdıran fesli meczubu ziyaret eden Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'a.
İrtica ve yobazlık budur işte.

12 Kasım 2018 Pazartesi

ENGİN ARDIÇ VE GENELEV KADINLARI


"10 Kasım'da her yer kapalıydı, genelevler kapalı mıydı bilmiyorum?" diyen her devrin iktidar borazanı, sözde gazeteci ve yazar Engin Ardıç, bu ülkede yaşayan milyonlarca insanın duygularına, değerlerine hakaret etmekle kalmadı, genelev kadınlarını da aşağıladı.
Zamanında Turgut Özal'a aşık olan, sonra Cem Uzan'a sevdalanan, ardından AKP'ye yavuklanan bu zavallı, namusun bacak arasında değil, beyinde olduğunu bilmeyecek kadar bir zır cahil.

İşte bu zihniyet 1960'lı yıllarda genelev kadınları kadar namuslu olamadı.
O yıllar Amerikan emperyalizminin Türkiye'yi kuşatmaya başladığı yıllardı.
6. Filo İstanbul'u ziyaret ediyordu,
İktidarın emriyle İstanbul genelevlerinin duvarları beyaza boyanıyor, süsleniyor ve Beyoğlu'ndaki Abanoz Sokak'ta girişe İngilizce "Hoşgeldiniz" yazdırılıyordu.

Devlet, Amerikan askerinin seks ihtiyacının en iyi şekilde karşılanması için adeta seferber olmuştu.
Ancak, Missouri Zırhlısı'ndan inen cebi paralı Amerikan askerlerini büyük bir şok bekliyordu.
Devletin Yanki'ye pazarlamak istediği hayat kadınları, "Biz işgalci Amerikan askerini eğlendirecek kadar namussuz değiliz" diyerek greve gittiler.
6. Filo gidene kadar da çalışmadılar.
Bu dünya tarihinin en ilginç grevlerinden biriydi.
Yanki şok olmuştu.
Ancak, genelev kadınlarının devlete karşı gelmelerinin bedeli de ağır oldu.
Kısa bir süre sonra Abanoz Sokak'taki tüm genelevler kapatıldı.
O yıllarda 6. Filo'ya ve Amerikan askerine pezevenklik yapılmasına karşı çıkan akademisyenler, öğrenciler, ilerici gençler cezalandırıldı.
İktidar şakşakçıları ise hep kollandı.





Engin Ardıç  yazısında genelevleri cumhuriyetin açtığına dair bir algı da yaratmak istiyor.
Oysa Türkiye'de genelev açılmasına izin veren ilk kişi, Osmanlı Padişahı 2. Abdülhamit.
Sonra da Abdülaziz.
Bu iki padişah döneminde ülkede seks sektörü o kadar büyüyor ki, Ernest Hemingway İstanbul notlarında "Avrupa'daki refah döneminin en çılgın yılları bile buradaki fuhuşla yarışamaz" diye yazıyor.
Tarihçi Mustafa Galip'in kayıtlarına göre de o yıllarda İstanbul'da 175 genelev ve beş bine yakın seks işçisi var.

Bir insan Atatürk'ü sevmeyebilir.
Cumhuriyet rejimini benimsemeyebilir.
Eleştirebilir de.
Ama, hakaret, aşağılama asla kabul edilemez.
Engin Ardıç denen bu zavallıya en güzel cevabı veren ve sosyal medyada çok dolaşan Temel Sağıroğlu'nun yazısıyla noktalayalım. 

"10 KASIM’DA GENELEVLER AÇIKTI ENGİN


"Madem ki bilmediğini yazarak sormuşsun ben sana cevap vereyim ENGİN

Eskiden 10 Kasım’da Genelevler kapalı olmazdı. Böyle bir yasa veya kanun hükmünde kararname yoktu ENGİN
Genelevdeki kadınlar kendi iradeleri ile o gün çalışmazlardı. Çünkü o kadınların bedenleri satılık ruhları ise bakireydi ENGİN

Genelevdeki kadınlar döneklik nedir bilmezler.
Bedenleri için bir tarife mevcut olsa da değişmez ilkeleri, sarsılmaz prensipleri vardır ENGİN
Özal döneminde saksafon, Çiller döneminde klakson, Ecevit döneminde akordiyon çalmazlar ENGİN

Birçok insanla para karşılığı yatsalar da sadece 1 kişiyi sever ona bağlanırlar ENGİN
Aşkı da sevgiyi de iyi bilirler. Ruhlarını sadece sevdiği erkeğe verirler. Gazetelere makale değil, kokulu kağıtlara aşk sözcükleri yazarlar.
Kalemleri arkadan önden çalışmaz ENGİN
*
Ben seni çok iyi tanırım ENGİN
Devran senin devranın bitmeden keyfini çıkar ENGİN
Bir soru da benden
Genelevdeki o kadınların sahip olduğu onura sahip misin ENGİN?"


10 Kasım 2018 Cumartesi

MUSTAFA KEMAL'İN EN SADIK DOSTLARI.



Bizim resmi tarih, devlet büyüklerinin insani yönlerini pek yazmaz.
Özellikle yazmaz.
Sanki onlar etten kemikten değildir.
İnsanüstü varlıklardır.
Korkmazlar,ağlamazlar.
İlahtırlar.
Yüce ve uludurlar.
Tek adam yaratan sistemlerde bu yöntem çok işe yarar.
Oysa onlar da bizim gibi insandır.
En büyük devrimleri yapanlar da, ülkelerini uçuruma atanlar da etten kemikten insanlardır.
İnsana ait iyi, kötü ne varsa tüm duygulara sahiptirler.

*. *. *

Bugün 10 Kasım.
Mustafa Kemal'in ölüm yıldönümü.
Bugün klişe sözleri, ezber sloganları, tapınmayı bırakıp Atatürk'ün fazla bilinmeyen bir yönünü yazalım isterseniz.
Mustafa Kemal bir hayvanseverdi.
İyi bir hayvansever.
Yaşamı boyunca 3 köpeği oldu.
Üçü de sadık dostuydu.
İlkinin adı Alp’ti.
1.Dünya Savaşı'nda doğu cephesinde savaşırken sahiplendi..
Mustafa Kemal izin vermeden Alp çadıra girmez, kimseyi de içeri sokmazdı.
Gözünün içine bakar, ondan talimat beklerdi.
Tam bir bekçiydi.
Çok yaşamadı.

*. *. *

İkinci köpeğinin adı, Alber’di.
Kurtuluş Savaşı'nda esir bir Yunanlı generalin köpeğiydi.
Mustafa Kemal köpeği görür görmez yanına aldı.
Beyaz sarı renklerde bir avcıydı.
Hareketli, oyuncu ve söz dinlerdi.
Öldüğünde Atatürk'ün çok üzüldüğü söylenir.



Mustafa Kemal’in son köpeği ise Foks’tu.
En büyük aşkıydı.
Bir Alman Pointerdi.
Avcı köpeği yani.
Yalova’da fotoğrafçı Hasan Efendi’den 50 liraya satın almıştı.
Kahverengi bir erkekti.
Sevimli ama dik başlıydı.
Hırçın ve kıskançtı.

Atatürk’ten başkasını dinlemez, hatta bazen ona da dişini gösterirdi.
Foks’u çok sevdi Mustafa Kemal.
Yemeğiyle, bakımıyla bizzat kendi ilgilendi.
Çiftleşeceği partnere kadar.
Yıllarca yanından ayırmadı.
Yurtgezilerinde, trende, vapurda, otomobilde hep yanındaydı.
Resmi görüşmeler de bile.
Geceleri Atatürk’ün karyolasının dibine konan özel yastıkta uyurdu.
Foks, Türkiye Cumhuriyetinde Mustafa Kemal’e en yakın canlıydı.


1933 yılında Gaziantep gezisinden sonra Atatürk’ü elinden ısırdı, Foks.
Daha önce bir kaç kez daha ısırmıştı.
Hatta bir keresinde Mili Eğitim Bakanı Reşit Galip’in pantalonunu parçalamıştı.
Bir de Osmanlı geleneklerinden gelen bir valiyi fena korkutmuştu.
Vali korku içinde kaçarken, odadakiler kahkahaya boğulmuştu.
Atatürk “Fenalık yapmak için ısırmadı” dese de, çevresi “Sahibini ısıran köpek iflah olmaz” diyerek Foks’u çiftliğe götürüp iğneyle uyuttu.

*. *. *

Atatürk’ün Foks’tan çok etkilendiği söylenir.
Foks uyutulduktan sonra Atatürk Orman Çiftliği’nin baytarları tarafından derisi soyuldu.
İçi dolduruldu ve gözlerine mavi renkli cam konarak, bir camekan için korundu.
Atatürk kendisine sunulan Foks’un kurutulmuş haline bakamadı ve geri çevirdi.
Foks yıllarca Atatürk Orman Çiftliği Hayvanat Bahçesinde kaldı.
Çok çok sonra da anıtkabire devredildi.
Bugün Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi'nde sergileniyor.

6 Kasım 2018 Salı

ÖLÜM YALAN DÖN GEL ÇOCUK


Tarih 7 Kasım 1980'di.
38 yıl önce.
12 Eylül darbecileri ülkede nefes aldırmıyordu.
Hergün yüzlerce insan evlerinden, işyerlerinden alınıp cezaevine konuyordu.
Askerler bir yayınevini bastılar.
Onlarca kitabın arasında Engels'in "Doğanın Dialektiği" de vardı.
Basımevinde bulunan iki kardeş hemen tutuklandı.
Mamak Askeri Cezaevi A Blok'a götürüldüler.
Fişlendiler.
Saçları sakalları kesildi.
Önden, yandan fotoğrafları çekildi.
Sonra C bloka götürülmek için tekme tokat cezaevi arabasına bindirildiler.
Arabada dört muhafız asker vardı.
Astsubay Şükrü Bağ tutuklulara bağırdı.


"On yaşındaki bebeleri zehirlediniz, içerisi sizin zehirlediklerinizle dolu."
Sonra askerlere döndü, emri verdi.
"Bunlar birer yılandır, analarını ağlatmazsanız ben sizin ananızı ağlatırım."
A-Bloktan 200 metre uzaklıktaki  C-Bloka gidecek araç  hareket etmeden iki  kardeş hazırola geçirildi.
Sonra dört er, cop, tekme ve tokatla dövmeye başladı.
Onlar tutukluları döverken, astsubay Şükrü Bağ tekrarlıyordu.
"Analarını ağlatmazsanız ben sizin ananızı ağlatırım."
Nihayet araç hareket etti..
Kardeşlerden küçüğü yüzü koyun yere düştü.
Astsubay bağırdı.
"Kaldırın, dövün."
Yol boyunca dövdüler.
C-Blok F koğuşu önünde araçtan indirildiler.
Uygun adım koğuşa götürülüyorlardı.
Astsubay yine bağırdı.
"Geri getirin onları ulan"
Küçük kardeş yeniden dövüleceklerini anlayınca astsubaya "Sabah kızımı uyandırmadan evden çıktım..Bir suçumuz yok, bizi bırakın."
"Bunu daha önce düşünecektiniz" dedi astsubay.
Sonra askerlere yine emir verdi.
"Hala analarını ağlatmadınız, birazdan sizin ananız ağlayacak."
Askerler yine çullandılar iki kardeşin üstüne.
İki kardeş birbirine yaslandı, elleriyle başlarını korumaya çalışıyordu..
Askerler olanca hırslarıyla vuruyordu.
Başına jop darbesi alan küçük kardeş yine yüzü koyun yere yığıldı.
Zorlukla kaldırdılar.
Komutan bağırdı.
"Durun."
Sonra bir sigara yaktı.
İki kardeşi, C-Blok F Bölümü'nün tel örgüleri önünde hazırola getirdiler.
Bir süre esas duruşta beklettiler.
Astsubay sigarası bitince yine bağırdı..
"Bir patlatılmadık hayalarınız kaldı, şimdi onu da patla­tırlar!" 
Askerler iki kardeşin üstüne yine çullandı.
Dakikalarca dövdüler.
Sonra F bölümünün avlusuna soktular.
Avluda deftere siyasi görüşleri yazıldı.
"Solcu komünist"

*  *   *

Cezaevi binasına girdiler.
Işığın yandığı demir parmaklıklı kapıya doğru yürüdüler.
Ancak sağdaki karanlık kapıya doğru yürümelerini söylendi.
İki kardeş o kapıya yöneldi.
Astsubay yine bağırdı.
"Kaçmayın lan itoğlu itler"
Askerler kapının giriş boşluğuna sıkıştırdıkları iki kardeşi yeniden dövme­ye başladılar.
Kardeşlerin sırtları duvara dayalıydı.
Kollarıyla yüzle­rini darbelerden korumaya çalışıyorlardı.
Küçük kardeş aldığı darbeyle yine yüzü koyun yere düştü.
Alnını yere çarptı.
Sonra güçlükle doğruldu.
Tekme tokat koğuşa soktular.
Girişteki tahta sıraya oturttular.
Büyük kardeş koğuştakilerden su istedi.
Kimse yerinden kıpırdamadı.
Yine istedi.
Yine ses çıkmadı.
Korkudan herkes sinmişti.
Bu arada küçük kardeş yüzü kan içinde oturduğu yerden kalktı avluya bakan pencerenin önüne doğru gitti.
Koğuştakiler koştular,  yerine oturmasını söylediler.
Oturdu.
"Midem bulanıyor, kusacağım!" diye bağırdı.
Sonra yere yığıldı.
Hemen bir ranzanın üzerine yatırdılar.
Nefes almıyordu.
Tıp öğrencisi Vahap nabzını yokladı.
"Ölmüş bu" dedi.
Sıcak bedenini bir battaniyeye sardılar, koğuştan çıkardılar..
Tek suçu kitap yayınlamaktı..

*.  *.  *

Soruşturmayı  yürüten askeri savcı, kardeşleri döven dört erden birinin muhafız görevi olmadığını saptadı..
Bu er Etlik'te sağ militan olarak ünlenmişti.
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı dört er hakkında kasten adam öldürmek, astsubay hakkında ise kasten adam öldürmeye azmettirmek suçlarından dava açtı.
Yargılama 7 yıl sürdü.



Görevli üç er, ayrı ayrı 10 yıl 8 ay ağır hapis cezası  aldı.
Özel amaçla arabaya binmiş olan sağ görüşlü ere 8 yıl hapis cezası verildi.
Astsubay Şükrü Bağ, önce 10 yıl 8 ay hapis cezası  aldı.
Bu ceza Askeri Yargıtay Genel Kurulu'nda onaylandı ve kesinleşti.
Ama astsubayın, şoför mahallinden dövülme olayını duymasının ve görmesinin olanaksız olduğu görüşüyle Askeri Yargıtay 5. Dairesi, yargılamanın yeniden yapılmasına karar verdi.
Astsubay Şükrü Bağ'a bu kez görevi ihmalden ve üst sınırdan 3 yıl hapis cezası verildi..
Askeri Yargıtay 5. Dairesi kararı bozdu; bu kez 6 ay hapis cezası verildi.
6 aya kadar olan ve cezaların temyizi, yalnızca sıkıyönetim komutanının takdirine ve yetkisine bağlıydı.
Sıkıyönetim  komutanı kararı tasdik etti.
Dosya kapatıldı.



Dövülerek öldürülen küçük kardeş yayıncı İlhan Erdost'tu.
Ağabeyi ise Muzaffer Erdost.
Kardeşinin öldürülmesinden sonra ismini "Muzaffer İlhan Erdost" yaptı.
Abi kardeş Sol ve Onur Yayınlarının sorumluluğunu üstlenmişlerdi.
O kitaplar iki kardeşten birinin canına maloldu.
Leman Sam'ın Ağıt türküsü İlhan Erdost içindi.

"Ne oldu çocuk sana.
Yok olup gittin birden.
Nasıl kıydılar sana,,
ne zor büyüttüm seni ben

Ninni çocuk uyu çocuk.
Ölüm yalan dön gel çocuk.



Zincirlerde çiçek açmış.
Ellerinin yarası.
Sevgisiz kefensiz kaldın.
Soğuktur şimdi orası.

En kolay katlanılan.
Başkasının acısı.
Ben anayım agzımdaki.
Tükürdüğüm kan tadı.

Ninni çocuk uyu çocuk
Ölüm yalan dön gel çocuk."





Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...