29 Ağustos 2019 Perşembe

2 BİN YILLIK DUVARIN ANLATTIKLARI.



Fiyatlar almış başını gidiyor.
Herşey ateş pahası.
Tatil beldelerine gelen turistler ne yiyeceğini, ne içeceğini şaşırmış durumda.
Çay 4 lira.
Maden suyu 7 lira.
Bira 20 lira.
İçkili balık restoranına otursa, iki kişi en az 500 lira.
Et lokantası da çok farklı değil.
Pazarlar da bile fiyatlar tam gaz.
Domates 5 lira.
Üzüm 8 lira.
Kiraz 12 lira.
5-10 yaprak marul bile 4 lira.
Patatesi, kuru soğanı sormayın.
Toprakta kendi kendine yetişen semiz otunun demeti bile 1.5 lira.
En insaf.
Serbest Piyasa Ekonomisi diyorlar buna kapitalist ekonominin savunucuları.
Ve ısrarla da savunuyorlar.
Fiyatlara müdahale edilemez.
Rekabet aşırı pahalılığı dizginler.
Ve ekliyorlar; başka bir sistem yok.
He.

*  *  *

Nasıl yok.
Yatağan’daki Stratonikeia antik kentinde 2000 yıllık bir duvar var.
Meclis binasının dış duvarı.
Toplam 23 metrekarelik bir alan.
2000 yıl önce kenti yöneten meclis üyeleri üretici ile tüketiciyi biraraya getirip,  200’den fazla ürünün fiyatını bu duvara kazımış.
Halka diyorlar ki, belirtilen bu fiyatlardan fazlasına sakın mal alma.
Üreticiye de diyorlar ki, tavan fiyat bu, altına satabilirsin, üstüne asla.
Dönemin para birimi Denarius.
Örneğin birinci kalite zeytinyağı litresi 40 Denarius. İkinci kalite 25. Birinci kalite zeytin 45, balık 9,5. Bir deve yükü odun 50, bir kağnı odun 150.
200’den fazla ürünün tek tek fiyatları duvarda halka ilan edilmiş durumda.
Para yerine mal değişimi de mümkün. 
Örneğin 1 deve yükü odun 6 tane balıkla değişiyor. 2. kalite zeytinyağı verip 3 tane balık alınabiliyor.
Enflasyon denen bela yok.
Bu fiyatlar sonsuza dek geçerli.
Aynı uygulamayı Efes, Halikarnassos gibi Ege ve Akdeniz’deki çok antik kentte görebiliyoruz.
Amaç üretici ve tüketici hakkını koruyup onları desteklemek.

2000 yıl önce.
2000 yıl sonra.
Hangisi insanca sizce?

2 BİN YILLIK BİR MEZAR TAŞI VE KAN PAZARI.




Gladyatör deniliyordu onlara.
İsimleri Roma ordusunun en önemli piyade silahı "gladius"tan geliyordu.
Genelde köleydiler.
Satın alınıyor, eğitiliyor ve ölümüne dövüştürülüyorlardı.
Şehir şehir dolaştırılıp, amfitiyatrolarda tapınak rahiplerinin düzenlediği ölüm gösterilerine çıkarılıyorlardı.
Her biri ayrı bir silah kullanıyordu.
Kimi kılıç, kimi örs, kimi mızrak.
Gösteriden bir gün önce kent ilanlarla donatılıyor ve bilet satılıyordu.
Halkın en büyük eğlencesi bu dövüşlerdi.
Kum üzerinde kan pazarı kuruluyordu.
Dövüşen iki gladyörden biri ölüyordu.
Yere düşen ilk kan dalması daha kum tarafından emilmeden, izleyici daha çok kan istiyordu.
Oluk oluk kan.
Ne kadar çok kan, o kadar çok heyecan.
Yaralanan gladyatör acı içinde kıvranırken, yaşayıp yaşamayacağına bir imparatorluk yetkilisi asilzadenin baş parmağı karar veriyordu.
Parmak genelde yere doğru çevriliyordu.
Bu ölüm demekti.
Kazanan gladyatör rakibine son darbeyi vurduğunda, tribünler zevkten kendinden geçiyordu.
Ve kan çerçisi varlıklı aileler,  zenginliklerine zenginlik katıyordu.


*.    *.    *

MS 200'lerin sonlarıydı.
Muğla yöresinde nam salmış bir gladyatör vardı.
İsmi Droseros’du.
İmparator Kültü Rahibi ve Çelenk Taşıyıcısı, Metrodoros oğlu Hiera Komeli Uliades tarafından bir köle pazarından satın alınıp, Stratonikeia'ya getirilmişti.
Zengin bir ailenin himayesindeydi.
Gladyatör okulunda yetiştirildi.
İri yarı, kaslı, atletik bir vücuda sahipti.
Kısa bir kılıç(glavius) ve kalkan(scutum) kullanırdı.
Başına yuvarlak bir miğfer geçirir, dizlerinin üstüne kadar metal korumalıklar takardı.
Göğsünde, Sırttan çapraz şekilde kayış ve tokalarla tutturulan metal levha vardı.
O levhada bir gorgon kabartması bulunurdu.
Mitolojik inanca göre gorgonların baktığı kişi taş kesilirdi.
Droseros'un rakibi taş kesilsin diye bu kabartma göğüs levhasına konulmuştu.
Sahibi tarafından Hierapolis(Pamukkale), Nysa(Aydın Sultanhisar) ve Milet(Didim) arenalarında dövüştülürdü.
Dövüşten bir gece önce krallara layık bir yemek sunulurdu kendisine.
Belki de son yemeği olur diye.
Yemeğini yer, erkenden uyur ve ertesi gün öğleden sonra kum üzerinde kan pazarına çıkardı.
Arena'da acımasızdı.
Kalkanıyla kendisini savunurken, kısa kılıcıyla rakibini delik deşik ederdi.
Adı bölgede nam salmıştı.
Herkesin izlemek istediği gladyatörlerden biri olmuştu.
Arenaya  17 kez çıkmış, 17'sinde de hayatta kalmayı başarmıştı.
O artık bir ölüm makinasıydı.
Efsaneydi.
Ama onca alkışa, onca övgüye ragmen bir şeyi çok iyi biliyordu.
Hayatı bir baş parmağın hareketi kadar değersizdi.
Ve bir gün o baş parmak yeri gösterdi.
Efsane Droseros 18'nci dövüşünde öldü.
Stratonikeia'ya gömüldü.
Mezar taşına şöyle yazıldı.
"Beni, Kader Tanrıçası’nın oyunlarıyla Akhilleus öldürdü. Bir zamanlar arenalarda ben vardım, şimdi Akhilleus var."



Yaşadığımızbu topraklar Droseros ve benzeri gladyatör hikayeleri ile dolu.
Bu hikayelere meraklıysanız, mutlaka antik kent Stratonikeia'yı ziyaret edin.
Şanlı gladyatör Vitalis'in, Khrysopteros'un, Amaraios'un, Khrysos'un ve daha nicelerinin hikayesini dinleyin.
Stratonikeia kazı başkanı Prof.Dr. Bilal Söğüt şimdi müthiş projenin peşinde.
Yakında gladyatör mezarları bir açık hava müzesinde sergilenecek.
O mezarları gezerken, gladyatörlerin arenaya çıktıkları zaman söylediği sözler kulaklarınızda çınlayacak.
"Birazdan ölecek olanlar, sizleri selamlıyor"

5 BİN YIL SONRA DİRİLEN KADIN



Karyalıydı Hekate.
Anadolulu.
Asterie ile Perses'in çocuğuydu.
Gecelerin ve karanlıkların kızıydı.
İsmi "en parlak olan" anlamına gelirdi.
Anaerkil Anadolu'nun en önemli ana tançılarından biriydi.
Ay tanrıçasıydı.
Milyonlar ona tapardı.
Yunan mitolojisine Anadolu'dan geçmişti.
Sonra ünü tüm akdenize yayıldı.
Frigler Pessinus dediler ona.
Atinalılar Minerva.
Kıbrıslılar Venüs.
Giritliler Diana.
Sicilyalılar Proserpine.
Elevsisliler Ceres.
Mısırlılar ise İsis.
Ya da Hermes.

*.  *.  *

Üç bedene sahipti.
O üç beden;  bir kadının kız çocukluğunu, anneliğini  ve anneanneliğini sembolize ederdi.
Hilal şeklindeki ay onu betimlerdi.
Elinde tuttuğu meşale aydınlığı simgelerdi.
Amerika'nın ünlü özgürlük heykeli Hekate'den esinlenmişti.
Romalı filozof Lucius Apuleius Metamorfozlar adlı eserinde şöyle anlatıyordu, Hekate'yi.
“Ben her şeyin doğal annesi, bütün öğelerin sahibesi ve yöneticisi, bütün dünyalarda insan neslini başlatan, kutsal güçlerin reisi, cehennemdeki her şeyin kraliçesi, cennette yaşayanların önde geleniyim. 
Bütün Tanrıların ve Tanrıçaların göründüğü tek biçim benim. 
Gökyüzünün gezegenleri, denizlerin bütün rüzgarları, ve cehennemin acıklı sessizliği benim irademle idare edilir. Tüm dünyada değişik biçimler, farklı gelenekler ve bir çok adlar altında anılan benim adımdır, tapınılan benim kutsal varlığımdır."


Ozan Hesiodos Thegonia’da şu mısraları yazdı onun için.
"Ölümsüzlerin saygısı büyüktür Ona,
Bütün yeryüzünde kurban kesen her ölümlü
Hekate’nin adını anar yakarışlarında.
Kimin dileğini iyi karşılarsa o tanrıça
Onun elde edemeyeceği bir şey yoktur.
Ona bütün mutlulukları vermek elindedir
Ünlü Gaia ve Uranos’un çocukları
Kendi paylarından pay vermişlerdir ona
Kim hoşuna giderse Hekate’nin
Yardım görür ondan.
Meydanlarda kalabalıklar içinde
Kimi isterse onu parlatır Hekate."


*.  *.  *

Hekate beş bin yıldan fazla bu topraklarda.
Nerede biliyor musunuz?
Muğla-Milas yolunda Yatağan’ı geçer geçmez antik Karya kenti  Stratonikeia'nın dini merkezi Lagina bölgesinde.
Bugünkü ismiyle Turgut Köyü'nde.
Ya da eskilerin dediği gibi Leyne'de
.
Hekate tapınağı 5000 yıldır tüm ihtişamıyla orada.
Dünyadaki en önemli üç pagan mabetinden biri.
Her yıl yüzlerce turistin uğrak yeri.
M.Ö.81'den itibaren Lagina’da her dört yılda bir festival yapılırdı.
Bir diğer adıyla “anahtar taşıma festivali."
Binlerce insan 8,5 kilometrelik kutsal yolu katledip, Hekate tapınağının anahtarını Stratonikeia’ya götürürdü.
Anahtarı genç kızlar taşır, genç erkekler onlara eşlik ederdi.
Bu törenlerde halka para dağıtılır, bedava yiyecek, içecek ikram edilirdi.
En önemlisi de barış ve dostluk ön plandaydı.
Hekate'nin yanında savaş yoktu.
En savaşçı amazonlar bile bu tapınakta silah bırakırdı.

*.   *.  *

Bugün dünyada 300 milyondan fazla Hekate'ye inanan insan var.
İngilizler'in ünlü rock grubu Led Zeppelin üyeleri de.
Milyonları kendisine hayran bırakan Led Zeppelin'in efsane parçası "Stairway to HeavenHekate için yazdıkları biliniyor.
"Bir kadın yürüyor hepimizin tanıdığı 
beyazlar içinde parlayan ve herkese göstermek isteyen 
herşeyin nasıl altına dönüştüğünü 
ve dikkatli dinlerseniz eğer size de ulaşacaktır ezgi 
hepimiz bir ve birimiz hepimiz olduğunda 
bir kaya gibi sağlam olup yuvarlanmadığımızda 

ve bir merdiven satın alıyor cennete."

Grup üyelerinin bazıları öldükleri zaman Lagina'daki Hekate tapınağına gömülmek istediklerini bile söylemişlerdi.

*.   *.   *

Datça'lı iki sanatcı arkadaşım Zeynep Bozoglu ile Ozbilen Gokgol'ün resim sergilerini görmek için hafta sonu Stratonikeia'daydım.
Gördümlerim, dinlediklerim sevindiriciydi.
İki ören yerinde Muğla turizmi adına muazzam işler yapılıyor.
Lagina'daki Hekate Tapınağı ve kutsal yol şimdi müthiş bir proje ile yeniden hayata kazandırılacak.
Stratonikeia Kazı Heyeti Başkanı, Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. 
Bilal Söğüt bu amaç için ekibiyle gece gündüz çalışıyor.
Antik kentin kuzey kapısı, 8,5 kilometrelik kutsal yol, yol üzerindeki çeşmeler ve mezarlar tek tek restore ediliyor.
Arkeologlar yaz sıcağında durmaksızın ter döküyor.
Profesöründen doçentine, asistanından stajerine heyecan yüksek.
Yatağan Kaymakamı Hayrettin Çicek, Yatağan Belediye Başkanı Mustafa Toksöz, Muğla Müze Müdürü Sabiha Pazarcı çalışmalarla yakından ilgileniyor.
Onlar da heyecanlı.
Çalışmalar bittikten sonra bölge canlanacak.
Binlerce turist Stratonikeia ve Lagina'ya akacak.
Antik çağın kutsal kadını 5 bin sonra yeniden hayat bulacak.
Bölge antik çağdaki gibi paganların haç yeri olacak.
Kömür ile karalar bağlayan Yatağan insanı, Hekate'nin meşalesiyle parlayacak.
Emeği geçenlere selam olsun.

23 Ağustos 2019 Cuma

İNSANIN TANRISI DOLAR OLURSA.


Öyle bir dağdı ki.
Güzelliği, doğası ve görkemiyle binlerce yıl insanoğlunu etkisinde bırakmıştı.
Bol oksijeni, binbir çeşit bitkisi ve hayvanıyla yaşamın ta kendisiydi.
Antik çağda ismine İda diyorlardı.
Bugün Kaz Dağı diyoruz.
Dünyanın ilk edebi eseri kabul edilen Homeros'un İliada Destanı'nda bu dağdan söz ediliyordu.
Tanrılar'ın dağıydı.
Antik Çağ insanı o kadar yüceltmişti ki bu dağı, tanrılara layık görmüştü.
Troyalılar'ın cennetiydi.
Roma'yı kuran Aeneias bu dağın eteklerinde doğmuştu.
Apollon Kral Laomedon’un sürülerini bu dağda otlatırdı.
Tanrıların babası Zeus Ganymedes’e bu dağda aşık olmuştu.
Tanrıçalar'ın en büyüğü Hera, Troia Savaşı’nda Zeus’u bu dağda oyalarak savaşın gidişatını değiştirmişti.
Zeus ile Hera bu dağda evlenmişti.
Hermoaphroditos bu dağın ormanlarında büyümüştü.
Salmakis Hermoaphroditos'a bu dağın nehirlerinde sevdalanmıştı.
Dünyanın ilk güzellik yarışması bu dağda yapılmıştı.
Güzeller güzeli Paris bu dağda yaşamıştı.
İftiraya kurban giden Sarıkız'ın mezarı bu dağdaydı.
Hasan Boğuldu efsanesi bu dağda doğmuştu.
Bu dağ tarihti.
Bu dağ yaşamdı.
Ve bu dağ Antik Yunan değil, öz Anadolu'ydu.
Öldürdüler.
Tarihi, yaşamı öldürdüler.
Siyanürle zehirlediler.
Ormanları yok ettiler, nehirleri pislettiler.
Cenneti cehennem ettiler.
Altın uğruna.
Kanada'nın Alamos Gold şirketi devletin onayıyla
İda dağını işgal etti.
Yetmedi talan etti.
O da yetmedi, binlerce yıllık bir tarihi yok etti.
Tanrıların dağı, üzerinde "biz tanrıya inanırız" yazan dolar için tarumar edildi.

BİR EFSANENİN SONU, SALDA.


Dünyada sadece iki yerde var.
Biri Kanada’da, Ontario'da.
Diğeri bizde, Burdur'da.
İki göl.
İki krater gölü.
Özellikleri sularının sodalı ve magnezyum ağırlıklı olması.
Bizdeki Salda Gölü.
2 milyon yaşında.
184 metre derinliği ile Türkiye'nin en derin, dünyanın ise en berrak sularından biri.
Beyaz kumsalı ve turkuaz rengi ile Türkiye'nin Maldivleri.
Kanada'daki bir mücevher gibi korunuyor.
Selfie bile çektirmezler.
Ya bizde ki?
Salda Gölü'nün kumsalı Mars yüzeyine çok benziyor.
1996'da Glasgow Üniversitesi'nden gelen bir grup bilim insanı 4 yıllık bir araştırma sonunda Salda'da bulunan beyaz kayaların, Mars'ta bulunan kayaların yapısıyla büyük benzerlik taşıdığı kanıtladı.
Bunun üzerine İngiliz televizyon kanalı BBC, 2000 yılında gölle ilgili bilimsel bir belgesel çekti.
Yani Salda Gölü, sadece doğal güzellikleriyle turistlerin değil, farklı özellikleri ile bilim dünyasının da ilgisini çekiyor.
Bu yüzden mutlak korunması ve daha çok araştırılması gerekiyor.
Hal böyle iken, anlı şanlı iktidarımız burayı TOKİ aracılığıyla ihaleye çıkardı.
Millet Bahçesi olacakmış!
140 bin metrekareya inşaat yapılacak.
27 bina.
2 dev foseptik.
Yüzlerce kamyon.
Binlerce ton hafriyat.
Toz, toprak, pislik.
Ve inşaatlarda kullanılacak kimyasal.
Bunların göl suyuna karışmaması imkansız.
Bunlarla Salda'nın yaşaması imkansız.
Bunun sonu Salda'nın sonudur.
Bunun sonu bir efsanenin sonudur.
Yazık.
Efsane demişken.
Geçen yıl kaybettiğimiz araştırmacı yazar ve şair Mustafa Ceylan'ın kaleminden Salda Efsanesi'ni hatırlamakta yarar var.
"Yağmurla karışık fırtınalı bir gündü,
Gün değil sanki, göklerin bizim gölle
Bizim gölle yaptığı, oynaştığı düğündü
Düğümdü belki de bilemedik,
Bilemedik sığındık bir kuytuya
Kuytudan korkularla bakıyorduk Salda’ya.
Salda’ya göklerin yedinci katından yağmur durmaksızın
Durmaksızın o kadar uzun zaman yağdı.
Yağdı..
Yağdı…
Yağdı ha yağdı.
Yağdı tepelerden aşağıya, oluştu seller
Seller ki önüne katıp her şeyi
Her şeyi alıp, sürükleyip getirmişti,
Getirmişti kökünden söküp ağaçları,
Ağaçlar, kütükler, taşlar, kayalar, ne varsa
Ne varsa yamaçlardan ortasına gölün
Gölün en karanlık noktasına çekiyordu,
Çekiyordu, yutuyordu her şeyi girdap,
Girdap bu işte, bu yüzden hep
Hep gölün ortası karanlıktır zaten,
Zaten kimse bilmez Salda’nın
Salda’ nın yuttukları gider nereye? Çıkmaz,
Çıkamaz asla dışarı bir daha.
Gölün kıyısında su ateş,
Hamam suyu sanki
Fakat ilerledikçe
Tam tersi buz kesmede
Söylenen o ki,
İki adım soğuk,
İki adım sıcak...
Bazı gecelerde uğultuyla göl kıyısı
Uyanır, uyumaz; kıvranır sabaha kadar
Ortada insan eseri ne bir yapı, ne bir makine,
Yok… Yok ki yok...
Çok yüksekden çağıl çağıl akan bir şelale
Uğuldayan bir ses, uyutmaz ki göğü, yeri
Neyin nesidir bu, uyandırır seherleri.
Dev sazan balıklarından bahseder kimi
Kimisi “bir adam boyunda” der ekler
Duyan çok ama dev sazanları
Görene de henüz rastlanmadı,
Koyu maviden bu yana
Bu yana asla gelmezler,
Yakalamak için
Açılmak gerek
Sandalla
Salda’ya...
Basmamış Mars’a insan ayağı,
Aynen öyle anlatırlar işte:
İnmemiş, inememiş,
Dalamamış Salda’ya
Dipte geçit vermez ağaç kökleri
Yüzlerce metre aşağıda
Ve kutup soğuğu buz
Su canlı, su diri, su aşk
Öylesine şahane...
Su var suyun içinde
Sulara efsâne.."

DATÇALI KONSTANTİN'İN KATIRI


1900'lü yılların başıydı.
Datça Yakaköy'de bir Rum yaşıyordu.
Yorgi oğlu Konstantin.
Yıllar önce Akdeniz'deki Karpatos(Karput) Adası'ndan Datça'ya gelip yerleşmişti.
Bir katırı vardı.
Sarı tonlu sevimli bir katır.
Katır deyip geçmeyin.
O günlerde son model araba kadar kıymetliydi.
Yıllarca Konstantin'in yoldaşı olmuştu.
Onu, ailesini, yükünü taşımıştı.
Tarlasını sürmüştü.
Üstüne titriyordu Konstantin katırının.
Her yıl hükümet konağı avlusunda muayene ettiriyordu.
Ama bir gün Konstantin bir olay nedeniyle hapishaneye düşünce, katıra bakmak oğlu Andon'a kaldı.
Andon da babası gibi katıra düşkündü.
Ama gençti.
Bir gün Andon katırı kaybetti.
Nerede arasalar, bulamadılar.
Ölmüş olsa cesedi bulunurdu.
Bulamadıklarına göre biri ç'almıştı.
Andon üzüntüden mapustaki babasına katırın kaybolduğunu söyleyemedi.
Aradan iki yıl geçti.
Konstantin hapisten dönmüştü.
Katırın kaybolduğunu öğrenince karalara büründü.
Hemen aramaya başladı.
Çevresindeki dostlarına haber saldı.
Tabana kuvvet yarımadayı arşınladı.
Sonra bir haber geldi.
Katır, Kantarlı oğullarından Ali Oğlu Molla Mehmet'teydi.
Gitti istedi.
Molla Mehmet vermedi.
Araya aracılar koydu.
Molla Mehmet "asla" dedi.
Çünkü Molla Mehmet katırı Datça Nahiye müdürü tarafından ve Belediye eliyle yapılan açık arttırmadan almıştı.
Üstelik bedelini de ödemişti.
Tüm resmi belgeler elindeydi.
Konstantin'in katırını bizzat devlet satmıştı.
Molla Mehmet resmen katırın sahibiydi.
Günlerce düşündü Konstantin.
Katırı almanın bir yolu olmalıydı.
Bu yol da mahkemeye başvurmaktı.
İyi de, Osmanlı mahkemesi bir azınlığın sözüne inanıp, devletin sattığı katırı ona verir miydi?
Üstelik elinde belge falan da yoktu.
Oysa katırın yeni sahibi Molla Mehmet'in elinde makbuzları vardı.
Yine de adalete güveniyordu, Konstantin.
Bir umutla Marmaris Şer'iye Mahkemesi'ne başvurdu.
Şöyle dedi.
“Bundan iki sene önce bir olaydan dolayı zorunlu olarak Meneteşe Sancağı konsoloshanesinde bulunduğum sırada Yaka köyünde bulunan oğlum Andon’un elinde iken kaybolan ,hükümet konağında muayene olunan sarı tonlu,on altı on yedi yaşlarındaki katır, on üç seneden beri benim malım mülkümdür…Konsoloshaneden tahliye edilerek Yaka köyüne geldiğimde katırımın kaybolduğunu ve Dadya karyesi(Eski Datça) sakinlerinden Molla Mehmet'in elinde bulunduğunu öğrendim. Her türlü yola baş vurarak katırı istediysem de bana vermekten kaçındı. Bundan dolayı bana ait olan katırın tarafıma verilmesini talep ve dava ederim..”
Mahkeme Konstantin'den iddasını ispatlayacak deliller istedi.
Ne edecek Konstantin?
Elinde delil, melil yok ki.
Tek kanıtı şahitleri.
Ama mahkeme şahitlere mi inanır, resmi belgelere mi?
"Olsun" dedi Konstantin, "adalet haklının yanındadır."
Dört arkadaşını tanık gösterdi.
Tarih 25 Mayıs 1905'di.
Marmaris Şer'iye Mahkemesi şu kararı verdi.
"Davacı Konstantinden iddiasını ispat edecek deliller göstermesi istenmiştir. Davacı tanık olarak Karpatos adasındaki Aratos köyü muhtarı Kosbatus oğlu Anatostu, Anrire oğlu Harlabitos,Yatos evlatlığı(Veledi kaim) ve yine Aratos köyünden Osmanlı tebalı rum milletinden Nakosa oğlu Yorgi Kovadiris , ve Estemadı oğlu Vasil Kovaris’i şahit göstermiştir.. Mahkemede hazır olan tanıklar tek tek dinlenmiş , “Hükümet konağı avlusunda muayene olan sarı tenli Katır’ın Davacı Konstantin’in malı ve mülkü olduğuna tanıklık ederiz..”deyip, tanıklıklarını yeminleri ile doğrulamışlardır. Bu şahısların yeminli tanıklıkları doğru kabul edilip ,bu sebeple yemin ettirilme sonunda, dava konusu katırın davacı Yorgi oğlu Konstantin’e ait olduğu anlaşılmış , katırı Konstantin’e terk ve teslim etmesi Dadya köyünden Kantarlı oğullarından Ali Oğlu Molla Mehmed'e tembih ve ihtar edilmiş..Karar şeriye defterine kayıt edilmiştir."
(Kaynak : Muğla Üniversitesi ,Fen-Edebiyat fakültesi tarih bölümü H.1316-1322(M.1900-1906) tarihli 154 numaralı Marmaris Şer’iye Sicil Defterlerinin Transkripsiyonu ve değerlendirmesi..Clit:2 sayfa:492)
Hani bugün "Osmanlı torunuyuz" diye ortaya çıkanlar var ya.
Ve onların hukuğu guguk yapan hakimleri.
100 yıl öncesinin kararlarına bir göz atsınlar.
Adalet nedir belki anlarlar.
NOT: 100 yıl önce yaşanmış bu gerçek olay Datça tarihinin canlı arşivi Yusuf Ziya Özalp’in paylaşımından hikayeleştirilmiştir.Kendisine teşekkür ederken, yazılarını takip etmenizi öneririm.

FERMAN PADİŞAHINSA, SANDRAS BİZİMDİR.


"Dağlar kanatlıydı eskiden
Canları istedikleri zaman
Vurup kanatlarını kalkar
Diledikleri yere konardı
Dağların bu kalkıp konması
Toprak Ananın canını yakıyor, acıtıyordu
Sonunda Tanrı acıdı da toprağa
Dağların kanatlarını kesti.
Bu kesilen kanatlar bulut oldu.
O yüzdendir bulutların hep dağlara dağlara koşması."
Mitolojiyi şiire çeviren insan Prof.Dr. Şadan Gökovalı böyle anlatır dağları.
Dağlar antik çağlardan bu yana hep kutsaldır.
Çünkü yaşam dağlardadır.
Efsanelerin çoğu dağlarda doğmuştur.
Yücelik ve saygı hep dağlaradır.
Dağlar sığınaktır mesela.
Vermez kimseyi ellere.
Dağlar sevdadır mesela.
Kaçan aşıkları korur..
Dağlar inançtır mesela.
Tanrılar dağlarda yaşar, peygamberle dağlarda buluşur.
Dağlar hürriyet, umut, su ve rüzgardır.
Direnişler dağlarda olur.
An gelir marşlara konu olur.
"Dağ başını duman almış,
Gümüş dere durmaz akar."
An gelir türkülere söz olur.
"Oy dağlar, yalçın dağlar.
Dumanı hırçın dağlar.
Gün olur,devran döner.
Ağlayanlar da bayram eyler."
An gelir mapuslarda özgürlük umudu olur.
"Dağlarına bahar gelmiş memleketimin,
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş.
Karanfil kokuyor cigaram."
Ve an gelir isyan olur.
"Alnında yıldızlı bere,
Elinde mavzeriyle.
Çıkıp Dersim dağlarına
türkü söylemek var ya."
İşte bunları bilmeyenler, bir bir dağlarımıza saldırıyorlar.
Ayder, Kazdağları, Eşeler, Munzurlar derken şimdi de Sandras.
Sadece doğayı katletmiyorlar.
Para uğruna binlerce yıllık gelenekleri, inançları yerle bir ediyor.
Sandras bir inanç zirvesidir mesela.
Erenlerin zirvesidir.
Burada yattığına inanılan "Çiçek Baba" isimli bir eren için binlerce ikişi gelir, dua eder, kurban keser.
Türkmenler şaman kültürden gelen bu geleneklerini yüzlerce yıldır bu zirvede sürdürür.
Sandras yaşamdır mesela.
Zirvelerinde yüzlerce yıllık anıt karaağaçları barındırır.
Karaçam, Sığla ormanlarını yaşatır.
Bir çoğu endemik 750'den farklı türüyle çok zengin bir floraya sahiptir.
Ayı, kurt, sıvacı kuşu, karakulak gibi yüzlerce çeşit yaban hayvanına yuva olur.
Sandras kerestedir mesela.
Türkiye'nin en iyi kerestesi bu dağdan elde edilir.
Antik çağın tarihçisi Strabon bile bu dağın kerestelerinden söz eder.
Sandras efsanedir mesela.
Derler ki; çok çok eskilerde ,Sandras Dağı ile Atkuruksallamaz Dağı bir gün kavgaya tutuşurlar.
Atkuyruksallamaz Dağı’nın attığı kayalar Sandras’a ulaşmaz.
Oysa Sandras Dağı attığı kayalar Atkuyruksallamaz Dağı’nın zirvesini yıkar.
Bunun üzerine Atkuyruksallamaz Dağı pes eder ve sen büyüksün anlamına gelen “Sen dırazsın” demek zorunda kalır.
Dağın ismi belli olmuştur artık: Sandıraz.
*. *. *
İşte yaşam, mitoloji, inanç içeren tüm bu güzellikler maden uğruna yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya.
4 yıl önce maden çıkarmaya başlayan Alfa Olivia şirketi Sandras'ı sarmaya başladı.
Şu an 2.5 hektar olan faaliyet sahasını 25 hektara çıkarmak için Orman Bölge Müdürlüğü'ne başvurdu.
Eğer Sandras'ın katline ferman verillirse ne efsane kalacak, ne yaban hayatı, ne inanç, ne erenler.
Buna karşı çıkmak gerek.
Buna direnmek gerek.
Muğla Çevre Platformu(MUÇEP) bu konuda önemli adımlar atıyor.
Onlara destek olmak gerek.
Ne demişti Dadaloğlu?
"Ferman padişahında dağlar bizimdir.”

ÜSKÜDAR'DAN BU YAN LO, KİMİN YURDU!


12 bin yıllık bir geçmişi var.
İnsanoğlu'nun en eski yerleşimlerinden biri.
Sümerler, Akadlar, Asurlar, Babiller, Medler, Persler, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler, Artuklular, Mervaniler, Selçuklular, Eyyubiler, Moğollar, Osmanlılar ve Türkler tarafından kullanılmış bir kent.
Dicle nehrinin ikiye böldüğü mağara ve kayalardan oluşan bir yerleşim bölgesi.
Bir tarih, kültür, din ve doğal güzellik merkezi.
Hem de güzeller güzeli.
Adı Hasan Keyf.
Süryanice Hesna Kepha, Arapça’da Hisn Kafya.
Mağaralar şehri demek.
İçinde doğal yollardan oluşan en az 6 bin mağara var.
Ve onlarca tarihi bina.
Camiler, kiliseler, sinegoglar, saraylar.
12 bin yıldır onca depreme, sele, işgale dayandı ama maalesef kapitalizme yenik düştü.
Çok yakında sular altında kalacak.
50 yıllık ömrü olan Ilıca Barajı için 12 bin yıllık tarih yerle bir edilecek.
300'e yakın henüz kazılmamış höyük sulara boğulacak.
200 yerleşim yeri yok olacak.
75 bin insan evinden, yurdundan göç edecek.
En az 20 endemik bitki türü, en az 4 balık türü, en az 10 kuş türü yok olacak,ölecek.
En önemlisi orada yaşayan halkın binlerce yıllık kadim hafızası yok edilecek.
Bir baraj uğruna.
*. *. *
Kazdağları için büyük tepkiler oluştu.
Daha da oluşuyor.
Tepkiler artmalı, sonuna kadar direnilmeli.
Ama Hasan Keyf de unutulmamalı.
Aynı Kazdağları kadar yüksek sesle sahip çıkılmalı.
Çünkü ikisinin de kaderi ortak.
İkisi de aynı rantçı zihniyetin kurbanı.
Kazdağları bu toprakların ciğeri ise, Hasan Keyf de nefesidir.
Son nefesini vermesin.
Uy Havar.

SELENE’NİN GÖZYAŞLARI


"Parıldayan ayın çevresindeki sayısız yıldızlar ışıl ışıl, gökyüzü pırıl pırıl aydınlanırken, bulutlar parça parça yırtılıp da sarp dağların doruklarında sivri kayalara iner gibidir Selene’nin yüreği."
Anadolulu ozan Homeros böyle anlatır güzeller güzeli Selene'yi.
Selene Zeus'un kızıydı.
Ay tanrıçasıydı.
Latmos Dağlarını(Beşparmak) o aydınlatırdı.
Geceleri Bafa Gölü'nü ışıldatan oydu.
Bir gece yarısı Bafa Gölü'nün üzerinden dünyayı izlerken, bir kaval sesi duydu.
Ormanın derinlerinden gelen, dinleyeni mest eden bir kaval sesi.
O anda rüzgar durdu.
Hayvanlar, börtü böcekler sustu.
Doğa bu muhteşem konsere odaklanmıştı.
Kavalı çalan Endymion'du.
Yoksul, bir garip çobandı.
Kavalından çıkan ses, yüreğinden kopan nağmelerdi.
Büyüleyiciydi.
Selene de büyülendi.
Bir anda aşık oldu çoban Endymion'a.
Işığıyla onu sardı, tek beden oldu.
Artık Bafa Gölü'nde her gece Selene ile Endymion'un aşkı vardı.
Doğa her hava karardığında onların sabaha kadar süren aşkını izlerdi.
Ancak tanrılar bu işe çok kızdılar.
Nasıl olurdu da, bir Tanrıça bir ölümlüye aşık olurdu.
Buna asla izin verilemezdi.
Selene'yi babası Zeus'a şikayet ettiler.
Zeus bir gece yarısı gizlice Selene ile Endymion'un tek beden oluşunu izledi.
Evet, bu aşka bir son vermeliydi.
Ama Endymion'un kavalı onu da etkilemişti.
Bu garip çobana da kıyamazdı.
Onu küçültüp, Latmos dağlarında bir ulu çınarın kovuğunda sonsuz uykuya yatırdı.
İşte o günden bu güne Selene her gece Beşparmak Dağlarında sevgilisi Endymion'u arar.
Işıltısıyla her yere bakar.
Endymion'u bulamayınca da gizlice gözyaşı döker.
Derler ki, Bafa Gölü'nün suları Selene'nın gözyaşlarıdır.
*. *. *
Az önce bir haber okudum.
Kazdağı, Sandras, Yatağan, Munzur derken şimdi de Bafa'da talan başlamış.
Ilbira Dağı'nın tamamı maden sahası ilan edilmiş.
Ve dünden beri yüzlerce ağaç kesilmeye başlanmış.
O ağaçlardan biri belki de Endymion’un sonsuz uykuda olduğu ağaç.
Mitolojiyi, tarihi, doğayı, yaşamı yok edecekler.
Aşkları bitirecek, aşıkları öldürecekler.
Bugünden itibaren Bafa Gölü'nden semaya daha dikkatli bakın.
Selene'nin hüngür hüngür ağladığına şahit olacaksınız.
#bafayadokunma

Öne çıkan

PİYANOLARI DA ZİNCİRE VURURLAR

Bir piyanoyu neden susturmak ister bir rejim? Bu sorunun cevabı, sadece müzikte değil, müziğin taşıdığı anlamda gizli. Çünkü b...