21 Şubat 2020 Cuma

KAMBER ATEŞ NASILSIN?





Bir insan için ana dilin ne kadar önemli olduğunu anlatan gerçek bir öyküdür Kamber Ateş'in Mamak Cezaevi'nde yaşadıkları.
Bu  gerçek olayı yıllar sonra olayın kahramanlarından Kamber Ateş ile hapishane arkadaşı Ruşen Sümbüloğlu kaleme almıştı.
Konuyla ilgili şiirler yazılmış, besteler yapılmıştı.
Hatırlatmakta fayda var.
Yıl 1981'dir.
Aylardan Mart.
Kamber Ateş Kürt asıllı bir sosyalisttir..
12 Eylül darbesi olunca kendisini Mamak Askeri Cezaevi'nde bulur.
Tecrit günlerinden birinde Kamber'e bir mektup gelir.
Mektupta ilk görüş gününde annesinin geleceği yazmaktadır.
Kamber mutluluktan uçar.
Dört gün boyunca hücre arkadaşlarına "annem ziyaretime gelecek" diyerek, sevincini paylaşır.
Görüş gününü iple çeker.
Bir gece öncesi sabaha kadar uyumaz.
Sabah buz gibi suyla duş alır, sinek kaydı sakal traşını olur.
Ve beklenen an gelmiştir.
Kamber bir anda görüşme kabininde karşısında annesini bulur.

*.    *.    *

Mamak Cezaevi'nde görüşlerde Türkçe dışında bir dille konuşmak yasaktır.
Yavaş sesle konuşmaya,  el, kol, yüz hareketleriyle işaretleşmeye izin verilmez.
Mahkum ve görüşmecisi kağıt kalem de kullanamaz..
Bu kuralları ihlal edenler, görüşçüsünün gözleri önünde dövülür ve hemen hücresine götürülür.
Aynı muamele görüşçüye de yapılarak kapı dışarı edilir.

*.    *.    *

Anne görüş kabininde oğlunu görünce bir çığlık attı ve özlemle sarıldı.
"Kamber ateş nasılsın?"
Kamber "iyiyim canım annem" dedi "iyiyim"
Anne sevgi, özlem ve acı dolu gözlerle oğluna baktı ve tekrar sordu.
"Kamber ateş nasılsın?"
"İyiyim çok iyiyim, siz nasılsınız?" dedi tekrar Kamber.
Anne sustu, başını önüne eğdi.
Biraz bekledi.
Sonra tekrar oğlunun gözlerine bakarak sordu.
"Kamber Ateş nasılsın?"
Kamber o an anladı.
Kendisi içerideyken annesi Türkçe öğrenmemişti.
Cezaevine gelirken yolda kardeşi sadece bu üç kelimeyi öğretebilmişti.
Bir de defalarca uyarmıştı.
"Kürtçe tek kelime bile etme"
O yüzden anne sürekli aynı cümleyi tekrarlayıp duruyordu.
"Kamber Ateş nasılsın?"
Anne görüş bitimine kadar hep bu cümleyi kullandı.
Ayrılık zamanı geldiğinde evladına sarıldı ve tekrarladı.
"Kamber Ateş nasılsın?"
Dudaklardan dökülen kelimeler bunlardı.
Ama Kamber annesinin yüreğinin sesini duymuştu.
"Hoşçakal canım yavrum."
Görüş sonunda Kamber hücresine döndü.
Arkadaşları merakla sordu.
"Neler konuştunuz, anlat."
Kamber annesinin gözlerini hatırladı, o gözlerde herşeyi görmüştü.
Görüş boyunca anne ile oğulun yürekleri konuşmuştu.
Kamber arkadaşlarına sevinçle cevap verdi.
"Neler konuştuk neler!"


18 Şubat 2020 Salı

MEVSİMLERDEN PAPATYA



 "Sana da kırgınım papatya, 
bir seviyoru sığdıramadın onca yaprağına" 

Can Yücel

Milattan önce 1200'lerdi.
Truva savaşını kazananların gemileri dönüş yolunda Thracia'ya(Trakya) kıyılarına uğradı.
Thracia kralı Lycurgus kazananların onuruna bir yemek düzenlemişti.
Yemekte Truva'da büyük başarı elde eden kahraman Demophon da vardı.
Demophon sarayda kralın güzeller güzeli kızı Phyllis'le (Filiz) tanıştı.
İki genç o an yıldırım aşka tutuldu.
Yemekte yanyana oturdular.
Ertesi günü birlikte geçirdiler.
Bir sonraki gün yine birlikte.
Günler su gibi aktı.
Ayrılık vakti geldi.
Çünkü Demophon'un Atina'ya dönmesi gerekiyordu.
Demophon gemiye binmeden önce limanda Phyllis'e sarılıp söz verdi.
Atina'da işlerini halledip, hemen dönecekti.
Babasından Phyllis'i isteyecekti.
İki genç birbirine bağlılık yemini ettiler.
Demophon'un gemisi Thracia'dan ayrılırken, Phyllis'in gözlerinden iki damla yaş düştü.

Sonra günler haftaları, haftalar ayları kovaladı.
Demophon bir türlü dönmüyordu.
Phyllis her gemi geldiğinde limana koşuyor ama hayal kırıklığına uğruyordu.
Gemilerden Demophon inmiyordu.
Aylarca bekledi Phyllis..
Ama nafile.
Demophon yoktu.
Sonunda umutsuzluğa kapıldı.
Hayata küstü.


Ve bir kış günü kendini asarak intihar etti.
Tanrıça Athena bu aşktan çok etkilenmişti.
Phyllis'i yapraksız bir ağaca, badem ağacına dönüştürdü.

Aradan yine aylar geçti.
Demophon nihayet dönmüştü.
Ama neye yarar.
Phyllis ölmüştü.

Haberi duyar duymaz Phyllis'in dönüştüğü ağaca koştu.
Acı ve gözyaşıyla kuru ağaca sarıldı.
İşte o anda ağacın dalları yaprak yerine beyaz çiçeklerle doldu.
Badem çiceğiydi onlar.
Hüznün çicekleri.

O gece yıldızlı gökyüzünün tanrıçası Astrea tanrılar diyarından dünyaya doğru baktığında yıldızları değil, badem çiceklerini gördü.
Hüzünlendi.
Kim demiş tanrıçalar ağlamaz diye.
Astrea başladı ağlamaya.
Gözyaşları sel oldu.
Ve dünyaya düşen her damla yeryüzünde bir papatya oldu.
Bembeyaz badem çicekleri ve kar beyazı papatyalar.





Bugünlerde Datça kırsalında mitolojik bir öykü gibi.
Sanki Phyllis ile Astrea'nın gözyaşlarıyla yıkanıyor yarımada.
Yerde papatyalar.
Ağaçlarda badem çicekleri.
Gökte bulutlar.
Hepsi beyaz.
Yer beyaz, gök beyaz.
Her yer kar beyaz.
Beyaz saflığın ve temizliğin sembolüdür.
Asaleti ve masumiyeti temsil eder.

Ülkenin yaşadığı karanlık günlerden sıyrılmak istiyorsanız, kendinizi biraz doğaya atın.
Saflığı, temizliği, asaleti ve mahsumiyeti  gözlerinizle göreceksiniz.

16 Şubat 2020 Pazar

KÖMÜR SAHALARIN BEYAZ PUDRALI EFSANESİ



Yıl 1919.
Amerika Kupası finalinde Brezilya ile Uruguay karşı karşıya geliyordu.
Denk kuvvetlerin kıran kırana bir mücadelesiydi.
Dakikalar ilerliyor, iki takım da birbirine üstünlük sağlayamıyordu.
Artık son çeyreğe girilmişti.
Heyecan doruktaydı. Belli  ki, golü atan kupayı alacaktı.
Golü Brezilya attı ve  ilk uluslararası kupasını kazanmış oldu.
Golü atan adam ilginçti.
Kıvırcık saçlarını jöle ile düzleştiren, siyahi tenini beyaz pudra ile gizleyen yeşil gözlü biriydi.
Adı, Arthur Friedenreich'ti.
Döneminin efsane ismiydi.
Lakabı Kaplan'dı. 
Tekniğe ve estetiğe dayalı Brezilya futbolunun mimarıydı.
Rakiplerin tekmelerinden kurtulmak için çalımı icad etti.
Attığı 1329 golle dünyanın en fazla gol atan futbolcusu oldu.
Onun bu rekoru hala kırılamadı.
Peki kimdi bu Arthur Friedenreich?
Neden ismi çok duyulmamıştı.
Çalım atmaya neden ihtiyaç duymuştu?
Ve asıl soru,  neden maçlarda kıvırcık saçlarını jöle ile düzleştirip, siyahi tenini beyaz pudra ile gizliyordu?

*.   *.   *

Arthur Friedenreich 1892 yılında Brezilya'nın Sao Paulo kentinde doğdu.
Babası beyaz bir Alman tüccar, annesi siyah bir Afro Amerikan çamaşırcıydı.
Küçük yaşlarda futbola merak sardı.
Mahalle aralarında, Sao Paulo plajlarında oynuyordu.
Delikanlı çağına gelince Alman göçmenlerinin kurduğu Germania takımında forma giymeye  başladı.
Ancak işi zordu.
Çünkü melezdi ve siyah tenliydi.
O yıllarda ırkçılık ve kölelik had düzeydeydi. Bir siyahın beyazlardan oluşan bir takımda oynaması sadece tribünlerin tepkisini çekmiyor, rakiplerin sert tekmeler atmalarına neden oluyordu.
İşte bu nedenle her maçtan saatler önce soyunma odasına gizlice girer, annesinden kalan gen mirası kıvırcık saçlarını düzleştirip, siyah tenini de pudra ile gizlerdi.
Ama yine de tekmelerden kurtulamadı.
Bu yüzden çalımı icad etti.
Derler ki, bir maçta kaleci dahil tüm rakipleri çalımlayarak topu filele bıraktı, rakip takım utancından sahadan çekildi.
Müthiş bir tekniği vardı.  Adeta bir cambazdı. Kısa sürede nam saldı.
Sırasıyla Mackenzie College, Paulistano, Sao Paulo, Flamengo, Atletico Mineiro, Santos gibi o dönemin iddialı takımlarında oynadı.
26 yıllık birinci lig geçmişinde rakip ağlara tam 1329 gol attı.
Bu bir Dünya rekoruydu. Pele bile onun kadar gol atamamıştı. Rekoru bugün bile kırılamadı.

*.  *.  *

1919 yılında Brezilya'ya Güney Amerika Kupası'nı kazandırmasına rağmen, 1922 yılında Arjantin'de yapılan bir sonraki turnuvada kadroya alınmadı.
Çünkü dönemin Brezilya Cumhurbaşkanı Epitacio Pessoa, sadece beyazların Brezilya forması giyebileceğini söyleyerek, Arthur Friedenreich'i milli takımda istememişti.
Ten rengi nedeniyle milli formadan afaroz edilmişti.
Ancak yılmadı, futbola daha çok tutundu.
1925 yılında formasını giydiği Paulistano takımıyla birlikte Avrupa’ya davet edildi. Sekiz maçta Avrupa takımlarının ağlarına 11 gol bıraktı. 
Çalımları, pasları ve golleriyle herkesi büyüledi.
Gazetelerde manşetlere oturdu.
Anavatanı Brezilya'da görmediği saygı ve takdiri Avrupa'da gördü.
Avrupa'dan çok teklif aldı ama ülkesini bırakamadı.


Brezilya'ya geri döndüğünde tek bir hayali vardı;  1930 yılında Uruguay'da ilk kez düzenlenecek olan Dünya Kupası'nda Milli takım formasını giymek.
Maalesef hayalleri gerçek olmadı.
Kadroya almadılar.
Oysa 1914 yılında Brezilya'ya gelen efsane İngiliz takımı Exeter City'e karşı Brezilya Karması'nın formasını giymiş ve muhteşem futboluyla maça damgasını vurmuştu. O maç Brezilya'nın ilk milli maçıydı ve 2-0'lık galibiyette Arthur Freidenreich'in payı büyüktü.
Ama sahadaki başarılarının ırkçılar için bir önemi yoktu.
Milli Takıma bir kez daha alınmayınca yıkıldı.
Bir süre sonra da 26 yıllık profesyonel futbol hayatını  noktaladı.
Üstelik hiç para kazanmadan.

*.   *.   *

Bugün Brezilya futbolu denince akla Pele, Garrincha, Zico gibi isimler gelir.
Oysa hepsinden daha efsane olan Arthur Friedenreich'tir.
Dünyaca ünlü Uruguaylı yazar Eduardo Galeano, 'Gölgede ve Güneşte Futbol’ kitabında şöyle der.
"Brezilya'nın uluslararası zaferlerinin kutlamalarında taraftarlar bayrak yerine tek bir futbol ayakkabısı taşırdı  ve o ayakkabının altında (Friedenreich’in zafer getiren ayakkabısı) yazardı."





Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...